Uzun bir zamandan beri gitmeyi düşündüğüm halde, araya bir sürü engel girdi, sonunda belki de hiç gidemeyeceğim demeye başlamıştım ki, en nihayet 2015 yılının Mart ayında umre’ye gitmeyi başardım. Ben umreye ya da hacca gitme planımdan söz edince pek çok arkadaşımın çok hevesli olduğunu görüp, hadi birlikte gidelim diyorduk, ama bir türlü arkadaşlarla birlikte hareket etmek mümkün olamadı, sonunda kimseye angaje olmadan, ‘’Gündönümü turizm’’ isimli yerel bir şirkete baş vurdum. Çünkü ben oldukça iyi bir gezginim, artık ölünce bana dünyanın her yerini gezdin de neden kutsal topraklara gitmedin diye hesap sorulacak diye kendimle dalga geçmeye başlamıştım.
Bu şirket 7 yıldan beri her yıl bir kez en az 10-15 kişilik guruplarla umre yapıyormuş, ama bu yıl ben başvurdum ya, artık benim bereketimden(!) mi neden bilemem, bütün umreciler vazgeçti, bir ben bir de rehberin akrabası olan Fatmagül hanım kaldı. Rehberin kendisi de böyle hafif bir tur ile umreye gidip hatim indirmek istediği için turdan vaz geçmedi. Sonuç olarak bir rehber, biz iki umreci ve bir de pek çok tur tarafından ortak olarak kullanılan bir hoca olmak üzere 4 kişi diyemeyeceğim, 3 biz, artı ¼ imam umreye gittik. Rehberimiz erkek olduğu ve bizimle birlikte her yere gelemeyeceği için akrabası olan hanımı sıkı sıkıya bana teslim etti.
Ben çalıştığım iş yerinde siyasi algılanmaktan korktuğum için pek de dile getirmeden gitmiştim. Ancak döndüğümde gazetelerde gerçekten de korktuğum gibi umreye gitmem rektör adayı olabileceğim gibi hiç aklıma gelmeyen bir şekilde siyasetle bağdaştırılmış bir şekilde yazıldı. Trabzon’da ya da bizim KTÜ’de günlük siyaset oldukça bel altından ve çirkin bir şekilde yapılır. Gitmeden önce konuştuğum hemşirelerden biri gözleri dolarak bana ‘’demek umreye gidiyorsunuz, bir de size ateist diyorlardı, ben zaten hiç inanamamıştım’’ demişti. O zamana kadar bunu ben duymamıştım, demek arkamdan beni kötülemek için kendilerince en kötü tanımlama olan solcu, sosyal demokrat gibi vasıflarıma bir de ateist eklemişler. Ben ateist olsam kime ne, onu da anlamış değilim ya neyse. Zaten gazetede de benim umreye gidişimin pek çokları tarafından hayretle karşılandığı gibi bir yorum da var. Benim umreye gitmemi bu kadar dünyevi günlük işlerle bağlayabilenlerin din anlayışını kendilerine terk ederek izlenimlerimi yazmaya çalışacağım.
Daha önce Kudüs’e de gitmiştim, orada her taş olduğu gibi muhafaza ediliyor ve insanların canı pahasına sahipleniliyor. Böylece tarihi görerek değil, adeta yaşayarak sokaklarda geziyorsunuz. Medine ve Mekke de ise tarihi mekanların hiç birini muhafaza etme gayreti yok, her şey yıkılıp yerine yenisi yapılıyor. Beni en çok şaşırtan ise Kabe’nin hemen yanı başında devasa gökdelenlerin yapılmış olması. Evet benim için kolaylık oldu, yattığımız oda da ‘’ el haram’’ da bulunduğundan, otelin mescidinden ‘’Beytullah’’ tepeden görüldüğünden, istesem hiç dışarı çıkmadan da ibadet yapabilirdim. Ama yazık, orada Allah’ın evi dediğin ‘’kabe’’nin tepesine heyula gibi bu binalar dikilir mi? Benim bildiğim ABD’nin başkenti Washington DC. şehrinde Beyaz saraydan daha yüksek bina yapılmasına izin verilmiyor.
Bir diğer şaşırdığım nokta da, coğrafya olarak bu denli şanssız bir bölgede bütün insanlık tarihinin yazılmış olması oldu. Mekke’nin 12 000 dağdan meydana geldiği söyleniyor, gerçekten de etraf volkanik bir arazi, yanık taşlardan, tepelerden başka bir şey yok, tabiat adeta büyük bir kömür madeni gibi. Ben daha önce Amerika’da, Orta Asya’da ve Afrika’da başka çöller de gördüm, hiçbir bu kadar ürkütücü değildi. Daha önce gördüğüm volkanik arazilerin belli bir ürkütücü tarafı vardı, ama hayran olunası bir görkemleri de vardı, burası oralara da benzemiyor. Uzun sözün kısası özellikle de Mekke tarafı coğrafya olarak çok kasvetli. Görünen ve anlatılan o ki ‘’zemzem’’ suyu olmasa burada insan yaşaması pek mümkün değil. Zemzem’i ilk kez Hz Hacer bulmuş, ama bu su defalarca kaybolmuş, sonra tekrar bulunmuş. Şimdiki zamanda bir rivayete göre içine başka su eklendiğinden, diğerine göre ise içine çamur karıştığı için işlemden geçirildiğinden tadı biraz farklılaşmış, eskiden tuzlu gibi bir tadı varmış, şimdi ise çok hafif bir tadı var, su içtiğinizi bile anlamıyorsunuz.
Hz İbrahim’in eşi Hacer’i küçük bir çocukla tek başlarına bu coğrafyaya bırakmış olması, dahası Hz Adem le Havva’nın dünyaya kovulduktan sonra bu coğrafyada buluşup, dünya üzerindeki insan hayatını başlatmış olmaları, Hz Muhammed’in böyle bir çevrede insanlara mesaj getirmek için seçilmesi, şimdiki algılarımla akıl sır erecek işler değil. İnsanın gerçekten aklı almıyor.
Bir başka önemli izlenim ise yazılara sığmayacak bir sosyal olgu. Biz pek de kalabalık olmayan bir mevsimde gitmiş olmamıza rağmen Mekke’de muhtemelen milyonlarca insan vardı. Mescidi haramda iki milyon kişi birden namaz kılıyor. Beytullah etrafında 3000 yıldan beri aralıksız süregelen bir tavaf meselesi var. Bu kadar çok insan resmen kendine has aklı ve davranış modeli olan farklı bir organizma oluşturuyor. Birlikte hareket ediliyor, namaz vakitlerine doğru insanlar sokaklarda bir mıknatısa doğru çekilen metal parçaları gibi ‘’Kabe=Beytullah’’a doğru akıyorlar, Mescidi haramı, çevresindeki bütün sokakları, alışveriş merkezlerinin zemin katlarını dolduruyor, hep bir örnek namaz kılıyor, namazdan sonra yine eşsiz bir şekilde uzaklaşıyorlar. Erkekler genellikle beyaz giydiklerinden, diğer renkler de bir şekilde görünmez olduklarından bütün bu kalabalık sanki beyazlar içindeymiş gibi görünüyor. Namaz saatleri hariç tavaf 7/24 her saniye devam ediyor. Mescidi haram içinde iken bu kalabalığın, bu garip organizmanın bir parçası oluyorsunuz, halının üzerinde yatan pek çokları gibi dinlenmek için halıda yatarken tam burnunuzun dibinde kirli bir topuk görüp, hiç de aldırış etmiyorsunuz mesela. Etrafınızdaki herkesle dilinizle, gözlerinizle yada dokunarak bir şekilde iletişim kuruyorsunuz.
Tavaf sırasında kadın erkek ayırımı yok, hiçbir şekilde kaçgöç yok. Ama tur şirketleri hacılarını kaybetmemek için mesela eşarplarında ayırt edici bir renk kullanıp, erkek umrecileri sıkı sıkıya birbirlerine kenetleyip, ortaya da kadınları alıp, öyle tavaf yaptırıyor. Bu küme halindeki tek renk eşarplar da tavaf resimlerinde oldukça ilginç bir görüntü oluşturuyor.
Tavaf bittikten sonra hele de namaz saatlerinde kadın olmak ‘’Kabe’’de bile zor. İtilip kakılıp, ayak altından ve göz önünden uzaklaştırılıyorsunuz. Biz böyle bir muameleye maruz kalıp da sinirlenmemek için, mesela ikini namazına gitmek için öğle namazı dağıldıktan kısa bir süre sonra kadınlara ayrılmış bölmeye gidip orada uzun uzadıya zaman geçirip, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kılıp öyle terk ettik. Bu arada abdest ne oluyor diye sormayın, o kadar sıcak var ki, ne kadar su içerseniz için zaten böbreklerinizi unutuyorsunuz. Dolayısı ile abdest saatlerce sağlam kalıyor. Eğer kılacağınız vakit namazına yakın bir zamanda yer ararsanız asla mescitte bulamazsınız, birkaç kez sırf bu deneyimi de kaçırmamak adına sokakta namaz kıldık. Arkadaşımın kalın bir polar şalı benim de hafif bir bez seccadem vardı. Her yere onları serip işimizi gördük. Gideceklere mutlaka sokakta namaz kılmalarını bir de mescitlerde uyumalarını öneririm.
Bu arada Kabe imamı Mahir hocanın sesi de büyüleyici, insan okuması hiç bitmesin istiyor. Hatta bir sabah kendi sesinden kendisi bile etkilenip, okurken ağlamaya başladı da nasıl toparlanacağını bilemedi.
Başka bir gözlem de bizim Anadolu köylüsü çiçekli şalvar, üzerinde kalçaları örten bir yelek ve büyükçe bağlanmış yaşmaktan meydana gelen üniformaları ile derhal göze çarpıyorlar. En acı tarafı da en cahil umreciler bizimkiler. Benimle konuşan Pakistanlı, Endonezyalı bütün kadınlar bir Türk kadını olup da İngilizce konuşabildiğime inanamadılar. Her gün yolunu kaybetmiş birkaç Türk umreci ile karşılaştık. Bizim kadınlarımızın okuma yazması yok, ya da çok yetersiz, ömrü boyunca değil Türkiye’den muhtemelen köyünden dışarı çıkmamışlar. Üstelik Umre turlarına verdikleri para da onlar için bir ömürde bir kere biriktirilebilecek bir para, ama onları alıp da Umreye götüren turlar galiba kendilerini köle tüccarı sanıyorlar. O kadar kötü otellerde o kadar ilkel şartlarda umre yapmak zorunda bırakıldıklarına inanamadım. Biraz şikayet etseler imamları ‘’buraya lüküs otellerde tatil yapmaya mı geldiniz’’ diye azarlıyor. Kadıncağızlar ‘’bana biraz sabun verin ben temizlerim’’ diye otelleri temizlemeye kalktılar. Üstelik bu kötü otellerin çoğu da Türklere ait. Mutlaka Türk hacı ve umrecilerin fiziki şartları iyileştirilmeli. Çoğunun okuması olmadığına göre daha fazla görevli ile desteklenmeli, onlara kayboldum stresi yaşatmamalı. Ayrıca daha da önemlisi imamların bilgileri de gözden geçirilmedi. Çünkü bu güzel insanlar gerçekten de kandırılmaya çok açık. Doğru bilgilerle donatılmış din adamlarına ne çok ihtiyaç var.
Umreye gidip de döndükten sonra çok pislik olduğunu söyleyen pek çok kişi duymuştum. Buna o kadar da katılmıyorum. Araplar hem Medine’deki ‘’Mescid-i Nebevi’’yi hem de Mekke’deki ‘’Mescid-i Haram’’ı gerçekten temiz tutmaya çalışıyorlar. Sürekli süpürülüp, ilaçlanıyor, hatta ‘’Mescid-i Haram’’ namaz vakitlerinin arkasından makinelerle temizleniyor. Ama bunca kalabalığa yetişmek mümkün olmuyor. İnsanlar mescitlerde ibadet etmekle kalmayıp, uyuyor, yemek yiyor, sosyalleşiyor ve çocuklarını bakıyor. Kalabalık çekilince yerler miting dağılmış gibi kirlenmiş oluyor.
Bu arada dikkat çeken şeylerden biri de bir sürü minik bebek, küçük çocuk olması idi. Çocuklar ağlayarak annelerine namaz kıldırmıyor, ya da anneleri namazda iken kaçıp uzaklaşıyorlar. Annesi hiç aldırmayıp namazına devam etse de, ben ‘’eyvah çocuk kaybolacak’’ diye gözümü çocuktan ayıramıyordum mesela. Bir oturuşta bir annenin bebeğinin bezini tam ‘’Kabe’’nin dibinde değiştirdiğini gördüm.
Birlikte gittiğimiz hanım ilk kez yurt dışına çıkıyordu. Bütün gezi boyunca eşi ve çocukları ile konuşmalarından, dönüşünün ne kadar muhteşem olacağını anladım, çünkü sürekli dönüş saatini veriyor ve karşılanmayı bekliyordu. Bütün bir hafta boyunca evinde oturup misafir bekleyecekti, 30 kg hurma ve bir sürü de hediyelikle aldı, bir sürü hediyeyi de ta Trabzon’da iken çoktan hazır etmişti zaten. Gelirken yanında dolmalar, börekler, hatta peynir, zeytin, sanırım 8-10 kg yiyecek getirmişti, ilk birkaç gün boyunca bunları yemesine rağmen yiyeceklerin pek çoğu ya küflendi, ya da ekşidi. En başarılı yolluk kavrulmuş fındıklar idi, onlar da son 2-3 güne kalmadı. Gideceklere öneri olarak yanınıza kuru yemiş dışında bir şey almasanız çok iyi olur, öğlen yemekleri yenmiyor, ama namaz aralarında kavrulmuş fındık, hurma zemzemle bayağı doyurucu cami piknikleri yaptık.
Fatmagül hanım çok komik bir hanımdı, benim elimde bir Yasin kitabı vardı, ama okuması oldukça yavaş olduğundan, pek kitap okumuyor, mescitlerde bir sonraki vakit namazını beklediğimiz sürelerde devamlı olarak birer günlük kaza namazları kılıyordu. Ben ise onun kadar çok namaz kılmayıp, biraz çevremi gözleyip, biraz dua okuyup, biraz da düşünceye dalmayı tercih ediyordum. Zaten ne zaman vakitsiz namaz kılmaya kalkışsam, oda arkadaşım önce böğrüme bir dirsek geçirip, daha sonra merakla ‘’haci ne gılaysın’’ diye soruyordu. Aman yapma ben de senin kıldığın gibi bir namaz kılmaya çalışıyorum, başka ne kılabilirim ki? Bazen komik, bazen sinir edici ama her seferinde acı verici olan bu tecrübeyi de paylaşmak istedim.
Bu mescit oturmaları dışında otel odasının kapısından dışarı adım attığımız andan itibaren sol elimi sıkı sıkıya tutuyor ve hiçbir şekilde bırakmıyordu. O kalabalıkta elim bileğimden burkuluyor bazen de omuzumdan çıkacak gibi oluyordu. Bir seferinde 15 dakikalığına bir birimizi kaybettik, ne kadar panik yaşadığını fark ettiğimde kadıncağızın bana güvenerek hiçbir şekilde yollara dikkat etmediğini kavradım. Bundan sonra ona bir çocuğa öğretir gibi, onun beni götürür gibi yapmasını sağlayarak yolları öğretmeye çalıştım. Geçtiğimiz yolları, kapıları, asansörleri, hatta kapıları nasıl açacağını bile gösterdim. Eğer beni kaybederse korkmamasını sağlamaya çalışıyordum. Ömür boyunca önce babası, daha sonra da kocası tarafından bütün ihtiyaçları karşılanmış bu kadına bir şey öğretmeye çalışmam onu oldukça şaşırttı. Bir gün oda arkadaşım yanımızdaki bir Türk kadınla sohbet ederken ben de uyur numarası yaparak biraz içime dönmeye çalışıyordum. Kadına benim üniversitede hoca olduğumu söyleyerek, aşikar Trabzon lehçesi ile ‘’her şeyi öğretiyor, birkaç gün daha kalsak bana İngilizce bile öğretecek’’ dediğini duydum. Kadıncağız ömrü boyunca başkalarına güvenmenin bir erdem olduğu söylenerek yaşamış, benim ‘’sen bana değil kendine güvenmelisin’’ sözüm ona biraz ters geldi demek ki.
Önce Medine’ye gittik. Medine nispeten daha sakin bir yer. Kaldığımız otel ‘’Mescid-i Nebevi’’ ye yakınlığı dışında oldukça kötü bir oteldi. Lavabosu tıkalı, banyosu su sızdıran, yemekleri oldukça kötü olan, pencereleri açılmayan bir oteldi. Ben 10 gün nerede olsa kalırım diye kendimi kurguladığım için 4 geceyi bu şartlarda geçirmeyi başardım, yoksa pek kalınacak yer değildi.
Medine’deki Hz. Muhammed’in türbesinin ve Ravza’sının bulunduğu mescit gerçekten görülmeye değer. Dışarıdaki alanda gün ışığına göre açılıp kapanan şemsiyeler, caminin içinde açılabilen kubbeler, sürekli bir şekilde seperatörlerle değiştirilen ve bazen kadınlara bazen de erkeklere açılan ‘’Ravza’’ ziyareti çok ilginçti. Peygamberin naaşı kendi yaşadığı eve gömülmüş ve üzerine de türbesi yapılmış, birkaç adım ötesinde ise yaşarken bizzat kullandığı mescit var. Evi, yani türbesi ile mescidi arasındaki yer ‘’Ravza’’. Burada halılar kırmızı değil de yeşil renkli, bu yeşil halılar üzerinde 2 rekat namaz kılmak gerekiyor, ama mahşeri bir kalabalık olduğundan değil namaz kılmak bu bölgeye girmek bile oldukça zor. Oda arkadaşım bu konuda pek becerikli çıktı, beni elimden tuttuğu gibi koşturup, en önde olmamızı sağladı, daha sonra da nereden çıktıklarını anlamadığım, iki Türk kadın bizim yeşil halı üzerinde namaz kılmamızı sağlamak için kendi gövdelerinden duvar oluşturdular, daha sonra kendilerine sıra gelince de ‘’ bize bir şey olmaz, siz gidin’’ deyip bizi yolladılar. Tuhaf ama bazılarının girmeyi bile başaramadıkları bu yerde farklı zamanlarda tam 3 kez namaz kılmayı ve hayli zaman geçirmeyi başardık.
Medine’de bundan başka Uhud ve Hendek savaşlarının olduğu yerlere gidiliyor. Her iki savaş alanı da pek korunmamış, ama Uhud savaşının olduğu bölgeye gece gitmemiz oldukça etkileyici oldu. Buradaki şehitlik ve Cennetül Baki denilen ve peygamber mescidinin yakınında yer alan mezarlıkların o yalın halleri oldukça etkili. Dümdüz taşlık arazide son derece gösterişsiz mezar taşları var, bu yalınlık o mezarlıklara gerçekten çok derin bir mistik hava katıyor. Ne yazık ki kadınların mezarlıklara girmeleri yasak, çünkü ciddi taşkınlık yapabiliyorlarmış. Bu mezar yerleri bana Çanakkale’deki temsili mezarlıkları değil ama savaş hastanelerinin yakınlarındaki gerçek şehitlikleri hatırlattı.
Medine’de iki kıbleli mescit anlamına gelen ‘’Kıbleteyn mescidi’’ var. Hz Muhammed Mekke’de iken önüne ‘’Kabe’’yi alıp öyle Kudüs’e dönermiş, Medine’ye geldiğinde ise Kudüs ile Kabe’yi aynı düzlemde tutamadığı için sadece Kudüs’e dönerek namaz kıldırmış, ancak bir türlü içi rahat etmez ve gök yüzüne bakarak emir beklermiş. Tam da bu mescitte namaz kıldırırken vahiy gelmiş ve o zamana kadar Kudüs olan kıble ‘’Kabe’’ olarak değiştirilmiş. Böylece Peygamberimiz de aynı namazın içinde önce Kudüs’e daha sonra da ‘’Kabe’’ye dönerek namaz kıldırmış. Bu mescitte namaz kılmak gerçekten ilginç bir deneyim idi, vahiy inen yerlerin gerçekten de çok daha yüksek bir enerjilerinin olduğu çok net fark ediliyor. Ben böyle düşünürken tam da namaz kıldığım yerin önünde en sevdiğim renkler olan sarılı yeşilli akik bir tespih buldum. Bu tespihi önce sahibini arayıp bulamadıktan sonra da ‘’Kıbleteyn mescidi’’nin bana bir hediyesi olarak kabul ettim ve tespih koleksiyonuma ekledim. Bu olay bana göre çok özel bir deneyim idi, ben gidip de dükkanda arasam bu kadar hoşuma giden bir tespih bulamayabilirdim.
Medine’de bir de peygamberin bizzat inşa edilmesine yardım ettiği ve bizim imamın söylediğine göre niyet ettikten sonra burada kılınan 2 rekat namazın bir umre yerine geçtiği ‘’Kuba mescidi’’ var. Elbette eski halinden eser kalmamış, Hz Osman’ın peygamberin yüzüğünü düşürdüğü kuyu da burada. Bu kuyu başında iken imamımız oldukça siyasi bir yorum yaptı. Hz Osman bu yüzüğü kaybedince aslında halifeliği de kaybetmiş olmuş, bundan sonraki halifeler –yani Hz Ali ve diğerleri- onun fikrine göre pek de halife sayılmazmış. Bu bence haddini aşan, biraz garip bir konuşmaydı. Her neyse bu mescitte de iki kez umre niyetine namaz kıldık.
Medine’den Mekke’ye doğru giderken Zulhuleyfe denilen yerde ihrama girdik ve bundan sonra ‘’Lebbeyk Allahumme lebbeyk. Lebbeyk la şerike leke lebbeyk. İnnel hamde, vel niğmete, leke vel mülk. La şerike lek.’’ Ve ‘’Allahü ekber’’ diye diye Mekke’ye doğru yol almaya başladık. Mikrofonda her boş kaldığı anda ilahiler okuyan bir hoca vardı. Otobüsteki umrecilere bu duaları yaptırırken iyice coştu, hoca coştukça yolcuların sesleri gittikçe sesler yükseldi, nameler marş havası aldı, öyle bir an geldi ki ‘’biz galiba Mekke’yi fetih etmeye gidiyoruz’’ diye düşünmeye ve sinir krizi şeklinde gülmeye başladım.
Yolculuk günü galiba en zor gündü, çünkü sanırım kimse yanlışlıkla ehram yasaklarını delmeye fırsat bulamasın diye Mekke’ye iner inmez, yorgun argın, hemen umre yaptık. Ancak sabahın üçünde otelde yatmaya gidebildik. Umre için ihramlı iken 7 kez Kabe’yi tavaf ettikten sonra Safa-Merve tepeleri arasında 4, diğer yönde 3 kez yürüyorsun. Bütün bu sırada imamlar yüksek sesle dualar okuyor. Yol yorgunu o kalabalıkta kendine bir yol bulmaya, başkalarının seni ezmemesini sağlamaya ve de guruptan kopmamaya çalışırken bir hayli yıpranıyorsun. Ayaklar da çıplak olduğundan mermer zemine basa basa resmen falaka dayağı yemiş gibi oluyorsun (Gideceklere elde örülmüş ev patikleri vardır ya onlardan giymelerini ve hatta içlerine de ayak sobası denilen tabanlıklardan yerleştirmelerini şiddetle öneririm).
Mekke Medine’den çok daha kalabalık bir yer, çok şükür ki burada tam da ‘’Kabe’’nin karşısında 5 yıldızlı bir otelde kaldık. Kabe’de özellikle yapılması gereken birkaç şey var. Bunlardan biri Hz İbrahim’in bir muhafaza içinde bulunan ayak izini görmek, diğerleri çıplak Kabe duvarına el sürmek ve Kabe’nin içi olduğu kabul edilen bir dış alanda 2 rekat namaz kılmak. Bir de herkesin yapmaya çalıştığı ‘’Hacer’ül esvet’’ taşına el sürmek veya öpmek. Bize sakın ‘’Hacer’ül Esvet’’ taşına yaklaşmaya çalışmayın çünkü kemikleriniz bile kırılabilir, ama diğerlerini mutlaka yapın dediler. Biz de Allah tarafından ilk tavafta bütün bunları yapmayı başardık, böylece bir daha o kadar kalabalığı girmek için mücadele etmeye gerek kalmadı. Nispeten daha sakin olan dış kısımda hatta üst köprüde tavaf yaptık.
Daha sonra Hz Aişe’nin camisinde ve Cirane denilen yerlerde de ayrı ayrı ihrama girip 2 umre daha yaptık. Ayrıca Arafat’ı, Cebelül Rahme’yi, Sevr Dağını, Hira Dağını, Müzdelife ve Minayı da gördük.
Cebelül Rahme Arafat ortasında Hz Adem ile Havva’nın buluştuğuna inanılan dağ, Müzdelife Adem’le Havva’nın birleştikleri yer, Mina Hz İbrahim’in Hz İsmail’i kurban etmek üzere götürdüğü yer, Sevr Dağı Ankabut süresinde geçen müşrikler peygamberi bulamasınlar diye örümceklerin önüne ağ ördüğü mağaranın bulunduğu dağ, Müzdelife ve Mina arasında, Fil suresinde geçen vakanın olduğu vadi, Nur dağı (Hıra dağı yada secde Dağı) da Kabe’yi gören ve gerçekten de secdeye varmaya gidiyormuş gibi duran ve Hz Muhammed’e peygamberliğin ilk ayetlerinin (İKRA Suresi) indiği dağ. Sonuçta insanın etkilenmemesi mümkün değil. Ama keşke tarihe biraz daha saygı olsa, insanlara biraz daha saygı olsa.
İlginç bir şekilde Suudi Arabistan hükümeti insanlara canlı iken göstermediği saygıyı, eğer kutsal topraklarda ölürse gösteriyor, hemen hemen her vakit namazında birkaç cenaze kalkıyor. Anlayacağınız cenaze namazımı milyonlar kılsın isterseniz gidip orada ölmekte fayda var. Öyle ya Mekke’de ölen her Müslümanın cenazesinde herhangi bir devlet başkanının cenazesinden kat kat fazla cemaat oluyor. Cenazeyi kutsal toprakların misafiri kabul edip, kendi topraklarına, kendi bildikleri gibi gösterişsiz mezarlara gömüyorlar, tabii ailenizin bundan sonra sizi ziyaret edebilmeleri çok zor. Tercih sizin kalabalık cenaze namazı mı tercih edersiniz yoksa akraba ziyareti mi?
Dikkatimi çeken bir başka şey de bir çok kişinin defalarca umre ve hacca gitmeleri oldu. Hatta bir genç kız geçen sene umreye gelmiş ancak bu sene de umre çıkınca kaçırmak istemediği için önemli bir sınava girmeyip umreye gelmişti. Oda arkadaşımla birlikte bir bu kıza çok kızdık, bir de iki aylık bebeğini kapıp gelen Ankara’lı bir kıza. Öyle ya her şeyin bir zamanı var, zaten bir kez gelmişsin umreye tekrar geleceğim diye sınavdan nasıl vazgeçersin, belki bir daha kazanamazsın, yazık değil mi sana? Ya da o küçücük bebekle bu sıcakta umrede ne işin var, yorgunluktan sütün bile kesilir, yazık değil mi bebeğine? Her neyse eleştirmek bana kalmamış elbet bir bildikleri vardır. Ama ben bir daha umreye gitmem, ancak Hac olursa o başka tabii.
Bu arada baş örtüsüne alışık olmadığım için giderken kendime kar maskesi gibi bir örtüler almıştım, ama bunlar hiç de pratik çıkmadılar, gevşeyip sürekli saçlarımı alnımdan, kulak önlerimden açıkta bıraktılar, hatta secdeye varınca başıma geçip ensemi açıkta bıraktılar. Sonuç olarak atadan kalma usullerle yaşmak bağlayan Fatmagül hanım bu konuda çok daha tertipli idi. Ama bu arada benim feracem onunkinden daha iyi idi. Ferace boynumdan etek ucuna kadar fermuar ile kapandığından çok muhafazalı oldu, altına da bir penye ile tayt giydim. Bu fermuarlı kıyafet düğme ya da çıt çıtla kapananlara göre çok daha kullanışlı, gideceklere tavsiye ederim. Hatta boncuksuz bir ferace seçtiğimden bizim hocanın takdirini bile kazandım.
Bazı arkadaşlardan o kalabalıkta içe dönmekte ve tefekküre dalmakta zorlandıklarını duymuş ve sanki kalabalık olmasa daha kuvvetle, daha derinden ibadet etmenin mümkün olabileceğini düşünmüştüm. Gerçekten de otelin mescidinde yalnız başıma oturup aşağıda görünen Kabe’ye, tavafa, insanların namaz için toplanıp dağılışlarına baktığım zaman, olayı biraz daha uzaktan görüp, çok daha farklı hissettim. Ancak bütün bu deneyimi o kalabalık olmadan yaşamayı düşünmek delilik, çünkü zaten insanı en çok etkileyen birbirinden bu kadar farklı onca insanın aynı iç huzurunu bulmak ve arınmak için bir araya gelmeleri. O tavafın bir parçası olmakla, 3000 yıldan beri orada tavaf yapan ve bundan sonra da yapmaya devam edecek olan sayısız insanla birlik oluyorsun, bırakın inanç boyutunu, sosyolojik boyutu bile akıl almaz büyüklükte olan bir döngünün parçası oluyorsun.
Hastalanırım diye korkmuştum ama ilk iki günde dehidrasyon dışında gayet güzel idare ettim, tam boşuna ilaç taşımışım derken dönüş günü hem Fatmagül hanım, hem de rehber Halil hastalandı. Bir kutu antibiyotiği ikisi arasında paylaştırarak hekimlik vazifemi de yapmış bulundum. Bu arada Cidde havaalanında rehber için burun damlası ararken havaalanı eczanesinde bal satıldığını gördüm. Garip geldiği için rehbere gösterdim. ‘’Burada ağaç çiçek yok, bal ne gezer’’ diye terslendi. Ben de iyi ya onun için eczanede satıyorlar dedim. Neyse beyimiz gülmeye başladı yoksa yeni bir kavga daha patlak verebilirdi.
Son gün Cidde’de Kızıl denize ve Havva anamızın mezarı olduğu düşünülen, deniz içine inşa edilmiş bir camiye bakarak piknik yaptık. Bütün bu yolculuk boyunca Türkiye’den oraya çalışmaya gitmiş bir çok insanla tanıştık ve onlardan hizmet aldık.
Son olarak da meğer Trabzon’da bir hayli tanınan, fakat benim ilk kez gördüğüm, oldukça ilginç bir yaradılışa sahip rehberden de söz etmemek mümkün değil. Trabzon’da ilk gördüğümde renkli giysileri ve külahı dikkatimi çekmişti, Arabistan’da ise fellah elbiseleri ile dolaştı. Saç sakal birbirine karışmış bir halde Mekke sokaklarında dolaşırken Arapların bir hayli ilgisini çekti. Durup dururken çeşitli davetler aldı. Bütün yol boyunca birbirimizle kavga ettik, ben buraya güya sevap almaya gelmiştim, katil olup döneceğim deyip durdum. İlk günlerden birinde rehberimizle hocamız, bize sabah namazının hemen arkasında cami avlusunda buluşup dua okumak için randevu verip, sonra da uykuya dalıp öğleden sonraya kadar ulaşılamaz olunca, bayağı kavga çıkarttım. O gün cami içindeki sebillerdeki suların da zemzem suyu olduğunu bize söylemeyi unuttuklarını öğrenince resmen boğazına dalacak gibi oldum. Epey bir süre ne olmuş yani uyuyakaldık işte filan dedi, ama sonunda eğer aynı şeyi biri ona yapsa daha büyük çıngar çıkaracağını itiraf etti.
Anlattığına göre bir çok kardeşin içinde en başarılı olanlardan biri imiş, kendince bunun sebebi annesinin ona hamile iken, belki düşer ümidi ile 7 ay tarlalarda çalışması. Ben daha anne karnında iken mücadeleye başladım, ne çektim yaşama tutunmak için, elbette başarılı olacağım diyor. Bir gün söz oraya nereden geldi ise Schliemann’dan bahsettim. Bana ‘’sen Schliemann’ı nereden biliyorsun’’ demesin mi? Cevabım ‘’Ben Schliemann’ı okumaya başladığımda sen daha ananla tarla yollarına düşmemiştin’’ oldu.