Fakültenin ilk yıllarında Dilek Oktay isminde bir arkadaşım vardı. Aslında her birimizin kot, bot ve parkalarla dolaştığı o devirde her gün farklı elbise giyip, özenle makyaj yaparak okula geldiği için bana çok ilginç gelirdi. Zaman içerisinde çok iyi arkadaş olduk. Hele de annesi meme kanseri olduktan sonra daha da yakınlaşmıştık, benim de annemi aynı hastalıktan kaybettiğimi bildikleri için annesi de bana ikinci kızı gibi davranmaya başlamıştı. Birlikte çok ama çok hikayelerimiz vardır ama ben burada birini anlatmak istiyorum.
Dilek, Simone de Beauvoir’ ı ve onun bazı kitaplarını keşfettikten sonra feminist olduğuna karar vermişti. Bir genç kız yetişiyor serisinin üç cildini de defalarca okumuş ve her bir satırın altını renk renk çizerek vurgulamıştı. Ona başımdan geçen herhangi bir şeyi anlatsam, anlattığım her ne olursa olsun, erkeklerin bencilliği ve kadınların güçlü durması ile ilgili bir bağlantı bulurdu. Hemen bu durumu Simon’un nasıl izah ettiğini bana da öğretmek isterdi.
Mesela ‘’ikinci cilt 89’uncu sayfa ikinci paragrafta şöyle yazıyor’’ derdi ve okunmaktan lime lime ettiği kitabı açar ve o paragrafı okurdu. Gerçekten bu paragrafta duruma uygun bir yorum olurdu. Ya da biz durumumuzu bu paragraftaki yorum ile özdeştirirdik. Bu aramızda neredeyse bir ritüel halini almıştı, sanırım beni bilinçlendirmeyi (!!) kendine görev edinmişti.
Ben okurken Hacettepe Tıp’ta kız öğrencileri sevmediği bilinen birkaç hoca vardı. Sözlü sınavlarda bu hocalardan birine düşerseniz yandınız, ağzınızla kuş tutsanız, gene de azarlanacaksınız. Her ne hikmetse bu hocaların hemen hepsinden sözlü sınava girme şansızlığına maruz kaldım.
Farabi Dora Hoca da kızları sevmemesi ile namlı hocalardan biri idi. Elbette nörolojinin sözlü sınavına ondan girdim. Sınavda iki hafta önce araba kazası geçirip belden aşağısı felç olmuş bir hastanın başındayız. Benim gurubumda da 4-5 erkek arkadaş var, tek kız benim. Durumum içler acısı yani.
Hoca hasta yatağının bir tarafında, biz de diğer tarafta numara sırasına göre dizilmişiz. Ben sıranın en sonundayım. Hoca sıranın başından başlayarak bir soru soruyor, bilmedikçe yanındakine, o da bilmezse bir sonrakine soruyor. Bütün soruları sıranın sonundaki kişi olarak ben cevaplıyorum. Hocanın kızları sevmediğini de bildiğimden son derece mütevazi davranıyorum. Ne olur ne olmaz, adamın sinirine dokunmamak için, hoca ile göz göze gelmemeye çalışıyorum, hatta boyum hocanın boyundan daha uzun olduğu için dizlerimi kırarak boyumu olduğundan küçük gösteriyorum.
Hoca sorulardan sonra hastaya nörolojik muayene yaptırmaya başladı, fakat elbette hepimiz beceriksiziz, ama hoca sadece bana kızıyor. ‘’Sen de bütün kızların ortak özelliğine sahipsin, teorik iyi ama pratiğe gelince sıfır’’ diyerek beni azarlıyor. Bunu duyan hasta kendini bana hiç ellettirmiyor avaz avaz bağırıyor. Kalpsiz kadın erkek arkadaşlar reflekslerine bakarken dişini sıkıp susuyor, ben hastaya dokunuyorum, kadın çığlık çığlığa bağırıyor. Bir yandan Hoca azarlar, diğer yandan kadın çığlık atar, tepe sersemi oldum. Bütün sorulara doğru cevap verdim, ama sınavdan ağlayarak ve gururu kırılmış bir şekilde çıktım.
Üzüntümü bir türlü geçiremiyorum, bu durumda bana ancak Dilek akıl verebilir diye düşünüp, soluğu Dileğin yanında aldım. Olanları anlatınca Dilek derhal kitabını açtı, bazı paragraflar okudu, sonunda dışarı çıkıp bira içmemiz gerektiğine karar verdi. Kalkıp yakınımızda, yeni açılmış bir pub’a gittik. Oldukça modern döşenmiş, loş ışıklı, bir ortamdı. Masaların oturma yerleri sıra şeklinde ve masaya çakılıydı, yani bayağı belediyelerin mesire yerlerine koydukları piknik masaları gibiydi. Yeni bir yer olduğundan, içerisi ana baba günü gibi kalabalıktı. Bizi izin alarak, sadece genç bir çiftin oturduğu bir masaya, gençlerin karşısına oturttular. Karşımızdaki çift zaten dünya ile ilgili değiller. Biz hemen masayı sahiplendik, Dilek çantasından kitapları çıkarıp ortaya yaydı. Hemen garson çağırdık, gelsin biralar, mezeler, hiç hoşlanmam ama, nöroloji staj sınavı sonrasındayım ya bir de beyin salatası istedim. Garson benim ihtiyacımı bilirmiş gibi bir marul yaprağının üzerine koyulmuş bütün bir haşlanmış koyun beyni getirsin mi?
Ben bir yandan bira içiyorum, bir yandan ağlıyorum, iyice de gaza gelmişim elimde bir bıçak koyun beynini deşip duruyorum. Bir yandan da ‘’Al sana Farabi şimdi oksipital kör oldun’’ deyip oksipital bölgeye bir bıçak atıyorum, ‘’Al sana işte şimdi temporal epilepsi geçiriyorsun’’ deyip temporal bölgeye bir bıçak atıyorum. Arkasından salya sümük ağlayarak ‘’bana kadınların bütün ortak özelliklerini gösteriyorsun dedi’’ diyorum. Dilek hemen ‘’ o kadınları küçümsediğini düşünüyor, ama aslında kendine güveni yok’’ diyerek, kitaplardan birini açıp, yüksek sesle bana uygun bulduğu paragrafı okuyor. Biz kendi alemimize dalmışız, dünyadan haberimiz yok.
Karşımızdaki çift önce burun buruna, sadece birbirleri ile ilgileniyordu. Derken yavaşça bizim farkımıza vardılar, erkek olan masanın ta dibinde oturuyordu, kız arkadaşını yavaş yavaş itekleyerek, sıranın ucuna kadar sürdü. Sıranın sonuna bir hamlede kalkacak kadar yaklaşınca da, bir anda fırlayıp masadan kaçtılar.
Bu kaçışları o kadar komiğimize gitti ki, üzerimizdeki bütün sıkıntı geçti, ne Farabi kaldı, ne feminizm kaldı, karnımız ağrıyıncaya kadar güldük. Ben oğlanı korkaklıkla suçladım, Dilek gene de, kız arkadaşını biz delilerden korumaya çalışması nedeniyle çocuğa pozitif bir puan verdi.
Ertesi gün dedikodudan bütün hastane çalkalanıyordu. Meğer bizim felçli hasta, bizden sonra da avazı çıktığı kadar bağırmaya devam etmiş. Allah tarafından, koridordan geçen Füsun Sayek hoca kadıncağızın doğum yapmakta olduğunu fark etmiş de, bebeği çekip alarak, felçli kadının bacakları arasında boğulmaktan kurtarmış. Meğer kadıncağız doğum sancısı çekerken sınav oluyormuşuz. Zavallı erkeklerden utanıp susuyor, ben dokundukça da, bari ben halden anlayayım diye çığlık atarmış. Halbuki ben sınav stresi ile üzeri kalın bir battaniye ile örtülü olan kadının hamile olduğunu bile fark etmemiştim. Beni hastadan anlamıyorsun diye eleştiren hocam da kadının doğum yapmakta olduğunu anlamamış idi. NE DE OLSA KADININ YAPTIĞI İŞ KADIN İŞİ İDİ.
Bu yazının bir kısmını facebookta paylaşmıştım, bazı arkadaşlar blog yapmam gerektiğini yazdılar. Ben de zaten bir süredir düşünüyordum, ama şimdi anılarımı yazmaya mecbur olduğumu anladım. Çünkü bu yazıda zikrettiğim insanların üçü de şu anda aramızda değil, bu yazı onlardan bu dünyaya minik bir iz olsun.
Mekanları cennet olsun.
Geçen gün gene sosyal medya sayesinde, doğumu yaptıran kişinin Füsun Sayek değil, Tülay Kansu olduğunu öğrendim. Bizzat Tülay Ablanın kendisinden öğrendiğim için bu bilginin doğru olduğundan eminim ( meğer ikisini birbirleriyle karıştıran çok kişi varmış, muhtemelen bana doğum olayını anlatan da karıştırmış). Bu olayın Tülay Abla için de unutulmaz bir anı olduğunu da öğrenmiş oldum, zaten böylesi bir olayı kim unutabilir ki?
Doğum olayı unutulmaz bir gündü. Anne ve bebeği bir daha görmedim. Başka servise nakledildiler. Bebeğe Tülay adı verildiği rivayet edilir. Olayın perde arkasını, staj sınavının travmatik etkilerini de bu sayede öğrendim. Yazılarının takipçisi olacağım.Bu kayıtlar önemli.Tanju Fırat’la ilgili bilgi ararken sadece senin bir yazına rastlamış ve çok memnun olmuştum… Dilek’e, Füsun’a ve Farabi hocaya rahmet diliyorum.
Çok teşekkür ederim. Sırasızca aklıma geleni yazıyorum.