Kaplıcaları ve Türk hamamlarını severim. Dolayısı ile buralarda epey anı biriktirdim.
Hayatımda ilk kez Ankara’da hamama gittim. Dönem 5’te, yani 5. Sınıfta, 2 aylık halk sağlığı stajımız vardı. Bu stajda 5-6 hafta boyunca hafta içi günlerde köyde yaşamamız ve köy sağlık ocağında hekimlik yapmamız gerekiyordu.
Biz Ankara’ya çok yakın Macun denilen bir köyde staj yaptık. Yanılmıyorsam ben, Dilek, Afitap, Zehra ve Mukadder olmak üzere 5 kişilik oldukça kalabalık bir guruptuk (Bu köyde ilginç bir fare deneyimimiz de olmuştu). Biz hepimiz elbette şehir çocuğuyuz, içimizde galiba bir tek kişi daha önce soba yakmış idi. Oysa bizim o köyde yaşamak için lojmanımızdaki kömür sobasını yakmamız gerekiyordu. Biz de sadece hayatta kalabileceğimiz kadar ısınabiliyorduk. Sular oldukça soğuk aktığı için ellerimizin ve yüzümüzün kısıtlı alanını yıkıyorduk. Hafta sonlarında şehre döndüğümüzde ellerimizin bileklerden yukarısı, boynumuz, kulak arkalarımız bayağı is karası oluyordu. O yıl Kıbrıs harbinden sonra Türkiye’ye uygulanan ambargonun beşinci yılı idi (1979-2980 kışı). Akar yakıt olmadığından hastaneden bile kalorifer yanmıyordu. Şansımıza da muhtemelen hayatımda gördüğüm en soğuk, en kara kıştı, Ankara sokaklarında erimeyen buzlar vardı. Dolayısı ile yurtta yıkanmak gibi bir seçeneğimiz de yoktu (O kış yatağa bile kilotlu yün çoraplarla giriyorduk).
Biz de her hafta sonu yıkanmak için bize en yakın hamam olan Yenişehir hamamına gidiyorduk. Madem hamama gelmişiz, bari keyif yapalım düşüncesi ile kendimize kese, masaj ne lazımsa yaptırıyoruz. Fakat kadın sadece bir haftada biriktirmeyi başardığımız is karasına şaşınca ‘’biz Zonguldak madenlerinde çalışıyoruz’’ demek zorunda kaldık. Yalandan kim ölmüş? Ayrıca dikkat edin, söylediğiniz yalan ne kadar saçma olursa karşınızdakinin size inanma ihtimali o kadar yüksek oluyor. Hamama gide gele artık tellaklar üzerindeki sürpriz faktörümüzü kaybettik, bir şekilde çantadaki keklik haline geldik. Bir seferinde bize hamam tası vermediler. Ne olursa olsun, gene oraya gideceğimizden emindiler ne de olsa! Bizim kızlar oldukça sinirlendiler, ama ben kavga etmeye değmez diyerek, kalın bir naylon torbaya su doldurup, torba torba suyu bir birimizin başından dökmeyi akıl ettim. Bu keşiften sonra bir daha hiç hamam tası kullanmamıştık. Arkadaşlarımdan biri bu çakma duş keşfimi mezuniyet kitabımızda da yazdı. Daha sonra Ayşegül yıllığımızı emeklilik törenime de getirdi. Dekan yardımcımız Prof Dr Faruk aydın törende bu yazıyı okuyup şaşırınca, ben de bütün hikayeyi orada anlatmak durumunda kaldım.
Galiba 2012-2014 yılları arasında Sağlık Bakanlığının bir çalıştayına dahil oldum. Sağlık Hizmetlerine Çok Sektörlü yaklaşım projesi aslında rahmetli Talat Bahçekapılı’ya aitti. Bu çalışmanın ana fikri sağlık hizmetleri sadece Sağlık Bakanlığı’nın çalışması ile olabilecek bir şey değil; kanunlardan belediye hizmetlerine, aile ve sosyal hizmetlerden maliyeye bir çok sektörün ortak kararlılığını ve eş güdümünü gerektiren komplike bir iş birliği gerektiriyor. Biz de tedavi hizmetlerin koordinasyonunun planını yapmak üzere çeşitli masalardan meydana gelen bir çalıştay oluşturduk.
Ben de ‘’sosyal pediatri’’ masasının moderatörü olmuştum. Hemen her ay her masanın moderatörlerinin öngördüğü konuların uzmanlarından oluşan ekipleri bir araya gelip, bir hafta boyunca çalışıyorduk. Bu çalışmaları genellikle yaşadığımız şehirden uzakta toplanarak yapıyorduk, böylece saat kısıtlaması olmadan, tamamen yaptığımız işe odaklanıyorduk. En çabuk raporunu yazan masa benimki oldu. Çünkü arkadaşlar hem konularında çok bilgili çıktılar hem de onları resmen köle tüccarıymışım gibi çalıştırdım. Daha sonra bu çalışmanın bütçelemesini yaptık. Ancak Talat bey bakanlıklara bu bütçeyi kabul ettirme konuşmasını yapamadı, çünkü stresten kalp krizi geçirerek rahmetli oldu.
Bu kadar kısa zaman tanıyıp, bu kadar sevdiğim çok nadir insan olmuştur. Allah’ın rahmeti, merhameti üzerinde olsun. Talat cennette melekleri bile çalıştırır, eminim. Benden bir sonraki sene tekrar birlikte çalışmak için söz almıştı. Sözüm söz, sadece gerçekleştirmek öbür dünyaya kaldı, o başka.
Her neyse bu çalışmaların bir ayağı da Kayseri’de idi. O hafta sosyal pediatri hocası Prof Dr Serpil Baysal da bizimleydi. Daha önce tanışmıyorduk ama yaşlarımız ve dünya görüşümüz yakındı. Bir öğlen yemeğinde dışarı çıktık, konuşurken benim Karadeniz Teknik Üniversite’sinde çalıştığımı öğrenince ‘’benim çok yakın arkadaşlarımdan birini kızı orda asistan, onlar çok geziyorlar, hamama bile gidiyorlarmış’’ demesi mi? Dedim ki ‘’onları hamama götüren hoca benim’’.
Nereye gittim de rezil olmadım ki?
Ne olmuş yani? Evet asistanlarımla birkaç kez, akşamları, iş çıkışında ‘’tarihi meydan hamamını’’ kapatıp, dolmalı, börekli, kuru köfteli, kahveli, göbekli, horonlu, zılgıtlı, gelinsiz ‘’gelin hamamı’’ yapmışlığım vardır. O gecelerde nöbete erkek asistanları koyup, hamama gelecek olan kızları boşa çıkarıyorduk. Bazen kızların kocaları da bizden kıskanıp erkekler hamamına gidiyordu. Biz ise çağa çoluk, hamama gidip, yıkanıp, kese, köpük, masaj, yeme içme, horon resmen alem yapıyorduk. Hatta doğum günlerimden birini de hamamda kutlamıştım. Gamze ile kızı da gelmişti. Ceylin o kadar etkilendi ki, kendi doğum gününün de böyle alternatif bir mekanda olmasını istedi.
Kaplıca da çok severim. Havza’dan Yalova’ya, Afyon’dan Bursa’ya, Kızılcahamam’dan Rize Andon’a bir çok kaplıcayı denemişliğim vardır.
İlk kaplıca gezimi Sermin’le Afyon’daki Oruçoğlu tesislerine yapmıştım. Buraya kadar gelmişken her bir şeyi deneyelim düşüncesi ile içinde bol bol otların, çöplerin yüzdüğü, çamurlu birer küvete girip, neredeyse baygın halde zorla çıktığımızı hatırlıyorum. Sonradan öğrendiğimize göre meğer bu banyo kadın hastalıklarına ve yüksek tansiyona iyi geliyormuş, ancak ikimizde de kadın hastalıkları yok, ikimizin de tansiyonu zaten düşük. Küvete girince demek tansiyonlarımız daha da düştü, Sermin akıllılık edip erken çıktı, bense inat edip daha uzun kaldım, küvetten yardımsız çıkamayacak hale geldim. İkimiz de uzun uzadıya yatarak, zor kendimize geldik.
Her neyse bu gezide Sermin her zamanki gibi bir çok arkadaş edindi. Bir Çeçen aile ile arkadaş oldu. Bir de garip bir ana kız buldu. O zamanlar henüz cep telefonları çok yeni, kadının elinde kullanmayı bilmediği bir telefon var. Çeçen kadından öğrenmek istiyor. Bize ‘’ben kızımın babasından boşandım, şimdi bir otobüs firmasının sahibinin metresiyim, hacı benim annemi ziyaret ettiğimi sanıyor, ama kaplıcaya geleceğimi de biliyor, bu telefonu da bu geziye çıkmadan hemen önce aldı, sözüm ona beni kontrol edecek, çok kıskanç ve kapalı bir adamdır’’ dedi. Kadın da kızı da mini mini bikinilerle ortalıkta dolaşıyor, hatta sağa sola iş atıyorlardı.
Bir gün gene havuz kenarında oturup konuşuyoruz. Havuzun karşı kıyısında çarşaflı bir kadın, haşemalı bir adam ve birkaç çocuktan oluşan bir aile oturuyor.
Kadın tam da bize hacısından söz ederken telefonu çaldı ve hacı ile konuşmaya başladı, ‘’evet kaplıcadayız, burada erkek yok, tabii kapalı geziyoruz, sen bana güvenmiyor musun’’ diye cilveli cilveli konuştu. Telefonu kapatınca kızı koşarak yanımıza geldi, panik halinde ‘’hacı hacı ‘’diyerek karşı taraftaki aileyi gösterdi. Bir anda ana kız çizgi filmlerdeki gibi başlarına birer pareo sarıp koşar adım kaçarak havuzu terk ettiler. Onların başları kapalı, kıçları açık, ördek adımlarıyla kaçışı unutulur gibi değildi. Ama bence kaçmakta çok geç kaldılar, çünkü hacı bunları görüp de telefon etti, yoksa adam karısının yanından metresini neden arasın ki? Acaba sonra ne oldu, kadın hacıyı tekrar kandırdı mı, kavga mı çıktı, hep merak ettim. Hacımız da gözü kara adammış yani sen metresinin geleceği yere karını da al gel, üstelik karının yanında manda gibi yatarken metresine telefon et, olacak iş mi?
Yıllar önce Ali Osman Kılıç KTÜ’ye yeni gelmişti. Aslında Trabzon’ludur, ama yıllar boyunca Amerika’da kaldıktan sonra geri döndüğü için, biraz yalnızlık çekiyor ve ortamı yadırgıyordu. Abisi Sırrı Kılıç benim Elazığ’dan yakın arkadaşım olduğundan, Ali Osman ile de hemen arkadaş olduk. Bir hafta sonu Ayder’deki kaplıcalara gidelim diye anlaştık. Ayder’e giderken de Pazar’daki evimize uğradık, Sermin (ablam) ve Nil (yeğenim) de kaplıca için bize katıldı. Kaplıcada erkekler ve kadınlar ayrı hamamlara giriyor. Nil’i (o sıralar 10-12 yaşlarındaydı) aslında zorla getirmiştik ama sıcak havuzu o kadar sevdi ki, çocuğu bir türlü hamamdan çıkamadık.
Bu sırada Ali Osman yıkanıp çıkmış, ortadaki salonda bizi bekliyor, bekliyor, biz bir türlü çıkmıyoruz. Zavallı ne yapsın, oradaki çalışanlarla arkadaşlık ediyor. Hiç tanımadığı bir adamla ne konuşsun? Mevzu açmak için ‘’Bu kaplıca nelere iyi geliyor’’ diye sormuş. Adam önce anlayamamış, ne demek istediğini sormuş.
Ayder kaplıcası kaynağından 90 derece sıcak çıkan, hiç kokmayan, renksiz, harika bir sudur. Ancak her kaplıcada ‘’bu kaplıcanın suyu filan filan hastalıklara iyi gelir’’ yazan bir yazı ve birkaç sertifika olur ya Ayder’de böyle şeyler yoktur. Sıradan bir hamam gibidir. Elbette karlar arasından kaynar kaynar çıkan bu muhteşem su ne kadar sıradan olabilirse.
Ali Osman da ‘’bütün kaplıcalar bir takım hastalıklara iyi gelir, bu kaplıcanın suyu hangi hastalığa iyi geliyor’’ diye ısrar etmiş. Adam da bakmış Ali Osman’dan kurtuluş yok, koyu bir Karadeniz aksanı ile ‘’niyetine bağlı’’ diyerek işi tatlıya bağlamış.
Ali Osman bunu fıkra gibi anlattı ama bence adam kıymeti anlaşılamamış bir bilge idi, öyle ya, başına gelen her şey senin niyete bağlı değil midir?