Birinci Dünya savaşından sonra imzalanan Mondros antlaşması ile Ruslar Kafkasya cephesini boşaltmaya ve işgal ettikleri toprakları bırakarak 1914 öncesi topraklarına dönmeye başladı. Yani bu bölge savaşa savaşa geri alınmamıştır. Bu nedenle Doğu Karadeniz’deki il ve ilçelerin kurtuluş günleri bir biri ardına birer ikişer gün ara ile kutlanır. Mesela Akçaabat’ın kurtuluş günü 17 şubat, Trabzon’un kurtuluş günü 24 şubat, Of’un kurtuluş günü de 28 şubat’tır.
Eskiden Uzun Sokak’ta ‘’24 Şubat’’ isminde güzel bir kitapevi vardı. Kitapevinin çok büyük bir vitrini yoktu ama sokağa bakan duvar tamamen cam olduğundan, bütün dükkan zaten bir vitrindi. Kitapevinin içine girdiğinde insan kendini kitap yığınlarının aralarında kalmış koridorlarda yürüyüp, kitap seçerken bulurdu. Gerçekten cazip ve zamanın çok ilerisinde döşeli bir dükkan idi. O zamanlar Trabzon çok daha küçük bir şehirdi, kitapevinin sahipleri ile tanışıyorduk, eşi ve kendisi teyzemlerin arkadaşı iken, kızları da bizim arkadaşımızdı. Kızların çoğu çok genç yaşlarda evlenmiş, ailenin babası ölünce işler en büyük kız olan Nihan’a kalmıştı. Bir süre aynı yerde dükkanı işlettikten bir süre sonra orayı kapatıp, yine aynı sokakta yarı kitapevi, yarı kahvaltı evi olan yeni bir yer açmıştı. Nihan oldukça özgün bir zevki ve duruşu olan bir insandır. Bu küçük barakayı da oldukça güzel, otantik bir mekan haline getirmişti. Ayrıca Trabzon’da oldukça popüler bir insandır, hemen herkesi tanır demek yanlış olmaz.
Yıllar önce bir gün Nihan’ın orada çalışan bir arkadaşını ziyaret etmek için, o zamanlar müze olan ‘’Ayasofya Kilisesi’ne gittik. Aslında bu kilise tipik 12 yüzyıl Bizans kiliselerinden biridir. Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği ise bir zamanlar gözlem evi olarak da kullanılan çan kulesidir. Bu bina bildiğim kadarı ile Anadolu’da Ayasofya diye anılan şimdilerde sadece 3’ü ayakta kalmış olan 4 kiliseden biridir. Oldukça gösterişli olmasına rağmen ben biraz sakil bir bina olduğunu düşünürüm, çünkü dikkatle bakıldığı zaman duvarlarında bir sürü daha önceki binalardan devşirilmiş taşlar olduğunu görebilirsiniz, hatta sütun başlıklarının hemen hemen hiç biri diğeri ile aynı değildir. Kilisenin denize bakan bahçesinde temelleri görünen küçük kilise muhtemelen daha gösterişli ve kişilikli bir bina imiş, tabii eğer bu devşirme oymalı taşlar oradan geliyorsa. Binanın silah depo olarak kullanılmaktan tutun, yangınlara kadar, oldukça renkli bir tarihi var, hatta bir zamanlar cami olarak da kullanılmış, şimdi gene cami olarak ibadete açıldı.
Eskiden bahçe duvarları denize kadar ulaşırken önüne yapılan 2 adet sahil yolu onu denizden oldukça uzaklaştırdı, ama vakti zamanında Karadeniz’e sefere çıkacak olan bütün kaptanlar buraya gelir, sağ salim geri dönmek için dua ederlermiş. Bu kaptanlar yüzyıllar boyunca kilisenin kuzey doğu duvarlarına gemilerinin resimlerini çizip çeşitli dil ve alfabeler kullanarak dualar yazmışlar. Bu resimlere bakarak o yüzyıllarda Karadeniz’de sefer halinde hangi tip kadırgaların, takaların olduğunu anlamak mümkün oluyor. Hatta son yıllarda yapılan Uluslararası tiyatro festivalinin logosu olarak da bu gemi resimlerinden biri kullanılıyor, sanatçılar gelince ilk iş bu resimler gösteriliyor.
Ben Trabzon’da doğmuş ve liseyi bitirene kadar hep orada yaşamış biri olarak bu müzeyi elbette daha önce de ziyaret etmiştim, ama o güne kadar bu graffitilerin varlığından bile habersizdim, o gün bu resimleri ilk kez görmüş ve çok heyecanlanmıştım.
Ben bu dış duvara böyle aşırı bir ilgi gösterip neler yazdığını sorunca Nihan’ın arkadaşı Ayşe, bana bu yazıların çok çeşitli dillerde yazılmış olduğunu ve pek çoğunun anlamlarını bilmediğini söyledi. Ama yakın bir zamanda İdil Biret’i burada dolaştırırken, hem buradaki yazıları hem de bahçedeki mezar taşlarında rumca ve arap harfleri ile yazılmış bütün yazıları okuduğunu anlattı. Elbette bu çapta bir sanatçı olmak hiç de kolay değil, kim bilir nasıl bir beyin sahibidir diye yorumlar yaptık. Ayşe’nin hikayesi daha da ilginçleşti. İdil Biret’in bütün yazıları okuduğunu görünce aklına Rus pazarından aldığı ve üzerindeki yazıları merak ettiği bir madalyonu gösterip, acaba onu da okuyabilir mi diye sormuş. Madalyonu gören İdil Biret çok heyecanlanmış, çünkü madalyon bir Çeçen madalyonu imiş. İdil Biret’in meğer kendisi de Çeçen imiş, tesadüfe bakın ki madalyon sadece Çeçen madalyonu olmakla kalmayıp, aynı zamanda İdil Biret’in kendi sülalesinin (klan) alameti farikası olan tuğra gibi bir şeymiş. Bunu öğrenen Ayşe de madalyonu ona hediye etmiş. Kadıncağız çok mutlu olmuş, o yıllarda birkaç kez KTÜ’ye konser vermek için gelmişti. Bu madalyon hikayesinden sonra da her gelişinde mutlaka Ayşe ve Nihan ile buluşurmuş. Ben de eğer yine gelirse bu buluşmaya beni de çağırmaları konusunda onlardan söz almıştım.
Bu olaydan birkaç hafta sonra İdil Biret bir konser için yine Trabzon’a geldi. Bir sabah Nihan’ın dükkanında kahvaltı yapmak üzere sözleşmişler ve beni de kahvaltıya davet ettiler. Ben sabah erkenden kalkıp, güzelce süslendim, hastaneye telefon edip, beni bu gün beklemeyin diyerek, bulutların üzerinde koşarak Nihan’a gittim. Oldukça erken gittiğim için henüz gelmemişti, ama muhteşem bir kahvaltı ve çay hazırdı. Kahvaltıda odun ateşinde pişmiş incir reçeli bile vardı. O sırada dükkanda çalışan üniversite öğrencisi Hüda ile çok iyi anlaşırdım, beni görünce hemen bana çay ikram etti. Ben de çaydanlığa düşsem çaya doymam, bitirdikçe yenisini istedim, o koşup yenisini getirdi. Sonunda İdil Biret saat dokuzda kahvaltıya geldiğinde , belli ki bir problem var, Hüda kıvranıp duruyor, bir türlü masaya çay getiremiyor, meğer ben bütün çaydanlığı bitirmişim. Yeniden çay yaptılar. Güya ben oraya anlamsız sessizlikler çıkmasın, kadına hizmet ederken yalnız kalmasın, arkadaşım mahcup olmasın diye gittim, problemi yaratan ben oldum.
Neler konuştuğumuzu tam hatırlayamıyorum, ama egzersiz yaparken piyanosunun sesini kısabildiği, ya da az ses çıkaran bir egzersiz piyanosu olduğu gibi bir şeyler hatırlıyorum. Kadının yanında bulunmak bile insanın büyülenmesine yetiyordu, etrafına inanılmaz güzel bir enerji saçıyordu. O sabah nasıl geçti, anlayamadım. Elbette bu boyutta bir sanatçı sıradan bir insan olamaz, ancak aramızdaki fark bu kadar mı belli olur. Onun olduğu yerde başka hiçbir şeye zorla da olsa dikkat edemiyorsunuz, bütün ilginizi, bilincinizi kendine çekiyor. Kadını çevreleyen adeta büyülü bir aura var.
O zamanlar henüz bu konuları hiç bilmiyorum, ama hepimiz kadının aurasını net bir şekilde hissettik, o gittikten sonra da bunun kritiğini yaptık.
Bu günlerden aklımda kalan tuhaf bir ayrıntı daha var. Dedim ya Nihan çok sosyal, etrafında entelektüel bir çevre biriktirmeyi iyi başarıyor, her zaman sırf bu atmosferde bulunmaktan hoşlandığı için dükkanında çalışan bir üniversite öğrencisi olurdu. O sıralar dükkanda çalışan Hüda çok efemine hareketleri olan bir delikanlı idi. Ben çaydanlık dolusu çayı içerken, bana çay taşıyan, masayı donatan hep oydu. Ben Nihan’a bu çocukta bir hal var dedikçe, sen ne kötü niyetlisin, çok efendi bir çocuk, sen Trabzon’lu kaba saba erkeklerle kıyaslıyorsun derdi.
Her neyse İdil Biret’li günden çok kısa bir süre sonra o çocuk mezun olup Trabzon’dan gitti, Nihanni de dükkanı kapattı. Birkaç ay sonra o çocuğun resmini bir aylık derginin kapağında gördük, bir homoseksüel derneği kurmuşlardı, bizim çocuk genel sekreter idi ve ‘’ben bu güne kadar hiçbir zaman kadınlara ilgi duymadım, onlarla birlikte olmadım, sadece erkeklerle birlikte oldum’’ diye röportaj vermişti. Nihan bu duruma çok şaşırmıştı, ben de onun nasıl bu kadar kör olduğuna, nasıl olup da çocuğun homoseksüel olduğunu anlamadığına şaşırmıştım.
Türkiye’de LGBD (lezbien, gey, biseksüel ve transgender bireyler diğer vatandaşlara göre oldukça dejavantajlı durumdadırlar. Türkiye eşcinsel ilişkileri tanısa da medeni kanununda cinsel yönelim ya da cinsiyet yönelimi gibi bir ifadeye yer vermez ve eşcinsel çiftlerin birlikteliklerini yasal zeminde tanımaz.
Bu çocuğun genel sekreteri olduğu dernek de bu konuda Türkiye’de kurulan ve cinsel yönelimlerinden ötürü dışlanan insanların haklarını savunan ilk derneklerden biridir. O günlerden bu güne çok şey değişti, şimdi geri dönüp bakınca o dergiyi okuduktan sonra verdiğimiz tepkinin oldukça ilkel ve önyargılı olduğunu düşünmeden edemiyorum.