Hemen hemen bütün Türkiye’yi ve dünyanın bir çok yerini gezdim. Fena bir gezgin sayılmam yani, ama bazı geziler başlı başına birer maceradır. En unutulmaz gezilerimin başında ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yaptığım pek çok geziden biri gelir.
Eylül 2004’de Malatya’da yapılan Ulusal Pediatrik Endokrinoloji Kongresini bahane ederek birkaç arkadaşımla birlikte gittiğimiz gezinin her bir saatinde ayrı bir macera yaşamıştık.
Ben mecburi hizmetimi Elazığ’da yaptığım ve bu sırada da çevreyi iyice gezdiğim için doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerini epeyce bilirim ve çok da severim. Oraları o kadar ballandıra ballandıra anlatıyordum ki, Malatya’da kongre olacağı zaman birkaç iş arkadaşım da benimle birlikte gelmek istedi. Sonuç olarak Novo Nordisk firmasında çalışan Yeşim (bu kızı daha sonra sürekli benimle geziyor diye firma işten attı, oda gitti Avusturalya’ya yerleşti), ben, bizim onkolog Nilgün (Kurucu) Yarış, kardiolog Prof Dr Yusuf Gedik ve sonradan gastroenterolog olan Murat Çakır da benimle birlikte gelmeye karar verdiler.
Kongreden birkaç gün önce gidip biraz çevreyi gezmeye karar verdik. Yeşim de kongrede görevli ve beni kongreye firmanın aracı ile götürmek için izin aldı. Trabzon Malatya arasını uçakla gitmek daha meşakkatli bir iş olduğundan bu istek firma yetkilileri tarafından makul bulunmuştu.
Kongreden birkaç gün öncesinden ben, Nilgün ve Yeşim kara yolu ile Erzincan Tunceli geze geze gideceğiz. Yusuf beyle Murat ise Trabzon Malatya arası yolu karadan gitmeyi göze alamadıkları için, bizden bir gün sonra yola çıkıp, uçakla Malatya’ya gelecekler. Orada buluşup Urfa, Mardin, Hasankeyf, Diyarbakır, Elazığ yapıp tekrar Malatya’ya geleceğiz. Daha sonra ben kongre için Malatya’da kalırken diğerleri Adıyaman Nemrut yapacaklar. Bütün bunlar da 9 günde olup bitecek. Bu arada döner dönmez Murat uzmanlık sınavına gireceği için elinde kitapları da olacak, bir yandan da ders çalışacak. Benim kongrede zaten Prof Dr Zerrin Orbak ( Atatürk Üniversitesi) ile ortaklaşa bir sunumum var. Konuşmacılardan biri son dakikada gelemeyeceğini bildirince kongrenin ev sahibi olan arkadaşım Prof Dr Ayşehan Akıncı (İnönü Üniversitesi) o konuyu da benim anlatmamı istedi. Yani bayağı da çalışacağım bunca karambol arasında.
Yeşim, ben ve Nilgün Trabzon’dan yola çıktık. Nilgün de Yeşim de bu yolda Gümüşhane’ye kadar gitmişler ama gerisini hiç bilmiyorlar. Erzincan’dan çıkıp birkaç kilometre sonra 90 derece sağa döner ve Pülümür dağına sararsınız. Bu andan itibaren artık yol boyu askerler, siperler, karakollar vardır. Tam Pülümür yolunun başlangıcında da bir karakol vardır. Burada bir çeşme olduğunu biliyordum, durup su içmek istedim. Yollarda askerlerle konuşmayı da severim, onlar için de heyecan olur, hoşlarına gider diye düşünürüm. Biz suyumuzu içerken askerlerle aramızda güzel bir sohbet başladı. Karakoldaki bütün askerler başımıza üşüştüler, konuşup söyleştik, üç bayan bu yolda ne işimiz olduğunu merak ettiler. Planlarımızı anlattık, ne zaman döneceğimizi de söyleyip hatta onlara Malatya’dan kayısı getirme sözü verip yanlarından ayrıldık.
Bundan sonra Tunceli ve muhteşem doğası var, ama elbette ki son derece bakımsız. Yollarda çay içmek için girdiğimiz küçük barakada hala Deniz Gezmiş fotoğrafları asılıyor, oturmak için minicik bir iskemle bile yok, taşa çömeliyorsun. Tuvalet sorunca da şu kayaları geçince arkasında diyorlar. Bir tuvalet bulma ümidi ile gidiyorsun, meğer fazlalıklarını doğanın içine bırakman için açık havaya gönderilmişsin. Bir başka araba da aynı yerde durup bizi böyle erkeksiz görünce (henüz oltalarını arabadan çıkarmadan) biz şimdi balık tutacağız birlikte yiyelim diye davet bile ettiler. Ama surat ifadeleri çoktan balık yakalamış birer kedi gibiydi, içlerinden biri Yeşim’e bakarak bıyık bile buruyordu. İçimizden yuh artık deyip yola devam ettik.
Biraz sonra bir keçi sürüsü tarafından yolumuz kesildi. Sırtında saz olan bir çoban son derece güzel bir Türkçe ile kadınları arabaya alıp almayacağımızı sordu. Alamadık tabii. Uzaklaşınca Nilgün çobanın bu güne kadar gördüğü en yakışıklı adam olduğunu, kadınları değil ama isteseydi onu alabileceğimizi söyledi. Yeşim de adamın çok yakışıklı olduğunu kabul ediyordu. Ben arkada oturuyordum, yüzünü görememiştim. Birkaç ay önce Uğur Yücel’in mafya babası rolü yaptığı bir filmini izlemiştim, bir sahnede çok güzel bir kadına kartvizitini uzatıp, kısık bir sesle ‘’Beni ara. Seni meşhur edeceğim’’ diyordu. Ben de keşke çobana kartvizit verip, kısık Al Paçino sesimle ‘’seni meşhur ederim’’ deseydim diye dalga geçiyorum. Keyfimiz çok yerinde. Tunceli’nin girişinde önünde nehre doğru kollarını açmış kadın ozan heykeli olan bir cem evi vardır. Önce orayı ziyaret ettik, burada da Yeşim cem evine gelmiş Tunceli’li Alevileri de bizim gibi turist sanıp, mum yakma ile ilgili tuhaf bir pot kırdı. Yok yok yanlış anlaşılmasın, mum söndü saçmalığı değil, bir sunağın içindeki mumları görüp, Hristiyan adeti olduğunu söylemişti. Sonra da Tunceli’nin içinde şöyle bir turlayıp, bir çay içip, Pertek üzerinden feribotla Keban baraj gölünü geçip Elazığ ve Malatya’ya gittik.
Yorgun argın otele gittik ki, otel görevlisi Yeşim’e hayran kaldı. O andan itibaren aslında benim adıma ayrılmış olan oda Yeşim hanımın odası oldu. Artık Yeşim hanıma her akşam meyve tabakları geliyor, özel oda servisi alıyoruz, bir isteği var mı Yeşim Hanımın diye telefonlar ediyorlar, var derse istediğini hemen yaratıyorlar. Ben Yeşim’den 15 yaş filan daha büyüğüm, ama Yeşim’in elinden valizi alıyor, siz yorulmayın diye. Benim elimdeki valizleri de Yeşim’e veriyorum, ancak o zaman valizin farkına varıp hemen alıyorlar. Zaten o gezi boyunca kıza yazmayan ne trafik polisi kaldı, ne de otel görevlisi.
Ertesi sabah Yusuf Beyle Murat’ı da alıp Urfa’ya gittik. Orada balıklı göl ve çevresini gezdikten sonra geç bir saatte Mardin’e doğru yol almaya başladık. O yol herhalde Türkiye’nin en işlek yollarından biridir. Kamyonlar bir biri ardınca tren gibi akıyorlar, fakat Murat ve Yusuf bey korku içindeler. Murat ikide bir ‘’ biz şimdi Kızıltoprak’a mı gidiyoruz, benim kuzenim orada askerlik yaptı, sakın geç saatlerde ortalarda dolaşmayın diye bana tembih etmişti’’ diyor. Bir yandan da stresten kan şekeri düştü, yüzü gözü bembeyaz oldu, midesi ağzında vızıldayıp duruyor. Yusuf Bey ise ön koltukta oturmuş ‘’vallahi in cin top oynuyor, bu yolda adam kesseler bir haftadan önce bulunmaz’’ diye yangına körükle gidiyor. Oysa ortalık kamyondan otobüsten geçilmiyor. Nilgün, Yusuf Beyden çekiniyor ama Murat’a takılmaya başladı. Ne yapalım PKK durdurursa ‘’Kardaş alın bu genç arkadaşı, biraz bilinçlendirin deyip Murat’ı vereceğiz çaresiz’’ diyerek Murat’a takılıyor. O sırada Murat’ın İzmir gastroenterolojide yan dal yapması için de gereken bütün ayarlamaları yapmıştım. Murat ‘’ beni vermeyin ben daha pediatrik gastroenterolog olacağım’’ diye sızlanıyor. Ben de ‘’ne yapalım oğlum, bak şimdi sana daha uygun bir kariyer seçeneği sunuyoruz, artık sen dünyanın ilk pediatrik kürdoloğu olacaksın’’ diye onunla dalga geçiyorum. Ama hem Murat hem de Yusuf Bey bir türlü sakinleşemiyorlar. En sonunda Yeşim sinir içinde Yusuf Beye döndü ve ‘’hocam sen PKK’lı olsan, bizim arabayı durdursan, içimizden seni mi alırsın beni mi alırsın’’ diye sordu. Yusuf Bey de ‘’tabii ki seni alırım’’ demek zorunda kaldı. Yeşim de ‘’öyle ise ben korkmuyorum da sen ne korkuyorsun’’ diye koca adamı azarladı. E o kadar kişi peşine düşünce böyle bir ego patlaması yaşar tabii bir kız.
O gezideki daha bin bir maceradan en çok aklımda kalan Mardin’ de Mor Gabriel manastırına gittiğimizde İstanbul’dan tanıdığım İbrahim Asil’in selamını söylediğimde bütün kapıların önümüzde açılması, hatta metropolitin bizi dış merdivenlere kadar geçirmesi ve önümde hürmetle eğilmesi idi. Ben İbrahim Asil’in Süryani toplumunda önemli biri olduğunu biliyordum ama bu kadar da hürmet gördüğüne inanamadım. Sadece ondan selam getirdim diye bizi manastırın hiç girilmeyen yerlerine de sokmuşlardı. Hatta Yeşim metropollerin mezar odalarını gezerken düşüp ayak bileğini incitmişti. ‘’Kız kalk çabuk ayağa kimseye kızı metropolit mezarında bıraktım dedirtme bana’’ diye o kaza ile bile dalga geçmiştim. O manastırın iç kısımları sanki orta çağda gibiydi. Daracık taş koridorlarda rüzgar esiyordu, köşeden sakalları göbeğine kadar uzun, simsiyah cüppeli başı takkeli bir papaz çıktı ve sihirliymiş gibi bir merdivenden inerek gözden kayboldu.
Bu kadar çok tarihi eserin bulunduğu, bu kadar büyük bir coğrafyayı, bu kadar kısa bir zamanda geziyoruz. Ben de arkadaşlar mümkün olan her yeri görsün istiyorum. Peşimizden atlı kovalarmış gibi hızlı hareket ediyoruz. Bir şehirden diğerine, bir tarihi eserden bir başkasına koşturup duruyoruz. Yusuf Bey günde 5-6 kere eşine telefon edip, her zamanki gibi kendinden biz diye söz ederek ‘’Bu kızlar canımızı çıkardı. Kan ter içinde kaldık. Her mağaraya, her kiliseye, her manastıra, her camiye girdik, her taşın altına baktık. Perişanız.’’ diyerek tekmil veriyordu.
Yol boyu her gördüğümüz yerde de yemek yiyorduk. Urfa’da kebapla işe başladık, en son galiba Harput’ta pide yedik. Öyle ki Malatya’dan çıkarken Nilgün, Murat ve ben arka koltukta geniş geniş otururken, Malatya’ya dönerken üçümüz birden koltuğa sığamaz olmuştuk. Ben bundan sonra Malatya’da kongrede kaldığım, dönerken de erkekler arabada olmadığı için, bir daha bu kadar sıkışıklık yaşanmadı.
Yol boyunca her trafik polisi bizi durdurup, şoför koltuğunda Yeşim’i görünce ceza meza yazmadan gönderdi. Hatta bir tanesi Yeşim’e bakıp ‘’bayan şoför, hem de bu yollarda, size madalya takmak lazım’’ diyerek bayağı flörtleşti. Adamın gözü ayrı, kaşı ayrı oynamaya başladı, birlikte bir çay içelim diyor, hani bizden fırsat bulsa, mümkünse kıza kendi takacak madalyayı.
Ben kongrede iken diğerleri Adıyaman’daki Nemrut dağına da gittiler. Bu gezide de anında Yeşim’e hayran kalan mühendislerle tanışmışlar. Dönerken arabanın plakası düşmüş, bizimkiler henüz farkına bile varamadan, adamlar plakayı yolda görüp, tanıyıp, almışlar. Bizim kızın gideceği güzergahı tahmin edip, kilometrelerce takip ettikten sonra arabayı yakalayıp, plakayı teslim etmişler. Yardımseverliğin bu kadarına da şapka çıkartmak gerek.
Ben bunca zamandır Yeşim’i tanırım ama bu kadar kısmetinin açık olduğu bir başka zaman bilmem. Neyse ki Hasankeyf’in delisi de ayağım hafifçe kaydığında Cüneyt Arkın’vari bir hareketle beni düşmekten kurtarıp, daha sonra da etrafımda dört dönüp kendince bana özel rehberlik yaparak şerefimi kurtarmıştı. Ama onun elinden kendimi kurtarmak için koşarak uzaklaşmam gerekmişti.
Son günün sabahında, erkekleri uçakla dönecekleri için Malatya’da bırakıp erkenden yola düştük. Pertek’e giden feribota binecekken kaza yaptık. Daha doğrusu öndeki araçtaki şoför, 3 kadını erkeksiz bir şekilde arabada görünce gözlerine inanamayıp göz göre göre çarptı bize. Hemen arabadan atlayıp, kavga çıkardık. Jandarma çağırdık. Zaten biraz ileride karakol vardı, hemen geldiler. Etraftaki bütün insanlar devlete tepkili, bu ‘’bizim jandarmamız değil sizin jandarmanız’’ filan diyorlar. Nilgün etraftaki kalabalığa sinirlenip ne bakıyorsunuz diye bağırıyor. Kızım Allah aşkına sus, işte asıl burada bizi kesseler kimse bulamaz (Ben mecburi hizmet yaparken bir kanserli hastamız, intihar amaçlı kendini feribottan atmıştı, onu ararlarken ayağına taş bağlı başka bir ceset bulmuşlardı ve kime ait olduğu hiç anlaşılamamıştı. Yani burada tecrübe konuşuyor, afaki bir şey yok. ).
Sonuçta bütün bu karışıklıkta feribot kaçtı, öteki feribot gelene kadar da biz sulh olduk, hatta hem jandarma hem de kazayı yapanlar bana hasta çocuklarını filan danıştılar. Ben de ortamı yumuşatmak için bize çarpan adamla dostça bir sohbete girdim, adam ‘’ziyarete gidiyorduk’’ dediğinde ben bir akrabalarına gideceklerini düşünerek ‘’Yazık sizi çok beklediler’’ demiştim. Adam tuhaf bir şekilde ‘’yok onlar beklemezler‘’ dedi. Ben ‘’ hiç olur mu, merak etmişlerdir’’ dedim. Sonunda adam cehaletimden sıkılıp ‘’Biz Aleviyiz ziyaret bizim için çok önemlidir’’ dedi de, nihayet bir zeka patlaması yaşayıp, mezarlık ziyaretine gittiklerini anlayabildim.
Sonunda planladığımızdan bir hayli geç bir saatte barajı geçip, Pertek yolundan Tunceli’ye doğru yola düştük, ama havada bir sürü helikopter, yol boyunca da korunaklarda askerler var. Salak gibi hiçbir şey anlamayarak ve dolayısı ile hiç korkmadan yol aldık. Sonunda Pülümür’deki karakolun oraya vardık. Niyetimiz askerlere kayısı vermekti. Ama biz araba ile yolda durunca içeriden daha önce en çok konuştuğumuz çocuk koşarak arabaya kadar geldi ve şoför kapısının önünde asfalta dizleri üzerine çökerek ‘’nerede kaldınız siz’’ dedi, bir rahatlama nefesi verdi ve başını pencereye dayadı. Bu gezide böyle dramatik pek çok şeyle karşılaştığımız için çocuğun bu davranışı bize tuhaf bile gelmedi, güle oynaya kayısıları verip yola devam ettik. Nilgün’e sorarsan bu çocuk da Yeşim’e yazıyor, ama işin aslı öyle değilmiş. Trabzon’a döndükten sonra haberleri dinledim. Meğer o gün Pertek Tunceli arasındaki o yolda çatışma çıkmış, iki militan öldürülmüş, biz kaza yapıp geç kalmasak tam da çatışmanın ortasında kalacakmışız. Giderken Pülümür karakolundaki askerlere pazar sabahı döneceğiz, herhalde öğlen burada oluruz demiştik, onlar da bizim çatışma bölgesinde kaldığımızı düşünerek telaşlanmışlar, çocuğun yola diz çökmesi de ilanı aşk için filan değildi, sadece her ihtimale karşı siper alıyordu.
Ben ki sokak terörünün en yoğun olduğu 80 öncesinde Hacettepe gibi bir okulda tam da olayların ortasında okumuşum. Kaç kere çatışma ortasında kalmışım, sınıf arkadaşlarım vurulmuş. Ben ki Elazığ’da mecburi hizmet yapmışım, tanıdığım mühendisler, öğretmenler teröre kurban gitmiş. Hiç mi akıllanmamışım. İnsan bunca tehlike yaşar da tehlikenin farkında olacak iç güdülerden bu kadar mı nasip almaz.
O yollardan defalarca geçmiş, yollarda özel tim tarafından durdurulmuş, arabanın içinde kimlik aramasından geçmiş, zırhlı araçlarla, askeri konvoylarla karşılaşmış, ama hiç havada dönen helikopterler görmemiştim. Yeşim ve Nilgün bu bölge için helikopterin normal olduğunu düşünebilirlerdi ama ben bunun olağan dışı bir hal olduğunu nasıl anlamam. Eğer ben bir olayın içinde kaldığımızı akıl edebilmiş olsam, muhtemelen hem Yeşim’i hem de Nilgün’ü de çok telaşlandırırdım.
O gün Allah bana Amerikan filmlerindeki aptal sarışın aklı verdi de hiçbir endişe hissetmeden o yollardan geri döndük. Hani ortalık yangın yeri gibidir, kıyametler kopmaktadır, ama sarışın kadın rujunu almak için geri döner. Sonra patlayan bomba diğerlerini yok ederken geç kaldığı için kadın kurtulur. Geçirdiği tehlikenin farkında bile olmaz.
Biz de az önce çatışma yaşanan yerlerden geçerken, yok çobanı meşhur edecektim, yok seni metropolitin mezarında bırakacaktım diye bütün gezinin kritiğini yaparak, lay lay lom konuşuyorduk. Bizim yanımızda akıl bolluğundan yana Hollywood sarışını kadın halt etmiş yani. Lazcada bu hale ‘’nosi tutğu’’ denir. Türkçeye ‘’seyrek akıl’’ yada ‘’elek akıl’’ olarak çevrilebilir.
Bize çarpan adamın adı Barış idi. Yeşim Avusturalya’ya gidene kadar yıllarca, pek çok kez telefon açtı. Her telefon edişinde de ‘’abla nasıl’’ diyerek beni sorardı. İşin ilginç tarafı da o ne zaman telefon açsa ben yurt dışında bir kongrede olurdum. Yeşim bu soruya bir seferinde Barselona’da, bir diğerinde Amerika’da bir diğerinde başka bir yerde diye cevap verirdi. Benimle de ‘’abla kod adlı bir casus ya da gizli örgüt mensubu zannedilebilirsin’’ diyerek dalga geçerdi. Hala Yeşim’le aramızda en popüler konulardan biridir, sen zaten teröristsin, örgüt üyesisin diye birbirimizle dalga geçeriz.
VE DEVAMI;
Bugün 19 ocak 2015, pazartesi. Yukarıdaki yazının çoğunu bu cumartesi günü yazdım. Dün de birkaç paragraf ekledim. Metropolit Samuel’den bahsettiğim paragrafı dün yazdım. O yıllara ait bütün resimlerim bir günde hem evdeki hem de hastanedeki bilgisayarım çöktüğü için kayıptır. Bu paragrafı yazarken de merdiven sahnesini gösteren ne güzel resimler vardı, keşke kaybolmamış olsalardı diye aklımdan geçirdim. Aklımdan ayrıca keşke Peru resimleri gibi olsa diye de geçirdim. (Bundan birkaç ay önce Peru resimlerini Ayşenur Cesur’dan isterim diye düşündüğüm günde Ayşenur facebook hesabında Peru resimleri yayınlamıştı. Daha sonra benim ona gönderdiğim resimleri de gönderdi). Bu sabah e mail’imi açtım ve dünkü tarihle Yeşim’den bir mail vardı. Sırf eski resimleri karıştırıp bulduğu bir resmi göndermek için yazmıştı. Bu resim tam da yukarıda yazdığım metropolitin beni manastırın dış kapılarına kadar uğurlama resmidir.
Bu nasıl bir tesadüftür ki, dünyanın öbür ucundaki arkadaşım istediğimi sanki kulağına fısıldamışım gibi tam da istediğim pozu gönderdi. Resim gönder diye telefon açmış olsam, evine gidip resmi bulup göndermesi daha uzun süre alabilirdi.
Daha sonra Peru resimlerimden bazılarını ve bu meşhur gezimizin diğer resimlerini de buldum.