Tipik bir yay burcu olduğumdan gezmeyi pek severim. Genellikle gidip gördüğüm ülkelerin en çok tarihi ve kültürü beni etkiler, ancak İzlanda farklı. Bu güne kadar görüp de her şeyden çok coğrafyasından etkilendiğim ilk ülke oldu. İzlanda adaları Jeolojik olarak oldukça yeni bir kara parçaları ve oluşma aşamaları günümüzde de devam ediyor. Bütün ada adeta yer yüzü oluşum aşamalarını gösteren jeolojik bir laboratuvar ya da ‘’Show Room’’ gibi. Bu oluşum sürecini meydana getiren doğal güçleri, aklımın erdiği kadar anlatmaya çalışacağım.
İzlanda Avrupa ile Amerika kıtalarının ortasında izole bir adalar topluluğudur ve bir siyasal olarak bir Avrupa ülkesi olmasına karşılık coğrafi olarak topraklarının bir kısmı Amerika bir kısmı da Avrupa kıtasına aittir. Çünkü aslında bütün adalar dünyanın kabuk tabakasında bulunan Avrasya ve Amerika levhalarının birbirine değdiği ‘’Orta Atlantik yarığı’’ üzerinde okyanus tabanının hatta daha da derin tabakalardaki materyallerin yeryüzüne yükselmesi ile oluşmaktadır.
Levha tektoniği teorisine göre kıtalar pangia denilen tek bir kıta kütlesinden bölünerek birbirinden uzaklaşıyorlar ve yeterince zaman geçince dünyanın pangeanın tam karşısına gelen bir bölgesinde yeniden tek bir kara parçası haline gelecekler. Levha tektoniği teorisine göre dünyanın kabuğu dev levhalardan meydana geliyor ve bu levhalar bazı yerlerde birbirinden uzaklaşarak, bazı yerlerde ise birbirinin altına dalıp batarak yeryüzüne yeniden şekil veriyor. Bütün depremler volkanik faaliyetler işte bu nedenle oluşuyor.
Avrasya levhası ile Amerika levhası Atlas Okyanusunun tabanında kutuptan kutuba uzanan dev bir yarık boyunca birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Bu yarık o denli gerçek ve büyük ki okyanus altında olmasına rağmen‘’Google Earth’’ da rahatça görünüyor. Bu tip yani ayrılma yarıklarının ortası oldukça derin bir vadi gibi görünürken yarığın iki yanı boyunca bir yükselti oluyor. Bunun sebebi ise basitçe kocaman levhanın yuvarlak dünya yüzeyinde kayarken ucunun biraz olsun havaya kalkması. Bunu anlamak için büyük bir topun üzerine bir kitap koyup, bir yöne doğru çekerseniz ucunun biraz havaya kalktığını görebilirsiniz. Japonya çevresindeki dalma batma zonlarında ise bir levhanın diğerinin altına batması söz konusu dolayısı ile bu vadinin bir yamacı daha yüksek görünüyor.
İzlanda tam olarak bir ayrılma yarığı olan Orta Atlantik yarığı üzerinde yer alıyor. Ancak bu yarık boylu boyunca okyanus altında bulunuyor, İzlanda adalarını bu yarık üzerinde bulunan bir sıcak nokta (hot spot) meydana getiriyor. Bu sıcak noktalarda dünyanın yerkabuğunun altındaki manto tabakasındaki magma yeryüzünün yüzeysel tabakalarına doğru yükseliyor. Bu sıcak noktalar yeryüzündeki volkanik faaliyetleri oluşturuyor, bütün volkanik adalar bu sıcak noktalarda patlayan volkanların deniz yüzeyinin üzerine yükselmesi sonucu oluşuyor.
İzlanda’yı meydana getiren jeolojik güçler işte kabaca bunlar. İzlanda’da bulunan 200’den fazla volkan dünyanın iç tabakalarını okyanus yüzeyinden dışarıya doğru yükseltiyor. Aniden patlayarak denizin dibinden birden bire yükselip hala oluşmakta olan yeni adalar var. Örneğin Surtsey adası ilk kez 1963 yılında denizden bir patlama ile yükselmeye başladı, daha sonra çeşitli patlamalarla büyüdü, şimdilerde içine sadece araştırmacılar gidebiliyor, ama kuşlar gittiler ve bitki örtüsü oluşmaya başladı.
Mevcut adalarda patlayan volkanlar da hem yer yüzünün derinliklerinden gelen, hem de yüzeyde eritip küle dönüştürdüğü çeşitli materyalleri denize kadar sürerek adaları büyütmeye devam ediyor. Bu adada bulunan volkanların bir kısmı üzerlerinde buzul barındırıyor, dışarıdan bakılınca buzul görünen şey aslında için için yanan bir volkan, yıllar içerisinde biriktirdiği enerji patladığında üzerindeki buz tabakası da eriyor ve mağmaya karışarak muazzam miktarda küllü bir eriyik meydana getiriyor, bu eriyen materyaller de denize doğru akarak devasa kül ovaları meydana getiriyor, ana adanın güney batı tarafındaki buzullarla deniz arası böyle ovalarla dolu.
Adanın her yerinden sıcak sular çıkıyor, aktif gayzerler, aktif volkanik alanlar mevcut. Volkanik aktivitenin bütün aşamalarını tek tek görüyorsunuz. Bütün yer yüzünün volkandan püskürmüş kayalar, taşlar ya da piroplastik akıntılardan oluştuğunu eğitimsiz gözlerle bile fark edebiliyorsunuz. Bazen resmen gözünüzün önünde tuhaf bir kaynama sesi çıkararak, sülfür kokuları arasında püsküren, kaynayan çamurlar görüyorsunuz, bazen de daha önce oluşmuş volkanik koniler üzerinde yürüyorsunuz.
Bir yandan da İzlanda’nın ana karası ortadan iki yana doğru açılarak genişliyor. Kıtaların ayrıldığı büyük yarığı da gözünüzle görüyorsunuz. Bu vadinin tabanının bir zamanlar okyanus tabanı olduğunu bilerek karşı tarafa yani Amerika’dan Avrasya’ya yaya geçebiliyorsunuz. Bu vadide yürürken ‘’İsa Peygamber olduğumuzu düşleyebiliriz’’ diye espri yapmıştım.
Bütün bunların yanı sıra ada kuzey kutup dairesinin hemen altında olduğu için oldukça sert bir iklimi var. İzlanda’yı diğer taraftan da sular ve buzullar şekillendirilmeye devam ediyor. Buzullar çok büyük bir ağırlıkla altındaki toprak parçasını ezerek ağır ağır denize doğru akmaya devam ediyorlar. O kadar ağır bir kütleye sahipler ki altındaki kara parçasını kanırtarak çanak şeklinde bir vadi oluşturuyorlar. Buzulun ucu denize varınca, yavaşça denizden gelen ısı ile uç kısmı erimeye başlıyor, önce kapalı bir göl meydana geliyor daha sonra yavaş yavaş bütün buzul eriyerek fyortları meydana getiriyor.
Ayrıca adada sudan bol bir şey yok her yer dev akarsular, çağlayanlarla dolu. Bu akarsuların taze sudan meydana gelmiş olanları bildiğimiz su renginde iken buzul erimesinden meydana gelenler resmen gri bir renkte akıyor. Elbette bütün su sular da erezyon yolu ile yer yüzü şekillerini etkiliyor.
Yani İzlanda’yı Orta Atlantik yarığı ve bu yarık üzerinde bulunan ‘’sıcak nokta’’ ve kutup bölgesine yakınlığı ve çok bol su bulunması oluşturuyor.
Uzun lafın kısası ‘’Dünyanın içinin dışına çıktığı yer’’ tanımlamam son derece romantik bir izlenim vermesine rağmen son derece gerçekçi bir yaklaşım. Aslında yırtılarak birbirinden ayrılan levhalar bu tanımlamanın içine girmediği için gerçekte olduğundan daha az korkutucu bir tanımlama olduğu da bir gerçek.
İzlanda için kullandığım bir başka tanımlama da ‘’Soğuk cehennem, sıcak cennet’’ olmuştu. Bu aslında şimdi oldukça soyut gelen bir tanımlama olmasına karşılık bu da oldukça gerçekçi bir tanımlama. İklim o denli soğuk ki özellikle de bizim gibi soğuğa alışık olmayan insanlar için gerçek bir cehennem. Bu soğuk ülkede sıcak olan cennet gibi, zaten uçaktan iner inmez daha otele götürmeden sizi bir sıcak su kaynağına götürüyorlar, o soğuk havada, masmavi sıcacık bir suya gömülüyorsunuz, muhteşem ötesi bir deneyim. Adadaki sıcak su kaynakları olduğu gibi muhteşem.
Özellikle de Gayzerler. Çapı 2,5-3 metre olan göze gibi, kuyu gibi bir sıcak su gölü düşünün. Göl tuhaf bir şekilde, canlıymış da nefes alıyormuş gibi yükselip alçalıyor. Yükselmesi belli bir seviyeye kadar olunca aniden patlayarak metrelerce yukarıya doğru saçılıyor. Bu su gösterisi bittiği ve suların tekrar yere düştüğü anda gözenin içindeki su seviyesi o kadar alçalmış oluyor ki sular gözenin içine tekrar dolarken adeta bir çağlayan gibi kuyunun içine geri doluyor. Göze yeniden dolunca bir kaç saniye ya da dakika boyunca duruluyor, ardından yeniden nefes almaya başlayarak bu tuhaf ve görkemli döngüyü yeniliyor. Gerçekten nefes kesici, öyle ki bütün yaklaşmama uyarılarına ve engellerine rağmen her yıl birkaç kişi büyülenip, tedbiri elden bırakıp yanıyormuş.
Zaten İzlanda korkunç ve görkemli sular ülkesi, bütün ülke sıcak su kaynakları, buzullar, göller, akarsular ve muhteşem çağlayanlarla dolu. Dört bir tarafı deniz olması rağmen o kadar soğuk ve tehlikeli deniz ki, insanlar çok iyi bir denizci olmalarına ve ekonomileri büyük ölçüde denize bağlı olmasına rağmen denize girip güneşlenmek diye bir şey elbette söz konusu bile değil. Güzel görünen sular çok sıcak ancak hamam olarak kullanılabiliyor. Göller genellikle bir volkanik aktiviteyi gizliyor. Buzulların neden korkutucu olduklarını söylemeye gerek yok. Çağlayanlar ise gerçekten çok güzel ve bol sulu, ben bir Karadeniz’li olarak bu kadar bol suyun olduğu bir bölgede yaşayan biri olarak bile inanamadım. Bu kadar mı bol su olur? Özellikle de Dettifoss şelalesi dünya dışı gibi görünüyor. Bu şelale o kadar güçlü ki ona bakarken bir an büyülendim sanırım, resmen arkasındaki yamacın hareketlendiğini gördüm sandım.
Soğuk ülkenin yaşantısında o kadar önemli bir yer tutuyor ki anlatılmaz. Toprak da pek arkadaş canlısı görünmüyor. Aşağı yukarı bütün yüzey volkanik patlamalardan geride kalan küller, çakıllar ve kayalarla dolu. Bu yüzey zamanla likenle kaplanarak uzun sürede toprak haline geliyor. Toprak olukça ince bir tabaka oluşturduğu için ağaçların büyümesi için elverişli değil, kökleri yere yeterince tutunamıyormuş. Buna rağmen Vikingler adaya ilk geldiklerinde ormanla kaplı imiş, insan hatası nedeniyle ormanları yok olmuş şimdilerde bütün zorluğuna rağmen yeniden ağaçlandırma yapılıyor. Hem soğuk hem de toprağın bu durumu nedeniyle ülke tarıma elverişli değil, ama bol miktarda hayvan yetiştiriliyor. Özellikle atları dünyaca ünlü.
Denizden birazcık yükselince bile yaşam çok zora girdiği için bütün yerleşim sadece kıyı kenarlarında ve de çok küçük ölçekli. Ne iklim ne de toprak üzerinde fazla insan barındırmaya olanak sağlamıyor. Şehirler, kasabalar çok az nüfuslu. Şehirlerin mutlaka su ile ilişkisi var, mimari çok yalın olmasına rağmen yüksek binalara ihtiyaç yok, genel olarak şehirlerin odak noktası bir liman ve bu limanı çevreleyen bir kilise ve evler, dolayısı ile şehirler birer masaldan çıkma görünüyor.
Aslına bakarsanız kaynaklar o kadar kısıtlı ki bu kadar hayvanın nasıl beslendiğini ve İzlandalıların neden refah içinde olduklarını anlamak pek güç. Halk geçmişinden gurur duyuyor ve halk sagaları (masalları) onlar için çok önemli. Bu sagalarda yaşadıkları zorlu coğrafyadan çok bahsediliyor.
Bana gitmeden önce aç kalacağımı söylemiştiler, ama ben yediğim her şeyden çok memnun kaldım. Bir kere süt ve süt ürünleri muhteşem, denizden çıkan bol bol şey yiyorsunuz, ayrıca öğlenleri bir çeşit haşlama çorba içiliyor, yani gayet güzel yedim.
Pek çok şey dikkatimi çekti birincisi İzlanlalılarda hiç mi hiç gösteriş yok. Her şey fonksiyonel olarak tasarlanıyor, minimalist mimarisinden, yaşam şekillerine, dillerine kadar her şeyde bu yalınlık seziliyor. Mesela düğün yapılması bile onlar için garip, karar verince gidip evleniyorlar. Soyadı yok, genellikle babanın bazen de annenin oğlu veya kızı olarak anılıyorsun. Mesela soyadı olarak Ericsonn erikin oğlu anlamına geliyor. Böylece 4 kişilik bir ailede 4 ayrı soyadı kullanılabiliyor. Kadın Freya kendi babasının kızı olarak Freya Gustafdottir, baba Jon kendi babasının oğlu olarak Jon Ericsonn, bu ailenin çocukları da Ali Johnson yada Ayşe Johndottir olarak geçiyor. Hatta isterlerse Freyason, Freyadottir olabilirler. Resmi evlilik dışında doğan çocukların diğerlerinden hiçbir farkı yok. Erkekler de isterlerse bir yıl ücretsiz babalık izni kullanabiliyor.
Dilleri çok yabancı gelmesine rağmen inanılmaz derecede yalın hatta masum. Mesela Dottifoss düşen sular anlamına geliyor. Hani meşhur patlayan volkan vardı ya. Bir türlü spikerler ismini okuyamıyordu. Bizim Nermin ‘’eyvah yallah yıkıl’’ diyordu. Aslı Eyyafjallajokül. Yani Eyyaf yalla yokul okumak lazım, Eyyaf dağının buzulu anlamına geliyor. Sadece entelektüel olarak yalın değiller, dünyada kişi başına en çok kitap okunan ülke İzlanda. Eşcinselliğe, evlilik dışı çocuklara son derece önyargısız davranılıyor.
Son olarak da muhtemelen İskandinav ülkelerinden kalkan korsan Vikinglerin İngiltere ve özellikle de İrlanda’dan kadınlar alıp bu adaya yerleştikleri ve oldukça izole bir şekilde yaşadıklarını, tarihlerinde bir çok kıtlık felaketinin, volkan patlamasının olduğunu söylemek lazım. Tuhaf bir şekilde hem Görland’a hem de Amerika kıtasına resmi keşiflerinden yüzyıllar önce gitmişler, bir şekilde beğenmeyip geri dönmüşler. Kendilerine özgü, tarihten gelen geleneklerini dışlamayan ilginç bir demokrasileri var.
Son sözün sonu olarak bir de hala bu adada Türk öldürmek kanun dışı sayılmıyor. Hikaye oldukça enteresan; Kanuni Sultan Süleyman döneminde bütün Avrupa’yı kasıp kavuran Jan Janszoon van Haarlem adında Hollandalı bir korsan bir gün kaçarak Cebelitarık boğazından o zamanlar Osmanlı toprakları içerisinde kalan Akdeniz’e sığınmak zorunda kalıyor. Derhal teslim olup islamiyeti kabul ediyor, Kanuni de siyasal sebeplerle onu Osmanlı donanmasında Küçük Murat Paşa adı ile işe başlatıyor. Daha sonra bu adam Osmanlı sancağı altında Avrupalılara ve İzlandalılara bir hayli korsanlık yapıp adam kaçırıyor. Bu kaçırmalar da ada tarihinde önemli yere sahip. O zamandan beri de adada Türkleri öldürmek serbest, ancak bu haklarını hiç kullanmamışlar.