Daily Archives: 14 Aralık 2015

ALİ ÇEMAL

Yıl 1983, pediatri asistanlığımın ilk yılında, servis 22’de  çalışırken, serviste 4-5 yaşlarında Ali Kemal isimli Rizeli bir çocuk yatıyor. O zamanlar Hacettepe Alman usulü uygulanıyor, aileler serviste yatan çocukları ile birlikte kalamıyorlar, sadece ziyaret saatinde gelip bizden bilgi alıyorlar. Zavallı çocuklar, zaten hastalar, bir de annelerinden uzaktalar,  mümkün olan her fırsatta birini kucağımıza alıp, seviyoruz, onlarla konuşup, oynuyoruz. O kadar canlarını yaktığımız halde onlar da bize sevgi ile karşılık veriyorlar. Ayrıca çocuklar çok da akıllıdır, sabah kan alma saatinde bizi görünce kıyamet koparan çocuk bile, başka bir zaman, nasılsa kan alma saati olmadığını bilerek hemen kucağa atlar.

 

Ali Kemal, hem çok sevimli, hem de o sırada servisin en küçük çocuğu olduğundan, onu çok seviyoruz. Çok koyu bir Rize aksanı ile konuşuyor, adını sorunca ALİ ÇEMAL diyor mesela, biz de onu konuşturmaya bayılıyoruz. Zavallı çocuk oldukça da ağır hasta; ateşi, kansızlığı, kocaman karaciğer ve dalağı var. Bir türlü sebebini bulamıyoruz, ha babam kan alıyoruz çocukcağızdan. Galiba servisteki diğer çömez asistan da Cem. ALİ ÇEMAL çok uyanık bir çocuk, o sabah yanına hangimiz kan almak için gittiyse, ona yağ yakmak için ‘’BENUM KANUMİ HEP SEN AL, HABU DELİ ÇİBİ YAPAYİ’’ diye diğerimizi şikayet ediyor.

 

Çocuğun ailesi de bir garip, onlar için önemli olan tek şey Ali Kemal’in kabızlığı, ne anlatırsak anlatalım, bu gün büyük apteste çıktı mı, çıkmadı mı, bir hevesle bok  davası güdüyorlar, başka hiç bir şey onlar için önemli değil, bütün hastalığın sebebi kabızlık, kabızlık geçse çocuk düzelecek diye düşünüyorlar. Oysa çocuk çok hasta yüksek ateşi, karaciğer dalak büyümesi var, bir türlü de tanı koyulamıyor.

 

Her vizitte (ki günde en az 5 vizit)  bir hoca veya kıdemli veya başasistan gelip şu şu hastalıkları da araştırın, kanlarını, kültürlerini alın diyor. Biz çocuktan kana ala ala çocuğun hemoglobini (kanı) iyice düştü. Periferik yaymasında yıkım (hemoliz) belirteçleri görülmeye başlandı. Bu sefer de,  çocuktan hemoliz  sebebi ne olabilir diye başka kanlar almaya başladık. Halbuki bu belirtiler kan kaybında da olur. Ben de, Cem de bu kadar çok kan aldığımız için kansızlığının ağırlaştığının ve kan verirsek bu durumunun düzeleceğinin farkındayız. Fakat o sıralar Hacettepe hematolojide Şinasi Hoca var, hastalara antibiyotik ve kan verilmesine çok karşıdır,   çocuğa kan versek, hoca diliyle öldürür bizi.

 

Sonunda hastaya ‘’vaka başı’’ yapmaya karar verildi. Yani bir çok bölümden, bir çok hoca belli bir saatte hastanın başında toplanacak ve herkes bir fikir ileri sürecek, muhtemelen çocuğun hastalığı anlaşılacak artık. Bu tür ‘’ vaka başı’’ toplantıları Hacettepe Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Ana Bilim Dalında çok önemlidir, genellikle çağrılan her hoca bir gün önceden gelip çocuğu görür, dosyasını inceler ve toplantıya hazırlıklı gelir. Bu da bu çocuk için toplantı öncesinde alınacak bir sürü daha kan demektir. Hocalardan biri sanırım ‘’Kala Azar’’ (şark çıbanını yapan parazitin genel hastalığı) düşünerek dalak aspirasyonu (dalaktan iğne ile kan alma) yapmamızı istedi. Böylece daha önce kemik iliğinde görülemeyen parazitleri görebilecektik, varsa tabii.

 

Ertesi gün öğleden sonra toplantı yapılacak, sonucu yetiştirebilmek için bu gece nöbette dalak aspirasyonunu yapmamız lazım. Cem’le eğer bu çocuğa bu gece kan vermezsek, yarın yapılacak vaka başından sonra bir sürü daha kan istenecek, kesin bu çocuğun hemoglobin daha da tehlikeli seviyelere düşer diye düşündük. Zavallı çocuğa gece nöbette dalak aspirasyonunu yaptık ve bundan sonraki saatlerde, çocuğun gözlem kağıdına nabzını yüksek, tansiyonunu düşük yazıp, çocuğa kan verdik. Yani Şinasi Hoca bu çocuğa neden kan verdiniz diye bize kızamasın diye resmen hile yaparak kalp yetmezliği numarası yapıp kanı verdik. Bird aha bu fırsatı bulamayız, nasıl olsa çocuktan daha tüp tüp kan alacağımızı bildiğimiz için bir hayli de fazla verdik. Çocuğun hemoglobin beşten onikiye  çıktı,  yanakları kıpkırmızı oldu.

 

Artık vaka başı yapılacak güne girdik, çömez asistanlar olarak ikimiz de teyakkuz halindeyiz, bütün dosyayı ezbere biliyoruz. Galiba toplantı saati öğleden sonra 2,  yani tam ziyaret saatinden sonra. Şinasi Hocamız toplantıdan önce hastayı görmek için tam da ziyaret saatinde gelmesin mi? Hadiii bütün aileleri odanın dışına aldık, onlar camdan içeriyi seyrederken, biz çatır çatır hastayı hocaya sunuyoruz.

 

Fakat hocamızın gözleri çocuğun yanaklarına takılıyor ve ‘’HAY HAY, siz hikaye almayı bilmiyorsunuz, bu çocuğun yanaklarında raş (döküntü) var ’’ diyor. Ben kem küm ederek çocuğa kan verdim demeye çalışıyorum, ama hoca kendi aklından çocuğun ‘’lupus’’ hastası olduğuna karar verdi ya, sözlerimi duymuyor bile. Sonunda hoca ‘’çağırın aileyi’’ deyince zaten cam kapıdan içeri bakmakta olan aileyi içeri çağırdım. Anne ve baba daha kapıdan odaya adım atar atmaz, hocamız ‘’ bu çocuğun yanakları ne zamandan beri böyle kızarık’’ diye sordu.

 

O an hala gözümün önündedir, anne ve baba önce çocuğa baktılar, sonra sevinçle birbirlerine baktılar ve ikisi birden hocaya bakıp sevinç içinde ‘’BU CUN OLDİİİ’’ (bu gün oldu) diye haykırdılar.

 

O gün vaka başından sonra aile yeni kanları aldırmayı reddederek çocuğu taburcu ettiler.

 

 

ZORLA YAPTIĞIM BİR TATİLİN GERÇEK SEBEBİ

Bazı şeyler tesadüf olamaz, bakın bir çocuk beni kendine yardım etmem için nasıl da çağırdı.

Yıl 2010 galiba, KTÜ’de  Fakülte’nin akreditasyon çalışmaları yapılıyordu. Eğitimle ilgili değişiklikler yapılacaktı. Bu değişiklikleri öğrenmemiz ve sanal ortamı kullanabilmemiz için bize 5 günlük kurslar veriliyordu. Bu kursları verecek hoca Ankara’dan geliyordu.  Ben o sıralar eğitim komisyonunda olduğum için ikinci kursu da almak istedim. Böylece artık biz diğer arkadaşları eğitecektik, dışardan hocanın gelmesine gerek kalmayacaktı.  Bu kurslar günde en az 8 saat sürdüğü için, kurs sırasında hastane işlerinden muaf olmak için yıllık iznimi düşündüğümden 1 hafta erken aldım. Planıma göre yıllık iznimin ilk haftasını kursta geçireceğim, ikinci haftada da 5 günlük bir deniz tatili yapacağım.

Continue reading… →

HABİLE VAR YA TİSKİNİYRİM SUDAN

KTÜ’de çalışırken, bir cuma günü akşamüzeri servisteki kıdemli asistan aradı. Hocam servise kuduz şüphesi ile bir hasta yatırdılar, ancak ben kuduz olduğunu düşünmüyorum, fakat çocuk çok saldırgan, bütün servisi birbirine kattı, lütfen gelin diyerek beni servise çağırdı. Aslında Yılmaz  bizi bu beladan kurtar, bu çocuğun bu servise yatışını kabul etme demek istedi, ama ben tabii işime geldiği gibi algıladım, çünkü o çocukta kuduz şüphesi varsa biz de enfeksiyon servisiysek zaten başka serviste yatamazdı.

Daha önce hiç kuduz hastası görmediğim için, hastayı çok merak ettim, bir koşu servise çıktım. Merdivenlerde  bir yandan kuduz ise almamız gereken önlemleri düşünüyorum, diğer yandan da  o gün nöbete kalacak olan asistan  işe daha  yeni başlamış, hem de ilk kez nöbet tutacak, zaten küçücük de bir kız, eyvah şimdi korkacak ve istifa edecek diye  dertleniyorum.

Servise gittiğimde gerçekten ortada ciddi bir aksiyon olduğunu anladım. Ortada 13-14 yaşlarında bıçkın bir delikanlı,  çaresiz bir baba, 2 adet güvenlik görevlisi ve şaşkın şaşkın bakan hasta sahipleri, servis hemşireleri ve doktorlar, ortalık ana baba günü.

Çocuk baş rollerde, sağa sola koşuyor, peşinden güvenlik görevlileri koşuyorlar. Çocuğu  zapt etmek ne mümkün? Ama bir şekilde aklı başında görünüyor. Ben kendimi derhal yeni başlayan asistan ile çocuğun arasına attım ve ’’sana ne oldu’’ diye sordum. Çocuk kedi tarafından tırmalandığını söyledi. Nereni tırmaladı göster bana deyince gayet akıllıca pantolonunu sıyırıp tırmık izlerini gösterdi. Bundan sonra ‘’BEN KUDUZ OLDUM, HABİLE VAR YA SUDAN TİSKİNİYRİM ‘’ (ben kuduz oldum, böyle var ya sudan tiksiniyorum) diyerek bir nara attı. ‘’BAKIN NASIL SİNİRLENİYRİM’’  diye yüzünü kıpkırmızı yapana kadar nefessiz kaldı, ‘’SİZ ŞİMDİ BENİ ZİNCİRLEYECEK MİSİNİZ?’’ diye bağırarak eliyle yakasını yırtıp, görevlilerin elinden kurtuldu. Saniyede kendini servisin dışına attı.

Görevliler peşinden koşturdukları için o sırada babadan hikaye almayı başardım. Meğer çocuğu gerçekten kedi tırmalamış, arkadaşları çocuğa ‘’sen artık kuduz oldun, hastaneye yatacaksın, seni bir odaya zincirleyecekler ve kudurup öleceksin’’  diyerek korkutmuşlar. Bizim çocuk da internetten kuduz belirtilerini okumuş ve kuduz olduğuna karar vermiş. Bundan sonra kendince kuduzun bütün belirtilerini göstermeye başlamış. Böylece her başvurduğu yerden (Bayburt’un bir köyü) kuduz ön tanısı ile bize kadar gelmiş. Bizim acilde hasta kuduza benzememekle birlikte gene de  enfeksiyon bölümüne danışılmış, onlar da madem böyle bir hikayesi var, aksini iddia edemeyiz, BOS (belinden su) alıp tetkik edin demişler. Hastamız çocuk acilde de ortalığı birbirine kattığı için BOS değil kan bile  alınamamış, acildeki asistanlar da acili rahatlatmak için,  tetkikleri serviste yapılır diye hastayı bir an önce yatırmışlar.

Ben bu hikayeyi öğrendikten az sonra görevliler çocuğu ta 3 kat aşağıdaki bahçeden toplayıp zorla servise getirdiler.  Görevliler bu aksiyondan pek memnundular, daha önce hiç görmediğim bir heves ve gayret içinde görevlerini yapıyorlardı. İki görevli çocuğu iki kolundan tutmuş ona gerçekten de bir mahkum görüntüsü kazandırmışlardı. Bir yandan da hayran hayran yüzüne bakıp tekrar kaçmasını umuyorlardı.

Baktım ne güvenlik görevlilerden ne de servis elemanlarından hayır var, durumu benim kontrol altına almam gerekiyor. Çocuğa son derece otoriter bir şekilde ‘’gel bakalım buraya, sen kuduzsan ben daha beter kuduzum, bak bakalım yüzüme’’ dedim. Çocuk benden korkarak biraz sakinleşti. Ben de geri adım atmadım ‘’Bana  artistlik yapma, nereden çıktı kuduz şimdi’’ diye üzerine gittim. ‘’AMA SUDAN TİSKİNİYRİM’’ diye tekrar etti. Ben de ‘’boş ver şimdi suyu, ben de tiksiniyorum sudan, sen kola içer misin onu söyle’’ dedim. Çocuğun birden gözleri parladı, içeceğini söyledi. Öyle ya okuduğu sitede kuduz olan hastanın hiçbir sıvıyı içemeyeceğini yazmıyordu.

Kola eşliğinde çocuğa yatıştırıcı bir iğne yaptık. Zavallı çocuk cuma akşamından pazartesi sabahına kadar günde 18-20 saat uyudu. Meğer günlerdir endişeden gözüne uyku girmemiş. Pazartesi günü güle oynaya köyüne döndü. Giderken de arkadaşlarını onları ısırmakla tehdit edeceğini söylüyordu pis pis.

Daha sonra bu hikayeyi çok anlattım. Gamze Çan ne zaman bu olayı hatırlasa, kahkahalar atıp ‘’TİSKİNİYRİM’’ der, olayı tekrar tekrar anlattırır bana.

AHMET YESEVİ, BAHADDİN NAKŞİBENDİ, HACI BEKTAŞİ VELİ

Ahmet Yesevi türbesi Kazakistan’ın Türkistan şehrinde bulunur. Büyük Timur İmparatorluğu döneminde, 1389 yılında bizzat Timur tarafından yaptırılmıştır. Daha sonra doğal nedenlerle meydana gelen tahribat Türküye Cumhuriyeti tarafından onarılmış olup, 2002 yılında da UNESCO tarafından ‘’dünya tarihi eseri’’ olarak tescillenmiştir. Hoca Ahmet Yesevi 1093-1166 yıllarında yaşamış, hayatının çoğunu türbesinin olduğu Yesi eyaletinde geçirmiş bir şairdir. Ahmet Yesevi’nin aslen şaman kökenli hocaları sayesinde İslamiyeti Türklerin anlayıp kabul edebileceği bir şekilde sunmuş ve Türkler arasında İslamiyetin yayılıp benimsenmesinde öncülük yapmıştır. Şu anda da Balkanlardan Orta Asya’ya Türkçe konuşulan ülkelerde çok saygı gören bir mutasavvıftır.

Timur büyük üstada olan saygısından onun için yaptırmaya başladığı türbeyi bitiremeden ölmüş ve türbe yapımı da bundan sonra durdurulmuştur. Bu türbedeki kubbe Orta Asya’daki en büyük kubbedir. Şu andaki yenilenmiş hali de elbette tamamlanmadan bırakılmıştır. Böylece eserin bir cephesinde çinilerle kaplı muhteşem bir yapı görürken diğer cepheden bakışta dış kaplamasız, mimari ögeler görülmektedir. Bence bu hali ile mimarların daha da çok ilgisini hak etmektedir.

Aslan Bab (baba) Ahmet Yesevi’nin ilk hocalarından biridir. Türbesi Türkistan kentinin Otrar yakınlarında bulunmaktadır. Aslan Bab başlangıçta şaman geleneğinden yetişmiş olduğu halde sonrada İmam Rıza’nın öğrencisi olup İslamiyeti kabul etmiş ve Ahmet Yesevi’nin manevi yükselişinde çok önemli katkılarda bulunmuştur. Türbesinde bulunan diğer mezarlarda Karga Bab gibi çeşitli hayvan isimlerine sahip olduğundan şaman kökenli oldukları anlaşılan, diğer ulu zatlar da bulunmaktadır. Şu anda bu türbe de halk tarafından oldukça saygı görüp, ziyaret edilmektedir. Önümüzdeki 2016 yılı UNESCO tarafından Ahmey Yesevi yılı olarak ilan edilmiştir.

Nakşi tarikatının kurucusu Bahaddin Nakşibendi’nin türbesi ise Özbekistan’ın Buhara kentindedir. Nakşibendi’nin da İmam Cafer Sadık ile irtibatı mevcuttur. Bu gün muhteşem bir külliyede bulunan türbesinin tamiratı da Türkiye Cumhuriyeti tarafından üstlenilmiştir. On beşinci yüzyıldaki Nakşibendiliğin şimdiki Nakşibendilikten çok farklı olduğu sadece en yüksek ruhu anlatan  kıl tutamlı totemi andırır flemadan ve Hacı Bektaşi Velinin makamındaki delikli taşı andırır şekilde delikli bir ağaçtan anlaşılabilmektedir. Anlaşılan o dönemlerde Türklere İslamiyeti kabul ettirebilmek için  içinde şamanik ögeler bulunmalı imiş.

Bütün bu türbeleri gezdim. Orta Asya ülkelerindeki soydaşlarımızın İslamiyeti yorumlayışları ile Anadolu Alevilerinin islamiyeti yorumlayışı arasındaki inanılmaz benzerlikler son derece dikkat çekici. Örneğin Nakşibendi türbesinin bahçesinde oldukça yaşlı ve garip şekilli bir ağaç var. Bu ağacın Bahaddin Nakşibendi’nin asasını sapladığı  yerde  asanın yeşermesi sonucunda meydana geldiği düşünülüyor. Halk akın akın bu ağacın dallarının arasındaki bir delikten geçiyor ve ellerini ağaca sürüyor. Bu ritüel ile günahlarından arınacağını düşünüyorlar. Bu olay aynen Hacı Bektaşi Veli’nin makamındaki  delikli taştan insanların geçmesine benziyor. Bu delikten geçen insanların annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hale geldiğine inanılıyor.  Her iki makamda da bulundum. Ağacın meydana getirdiği delikten geçen Özbek’lerle, kayanın deliğinden geçen Anadolu insanının ne hareketlerinde ne de bu harekete atfettikleri değerde hiçbir fark göremedim. Hepsinin yüzlerinde aynı inanç ve huşu vardı.

 

IMG_0122
Aslanbab makamı
IMG_0116
Aslanbab
IMG_0110
Ahmet Yesivi makamı
IMG_0107
Ahmet Yesivi makamı
IMG_0092
Ahmet Yesivi makamı
115
Bahaddin Nakşibendi Makamı
110
Bahaddin Nakşibendi Makamı, kutsal ağaç
103
Bahaddin Nakşibendi Makamı, Kutsal ruh, Şamanik flema
images
Hacı Bektaşi Veli, deliktaş

109 107

24 ŞUBAT, AYASOFYA, İDİL BİRET ve SAİRE

Birinci Dünya savaşından sonra imzalanan Mondros antlaşması ile Ruslar Kafkasya cephesini boşaltmaya ve işgal ettikleri toprakları bırakarak 1914 öncesi topraklarına dönmeye başladı. Yani bu bölge savaşa savaşa geri alınmamıştır. Bu nedenle Doğu Karadeniz’deki il ve ilçelerin kurtuluş günleri bir biri ardına birer ikişer gün ara ile kutlanır.  Mesela Akçaabat’ın kurtuluş günü 17 şubat, Trabzon’un kurtuluş günü 24 şubat, Of’un kurtuluş günü de 28 şubat’tır.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons