Tipik bir yay burcu olduğumdan gezmeyi pek severim. Genellikle gidip gördüğüm ülkelerin en çok tarihi ve kültürü beni etkiler, ancak İzlanda farklı. Bu güne kadar görüp de her şeyden çok coğrafyasından etkilendiğim ilk ülke oldu. İzlanda adaları Jeolojik olarak oldukça yeni bir kara parçaları ve oluşma aşamaları günümüzde de devam ediyor. Bütün ada adeta yer yüzü oluşum aşamalarını gösteren jeolojik bir laboratuvar ya da ‘’Show Room’’ gibi. Bu oluşum sürecini meydana getiren doğal güçleri, aklımın erdiği kadar anlatmaya çalışacağım.
BİZ ŞİMDİ MEZOPOTAMYA’NIN NERESİNDEYİZ?
Hani bazı insanlar vardır. Kısa sürede kaybetmişsinizdir ya da zaten çok yakın olmamışsınızdır, ama bir şekilde bir ışık katmıştırlar hayatınıza. Merih tam da bu türden bir arkadaştı. Elazığ’a gittiğimde ilk tanıştığım kişilerden biri idi. Göz ihtisası yapıyordu, çok ilginç bir insandı.
Uzun boyu, zayıf bir bedeni, şeffaf yeşil pörtek gözleri, tepesi tamamen kel başı, kulaktan kulağa ensesinden aşağı epeyce uzattığı sarı saç tutamları ve renault marka arabasının bagajında her an her yerde mangal yapabilecek malzemesi olan bir tipti. En önemli özelliği ise hemen hemen hiç konuşmaması idi. Bütün olarak bakıldığında dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir uzaylı gibiydi. Her nedense beni çok severdi, ben de onu çok sevmiştim. Gayet güzel arkadaşlık ederdik hatta sohbet bile ederdik.
Bir pazar sabahı gazete almak için şehre doğru yürürken, Merih arabası ile yanımda durdu ve nereye gittiğimi sordu. Kendi Diyarbakır’a gidiyormuş hadi sen de gel deyince ben de onunla birlikte gittim. Hazar gölünü geçtikten sonra yol bir müddet Dicle nehrinin kenarından gidiyor, hatta birkaç kez köprü ile bir sağına bir soluna geçiyor. Bu köprülerden birini geçince ‘’Merih benim kafam karıştı, şimdi sence biz neredeyiz. Yani Mezopotamyanın içinde miyiz yoksa dışına mı çıktık?’’ diye sordum. Ben aslında iki nehrin arasında mıyız diye sormaya çalışmıştım, ama her nedense bu sorum Merih’i saatlerce güldürmüştü. Gün boyunca Mezopotamya deyip deyip kahkahalar attı.
O sıralar Sevda isminde bir ev arkadaşım vardı, dönünce ona bu olayı anlattım. ‘’Ayşenur abla ben Merih’le 8 ay aynı odada çalıştım, sesini duymadım, sen şimdi bana Merih’in saatlerce kahkaha attığını mı söylüyorsun’’ diye hayretler içinde kaldı.
Birkaç ay sonra Sevda TUS sınavını kazanınca akşam evde yemek hazırladık, bir şişe de ‘’Buzbağ’’ açtık, kutlama yapıyoruz. O sırada eve bir telefon geldi. Arayan Sevda’nın bir arkadaşı idi, teyzesi ile içki içiyorlarmış bizi de davet etti. Ben arkadaşını tanımıyorum ya Sevda da biz zaten içiyoruz diye daveti reddetti. Fakat aradan 15-20 dakika geçince zil çaldı. Yarı sarhoş iki kadın ellerinde bir şişe votka ile bari birlikte içelim diye eve daldılar.
Şimdi vaziyet şu ben ev sahibiyim gelen iki kadını da tanımıyorum, Sevda da sadece birini tanıyor. Eh klasik Türk misafirperverliği, mecbur buyur ettik kadınları. Ama çok kısa bir sürede bin pişman olduk, çünkü zaten geldiklerinde sarhoştular, ellerindeki votkayı lıkır lıkır içtiler, yetmedi bir de bizim şarabı içtiler. Bu arada biz tokuz diyorlar ama masamızdan da sürekli bir şeyler otlanıyorlar.
Sevdanın arkadaşı olan kız bööğğ diye salonun ortasına kusmasın mı? Teyze olacak yaratık hiç telaş göstermediği gibi bir de ‘’Tabi içki karıştırınca olur böyle şeyler, bana kimse anlayış göstermedi, ben anlayışlıyım, kus kızım’’ diye kızı teşvik ediyor. Hayır bir şey değil teyze ‘’kus evladım’’ dedikçe yeğen de teyzesini mi kırsın gark deyip orta yere bir mide dolusu kusmuk daha fırlatıyor. Bir insan midesi ne büyüklüktedir? Bir insan bir saatte ne kadar kusmuk üretebilir? Bütün tıp bilgilerime, fizik kurallarına aykırı bir şekilde bütün salon, balkon, banyo battı. Zavallı Sevda bu belayı benim başıma getirdiği için çok mahcup elinde kova ve bezle ortada dört dönüyor. Ama temizlemeye yetişmesi ne mümkün?
Ayrıca hiç gitmeye de niyetleri yok. Ben ‘’size taksi çağırayım yeğeniniz fena oldu evde yatsın’’ filan dedikçe, teyze olan ‘’hayıııır, taksici Elazığ gibi yerde, gecenin bu saatinde bizi sarhoş görünce neler yapmaz. Biz bu gece burada kalalım’’ diyor. Eh haklı, ben de şoför olsam bunlara neler yaparım. Evlerinin yakın olduğunu öğrendim ‘’hadi biz sizi yürüyerek götürelim, hem açık hava size iyi gelir ‘’ diyorum. Teyze ‘’olmaaaazz, yollarda bizi gören olur. Biz burada kalalım’’ diyor. Eyvah ki eyvah. Bunlardan kurtuluş yok mu? Hayır evden de geçtim. Elazığ’da adım evinde içki alemleri yapıyor diye çıksa yandım demektir.
Birden aklıma dahiyane bir fikir geldi. Nasılsa kimse ile konuşmuyor, kimse duymadan bu beladan bizi ancak Merih kurtarır diye düşündüm. Ama Merih bekar lojmanında hastaneden 5-6 kişi ile kalıyor, onlara da belli etmemek lazım. Ayrıca o zaman cep telefonu filan yok ben salonda kadınların yanında konuşuyorum, onun da en az 5-6 kişinin arasında benimle konuştuğunu biliyorum. Ajan filmi çevirir gibi kısık bir sesle ‘’Merih beni sessizce dinle, sakın kimseye bir şey çaktırma, hemen arabana atla, bize gel, ama çabuk gel lütfen ‘’ dedim. Zavallı çocuk 2 dakika sonra koşarak merdivenlerimi çıkıyordu. Beni görünce telaşla ‘’ ne oldu ‘’ diye sordu. ‘’Sus, sakın hiçbir şey sorma, yalnız bu kadınları arabana atıp evlerine götüreceğiz’’ dedim.
Sevda, Merih ve ben kadınları resmen sırtlayıp arabaya attık. Teyze olacak kadın 200 metrelik yolda Merih’e resmen sarktı. Merih ‘’ bunlar kim, nerden buldunuz bunları’’ der gibi bakıyor, fakat sorma dedim ya sesi çıkmıyor. Vallahi kim olduklarını, bizden ne istediklerini bilsem söyleyeceğim. Allahtan Sevda arkadaşının evini biliyordu. Araba ile apartmana kadar gittik, kadınları yaka paça üst kata kadar çıkarttık ve kütük gibi kapıya yasladık. Zili çaldık ve koşarak oradan uzaklaştık.
Bu kadınları bir daha hiç görmedim.
Eve dönünce Sevda epeyce temizlik yaptı.
Merih gerçekten de bu konu ile ilgili ne benimle ne de başkası ile hiç konuşmadı. Ben Elazığ’dan ayrıldıktan sonra Merih’ten de hiç haber almadım. Arada bir aklıma düşer, nerede olduğunu merak ederim.
ARİF ABİ , ÇAĞIMIZIN HASTASI
İlk okul üçüncü sınıftan itibaren (1967-68) yaz aylarını Yıldızlı doktor evlerinde geçirdik. Burası Trabzon ile Akçaabat arasında bulunan o zamanlar tamamen köy olan, deniz kenarında bir yerdi. Bir- 2 km boyunca doktorlar bir birlerinden etkilenerek, bu alanda tam sahilde yer almış ve bir sıra villa yapmışlardı. Bu nedenle burası halk arasında doktor evleri diye bilinirdi. Yıldızlı çocukluğuma dair pek çok anının yaşandığı yerdir. Hem çok güzel hem de çok acı şeyler yaşadık orada.
Ortam çok güzeldi, bütün aileler birbirini tanır ve güvenirdi. Sabah erken saatlerden, gece geç saatlere kadar arkadaşlarımızla birlikte olabilirdik. Müzikli danslı parti yapabilir, denize girebilir, köylerde yürüyüş yapabilir, kayalara tırmanabilir, balık tutabilir, tütün tarlasında çalışabilir, sahilde gece ateşleri yakabilirdik. Pek çok insana göre ayrıcalıklı bir çocukluk yaşadığım anlaşılıyor.
Bütün evlerde yaşayan gençler arasında sadece Arif Abi ile pek konuşmaz, hatta yolda gördüğümüz zaman oradan uzaklaşmaya çalışırdık. Çünkü Arif Abinin eroinman olduğunu herkes gibi biz de bilirdik. Genellikle ortalarda pek görünmezdi zaten, aile evinde bile onun odası bodrum katında idi, o eve gittiğimizde bile ortada görünmezdi. Onu ancak uzaktan birkaç kez gördüm, genellikle yaz günü bile siyah kalın kazaklar giyer, başı kollarına gömülü şekilde duvarın üzerinde otururdu.
Arif Abi mahallemizde çok namlı idi, annem onun orta sona kadar çok ama çok başarılı bir öğrenci olduğunu, o yıl anne babası Almanya’ya giderken onu bir aile yanında bıraktıklarını, o yaz eroine alışıp, ondan sonra da bir türlü okulda başarılı olamadığını anlatmıştı. Arif Abinin annesi bir alman idi. Annem onun anne ve babasını bu konuda hatalı buluyordu ve hatta ‘’annesi belki Türk olsa onu bu yaşta yabancıların elinde bırakmazdı, bu çok gelecek vadeden genç adama çok yazık oldu’’ dediğini hatırlıyorum.
Ne yazık ki biz Yıldızlı’ya gitmeye başladıktan 2 yıl sonra annem meme kanseri olmuş, daha sonra da hastalığı oldukça saldırgan seyretmişti. Ben lise birinci sınıftan ikiye geçtiğim yazdı galiba. Evde annemle ben yalnızdık. Annem oldukça ileri safhada hasta idi, ama o yaz boyunca oldukça iyi idare ediyordu, kanser bütün kemiklerine yayılmış olduğu halde yürüyebiliyor, kendi öz bakımını yapabiliyor, hatta bana tarif vererek yemek yaptırıyor, ev işlerini uzaktan kumanda edebiliyordu.
Bir gün kapı çalındı. Biz aslında her zaman mutfak kapısını kullanırdık, ama bu kez salon kapısı çalmıştı. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım. Çünkü karşımda güzelce tıraş olmuş, saçını başını taramış, ceket pantolon takım giyip, kravat takmış bir halde Arif Abi duruyordu. Muhteşem görünüyordu. Gerçekte ne kadar yakışıklı olduğunu o güne kadar anlamamıştım.
Annem onu salonda kabul etti. Hala gözlerimin önündedir, annem köşedeki koltukta, Arif abi de yanında oturuyordu. Anneme geçmiş olsun demek için gelmişti. Çok derinden gelen bariton bir sesle, son derece düzgün cümlelerle konuşuyordu. Bir ara annemin ellerini ellerinin arasına alıp, ‘’maalesef ikimiz de çağımızın hastasıyız’’ deyişini ve o sırada sesinde duyulan çaresizliği hiç unutmuyorum.
Bu konuşmanın üzerinden bir yıl geçti, annem öldü. Arif Abi annemden bile erken öldü. Öldüğünde bütün vücudunda iltihaplanmış yaralar doluymuş. Ölüm sebebi de beslenme yetersizliği ve tüberküloz idi. O zaman bana eroinin vücudun enfeksiyonlara karşı direncini kırdığını anlatmışlardı. Bir de eroin kullananların sadece tatlı yemek istedikleri ve çok üşüdüklerini biliyorum.
Maalesef uyuşturucu kullanmak gerçekten de çağımızın hastalığı, bir çok kötü niyetli insan ceplerini dolduracak diye ne muhteşem gençler heba oluyor.
AYŞENUR’UN YASTIK ALTI ALTINLARI
Ayşenur Cesur benim ve bir çok gezginin gezi arkadaşı. Onu ilk kez 2000’lerin başında, Peru Bolivya gezisinde tanıdım. Zamanla bir çok gezide daha birlikte olduk. Çok gezen ortak tanıdıklarımız çıktı. Gerçekten tanımaya değer ilginç arkadaşlarımdan biri oldu.
Hayata dünyayı gezmek için geldiğine inandığını sanıyorum. Henüz görmediği yerler onun için günün birinde mutlaka gidilmesi gereken yerler sadece. Bana göre oldukça garip biri, çünkü dünyayı gezerken henüz Türkiye’nin pek çok yerine gitmemiş. Hatta geçen yıl kuş peşinde Kars-Artvin gezimize katıldı, çok etkilendi, artık Türkiye’yi gezmeyi de ihmal etmez sanırım.
ASYA’NIN HASTALIĞI NE?
Trabzon’da hemen bütün kadınların uğrak yeri olan bir manikür salonu var. Ben de en sadık müdavimlerden biri, hatta iş yerinin ‘’kalandar ana’’sıyım. Bu salonda çalışan kızlardan biri olan Gülen bir gün panik halinde bana telefon etti ve 5 yaşındaki yeğeninin ayaklarının üzerine basamadığını, bacaklarında koyu renkli döküntülerinin olduğunu söyledi. Ben muhtemelen ‘’Henoch Schönlein Purpurası’’ olduğunu söyleyerek romatolog arkadaşıma gitmelerini önerdim. Benim söylemesi bu kadar zor bir isim söylediğimi duyunca Gülen iyice panikleyerek ‘’NE? NE? NE DEDİNİZ HOCAM?’’ diye bağırmaya başladı. Ben de ona hastalık hakkında bilgi vererek, bu zor ismi boş ver ‘’HSP’’ desen yeterli dedim. Tabii bu kısaltmayı bundan sonra muhatap olduğu bütün doktorlardan da duydular. Çok şükür ki çocuk hastalığı kolayca atlattı, ama hala kontrollere gidiyor. Ama bu tuhaf isim manikür salonunda bir çok kişinin dikkatini çekti, ne zaman salona gitsem, çalışanlar bana Asya’nın hastalığı neydi diye soruyorlar.
Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün salonda bu çocukla karşılaştım. Tabii ben ve Asya aynı anda salonda olunca herkes yine hastalığın adını sormayı hatırladı. Ben de çocukların ne kadar akıllı olduklarını ispat etmek ve bakın sizin aklınızda tutamadığınızı küçücük çocuk hatırlıyor diye salondaki kadınlara hava atmak için ‘’ Asya hatırlıyor musun, senin hastalığının adı neydi’’ diye sordum. Çocuk ‘’tabii hatırlıyorum KPS’’ demesin mi?
Meğer annesi aylardan beri KPSS (Kamu Personel Seçimi Sınavı)’ ye hazırlanıyormuş, çocuğu babaanneye bırakmışlar. Annesi her ziyaretinde ‘’sabret kızım KPS sınavı bitince evimize birlikte gideceğiz’’ diyormuş.
Yani çocuk gerçekten de HSP’den çekmemiş KPS’den çektiği kadar. Ben hastalığın ne diye sorunca aklına daha çok yer etmiş olan harfleri söyleyiverdi.