Monthly Archives: Aralık 2015

KAPLICA VE HAMAM ANILARI

Kaplıcaları ve Türk hamamlarını severim. Dolayısı ile buralarda epey anı biriktirdim.

Hayatımda ilk kez Ankara’da hamama gittim. Dönem 5’te, yani 5. Sınıfta,  2 aylık halk sağlığı stajımız vardı. Bu stajda 5-6 hafta boyunca hafta içi günlerde köyde yaşamamız ve köy sağlık ocağında hekimlik yapmamız gerekiyordu.

Biz Ankara’ya çok yakın Macun denilen bir köyde staj yaptık. Yanılmıyorsam ben, Dilek, Afitap, Zehra ve Mukadder olmak üzere 5 kişilik oldukça kalabalık bir guruptuk (Bu köyde ilginç bir fare deneyimimiz de olmuştu). Biz hepimiz elbette şehir çocuğuyuz, içimizde galiba bir tek kişi daha önce soba yakmış idi. Oysa bizim o köyde yaşamak için lojmanımızdaki kömür sobasını yakmamız gerekiyordu. Biz de sadece hayatta kalabileceğimiz kadar ısınabiliyorduk. Sular oldukça soğuk aktığı için ellerimizin ve yüzümüzün kısıtlı  alanını yıkıyorduk. Hafta sonlarında şehre döndüğümüzde ellerimizin bileklerden yukarısı, boynumuz, kulak arkalarımız bayağı is karası oluyordu.  O yıl Kıbrıs harbinden sonra Türkiye’ye uygulanan ambargonun beşinci yılı idi (1979-2980 kışı). Akar yakıt olmadığından hastaneden bile kalorifer yanmıyordu. Şansımıza da muhtemelen hayatımda gördüğüm en soğuk, en kara kıştı, Ankara sokaklarında erimeyen buzlar vardı. Dolayısı ile yurtta yıkanmak gibi bir seçeneğimiz de yoktu (O kış yatağa bile kilotlu yün çoraplarla giriyorduk).

Continue reading… →

HACİ NE GILAYSIN

Uzun bir zamandan beri gitmeyi düşündüğüm halde, araya bir sürü engel girdi, sonunda belki de hiç gidemeyeceğim demeye başlamıştım ki,  en nihayet 2015 yılının Mart ayında umre’ye gitmeyi başardım. Ben umreye ya da hacca gitme planımdan söz edince pek çok arkadaşımın çok hevesli olduğunu görüp, hadi birlikte gidelim diyorduk, ama bir türlü arkadaşlarla birlikte hareket etmek mümkün olamadı, sonunda kimseye angaje olmadan, ‘’Gündönümü turizm’’ isimli  yerel bir şirkete  baş vurdum. Çünkü ben oldukça iyi bir gezginim, artık ölünce bana dünyanın her yerini gezdin de neden kutsal topraklara gitmedin diye hesap sorulacak diye kendimle dalga geçmeye başlamıştım.

Continue reading… →

HACILARIN HACISI

Bendeniz Ayşe Nur. Yani hacıların hacısı.

  • İslamiyet hacısıyım. Hem Mekke, Medine, hem de Küdüs’de bulundum ve ibadet yaptım. Hem Mescidi Haram, Mescidi Nebevi, Mescidi Aksa, Mescidi Emevi hepsini gezdim.
  • Hristiyan hacısıyım. Küdüs, Efes, Roma bütün önemli kiliseleri gezdim. Hem Golgotha, hem son yemek, hem de St Paul kiliselerini gezdim. Hz İsa’nın yaşamı boyunca ayak izlerini sürerek doğduğu mağaradan, vaftiz olduğu nehre kadar her yeri gezdim.
  • Yahudi hacısıyım. Kutsal tapınaklarının olduğu bölgede bulundum
  • Bahai hacısıyım. Dünya merkezlerinde bulundum.
  • Budist hacıyım. Buddha’nın ilk vaaz verdiği noktada bulundum ve hacılarla birlikte stubasını dolaştım
  • Hindu hacıyım
  • Jayna hacısıyım
  • Mısırda Amon Ra hacısıyım
  • Zerdüşti hacısıyım

 

Daha ne olayım birader.

Aslında Hacı Bektaşi Velinin dediği gibi
Hararet nardadır sacda değildir
Keramet baştadır tacda değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüste Mekkede Hacda değildir

Sakın bir kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin sözünden çıkma
Eğer insan isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez uçta değildir

Gönül kabesine girmesin hülya
Nefsine hakim ol düşme bed huya
Kirleri arıtan baksana suya
Hep yüzü yerlerde bucda değildir

IMG_0741
Ayşegül Tokatlı ile birlikte Kudbetül Sahra Önünde (KUDÜS)
IMG_0703
Küdüs, Elim HZ İsa’nın el izi üzerinde
DSCF2560
Hindu tapınağı
DSCF2541
Budist tapınak
DSCF2161
E bu da bir nevi hac sayılır
20150312_101204
Kabede
20150309_223606
Hz Muhammed ‘in ravzasında
IMG_1911
Yezd ateşgedesinde

DÜNYANIN İÇİNİN DIŞINA ÇIKTIĞI YER

Tipik bir yay burcu olduğumdan gezmeyi pek severim. Genellikle gidip gördüğüm ülkelerin en çok tarihi ve kültürü beni etkiler, ancak İzlanda farklı.  Bu güne kadar görüp de her şeyden çok coğrafyasından etkilendiğim ilk ülke oldu. İzlanda adaları Jeolojik olarak oldukça yeni bir kara parçaları  ve oluşma aşamaları günümüzde de devam ediyor. Bütün ada adeta yer yüzü oluşum aşamalarını gösteren jeolojik bir laboratuvar ya da ‘’Show Room’’ gibi. Bu oluşum  sürecini meydana getiren doğal güçleri, aklımın erdiği kadar anlatmaya çalışacağım.

Continue reading… →

BİZ ŞİMDİ MEZOPOTAMYA’NIN NERESİNDEYİZ?

Hani bazı insanlar vardır. Kısa sürede kaybetmişsinizdir ya da zaten çok yakın olmamışsınızdır, ama bir şekilde bir ışık katmıştırlar hayatınıza.  Merih tam da bu türden bir arkadaştı. Elazığ’a gittiğimde ilk tanıştığım kişilerden biri idi. Göz ihtisası yapıyordu, çok ilginç bir insandı.

Uzun boyu, zayıf bir bedeni, şeffaf yeşil pörtek gözleri, tepesi tamamen kel başı, kulaktan kulağa ensesinden aşağı epeyce uzattığı sarı saç tutamları ve renault marka arabasının bagajında her an her yerde mangal yapabilecek malzemesi olan bir tipti. En önemli özelliği ise hemen hemen  hiç  konuşmaması idi. Bütün olarak bakıldığında dünyaya yanlışlıkla düşmüş bir uzaylı gibiydi. Her nedense beni çok severdi, ben de onu çok sevmiştim. Gayet güzel arkadaşlık ederdik hatta sohbet bile ederdik.

Bir pazar sabahı gazete almak için şehre doğru yürürken,  Merih arabası ile yanımda durdu ve nereye gittiğimi sordu. Kendi Diyarbakır’a gidiyormuş hadi sen de gel deyince ben de onunla birlikte gittim. Hazar gölünü geçtikten sonra yol bir müddet  Dicle nehrinin kenarından gidiyor, hatta birkaç kez köprü ile bir sağına bir soluna geçiyor. Bu köprülerden birini geçince ‘’Merih benim kafam karıştı, şimdi sence biz neredeyiz. Yani Mezopotamyanın içinde miyiz yoksa dışına mı çıktık?’’ diye sordum. Ben aslında iki nehrin arasında mıyız diye sormaya çalışmıştım, ama her nedense bu sorum Merih’i saatlerce güldürmüştü. Gün boyunca Mezopotamya deyip deyip kahkahalar attı.

O sıralar Sevda isminde bir ev arkadaşım vardı, dönünce ona bu olayı anlattım.  ‘’Ayşenur abla ben Merih’le 8 ay aynı odada çalıştım, sesini duymadım, sen şimdi bana Merih’in saatlerce kahkaha attığını mı söylüyorsun’’ diye  hayretler içinde kaldı.

Birkaç ay  sonra Sevda TUS sınavını kazanınca  akşam evde yemek hazırladık,  bir şişe de ‘’Buzbağ’’ açtık, kutlama yapıyoruz. O sırada eve bir telefon geldi. Arayan Sevda’nın bir arkadaşı idi, teyzesi ile  içki içiyorlarmış  bizi de davet etti. Ben arkadaşını tanımıyorum ya Sevda da biz zaten içiyoruz diye daveti  reddetti.  Fakat aradan 15-20 dakika geçince zil çaldı. Yarı sarhoş iki kadın ellerinde bir şişe votka ile bari birlikte içelim diye eve daldılar.

Şimdi vaziyet şu ben ev sahibiyim gelen iki kadını da tanımıyorum, Sevda da sadece birini tanıyor.  Eh klasik Türk misafirperverliği, mecbur buyur ettik kadınları. Ama çok kısa bir sürede bin pişman olduk, çünkü zaten geldiklerinde sarhoştular, ellerindeki votkayı lıkır lıkır içtiler, yetmedi bir de bizim şarabı içtiler. Bu arada biz tokuz diyorlar ama  masamızdan da sürekli bir şeyler otlanıyorlar.

Sevdanın arkadaşı olan kız bööğğ diye salonun ortasına kusmasın mı? Teyze olacak yaratık hiç telaş göstermediği gibi bir de  ‘’Tabi içki karıştırınca olur böyle şeyler, bana kimse anlayış göstermedi, ben anlayışlıyım, kus kızım’’ diye kızı teşvik ediyor. Hayır bir şey değil teyze ‘’kus evladım’’ dedikçe yeğen de teyzesini mi kırsın gark deyip orta yere bir mide dolusu kusmuk daha fırlatıyor. Bir insan midesi ne büyüklüktedir? Bir insan bir saatte ne kadar kusmuk üretebilir? Bütün tıp bilgilerime, fizik kurallarına aykırı bir şekilde bütün salon, balkon, banyo battı. Zavallı Sevda bu belayı benim başıma getirdiği için çok mahcup elinde kova ve bezle ortada dört dönüyor. Ama temizlemeye yetişmesi ne mümkün?

Ayrıca hiç gitmeye de niyetleri yok. Ben ‘’size taksi çağırayım yeğeniniz fena oldu evde yatsın’’ filan dedikçe, teyze olan ‘’hayıııır, taksici Elazığ gibi yerde, gecenin bu saatinde bizi sarhoş görünce neler yapmaz. Biz bu gece burada kalalım’’ diyor. Eh haklı, ben de şoför olsam bunlara neler yaparım. Evlerinin  yakın olduğunu öğrendim ‘’hadi biz sizi yürüyerek götürelim, hem açık hava size iyi gelir ‘’ diyorum. Teyze ‘’olmaaaazz, yollarda bizi gören olur. Biz burada kalalım’’ diyor. Eyvah ki eyvah. Bunlardan kurtuluş yok mu? Hayır evden de geçtim. Elazığ’da adım evinde içki alemleri yapıyor diye çıksa yandım demektir.

Birden aklıma dahiyane bir fikir geldi. Nasılsa kimse ile konuşmuyor, kimse duymadan bu beladan bizi ancak Merih kurtarır diye düşündüm. Ama Merih bekar lojmanında hastaneden 5-6 kişi ile kalıyor, onlara da belli etmemek lazım. Ayrıca o zaman cep telefonu filan yok ben salonda kadınların yanında konuşuyorum, onun da en az 5-6 kişinin arasında benimle konuştuğunu biliyorum. Ajan filmi çevirir gibi kısık bir sesle  ‘’Merih beni sessizce dinle,  sakın kimseye bir şey çaktırma, hemen arabana atla,  bize gel, ama çabuk gel lütfen ‘’  dedim.  Zavallı çocuk 2 dakika sonra koşarak merdivenlerimi çıkıyordu. Beni görünce telaşla ‘’ ne oldu ‘’ diye sordu. ‘’Sus, sakın hiçbir şey sorma, yalnız bu kadınları arabana atıp evlerine götüreceğiz’’ dedim.

Sevda, Merih ve ben kadınları resmen sırtlayıp arabaya attık. Teyze olacak kadın 200 metrelik yolda Merih’e  resmen sarktı. Merih ‘’ bunlar kim, nerden buldunuz bunları’’  der gibi bakıyor, fakat sorma dedim ya sesi çıkmıyor. Vallahi kim olduklarını, bizden ne istediklerini bilsem söyleyeceğim. Allahtan Sevda arkadaşının evini biliyordu. Araba ile apartmana kadar gittik,  kadınları yaka paça üst kata kadar çıkarttık ve  kütük gibi kapıya yasladık. Zili çaldık ve koşarak oradan uzaklaştık.

Bu kadınları bir daha hiç görmedim.

Eve dönünce Sevda epeyce temizlik yaptı.

Merih gerçekten de bu konu ile ilgili ne benimle ne de başkası ile hiç konuşmadı. Ben Elazığ’dan ayrıldıktan sonra Merih’ten de hiç haber almadım. Arada bir aklıma düşer, nerede olduğunu merak ederim.

63
Merih’le Ben, Hazar gölü kıyısında , güneşe karşı baktığım için gözlerimi açamıyorum. Bu resim eğer yanılmıyorsam hocam Nurşen Yordam tarafından çekildi.
64
Sevda ile ben hastanede çekilmiş bir resim

ARİF ABİ , ÇAĞIMIZIN HASTASI

İlk okul üçüncü sınıftan itibaren (1967-68) yaz aylarını Yıldızlı doktor evlerinde geçirdik. Burası Trabzon ile Akçaabat arasında  bulunan o zamanlar tamamen köy olan, deniz kenarında bir yerdi. Bir- 2 km boyunca doktorlar bir birlerinden etkilenerek, bu alanda tam sahilde yer almış ve bir sıra villa yapmışlardı. Bu nedenle burası halk arasında doktor evleri diye bilinirdi. Yıldızlı  çocukluğuma dair pek çok anının yaşandığı yerdir. Hem çok güzel hem de çok acı şeyler yaşadık orada.

Ortam çok güzeldi, bütün aileler birbirini tanır ve güvenirdi. Sabah erken saatlerden, gece geç saatlere kadar arkadaşlarımızla birlikte olabilirdik. Müzikli danslı parti yapabilir, denize girebilir, köylerde yürüyüş yapabilir, kayalara tırmanabilir, balık tutabilir, tütün tarlasında çalışabilir, sahilde gece ateşleri yakabilirdik. Pek çok insana göre ayrıcalıklı bir çocukluk yaşadığım anlaşılıyor.

Bütün evlerde yaşayan gençler arasında sadece Arif Abi ile pek konuşmaz, hatta yolda gördüğümüz zaman oradan uzaklaşmaya çalışırdık. Çünkü Arif Abinin eroinman olduğunu herkes gibi biz de bilirdik. Genellikle ortalarda pek görünmezdi zaten, aile evinde bile onun odası bodrum katında idi, o eve gittiğimizde bile ortada görünmezdi. Onu ancak uzaktan birkaç kez gördüm, genellikle yaz günü bile siyah kalın kazaklar giyer, başı kollarına gömülü şekilde duvarın üzerinde otururdu.

Arif Abi mahallemizde çok namlı idi, annem onun orta sona kadar çok ama çok başarılı bir öğrenci olduğunu, o yıl anne babası Almanya’ya giderken onu bir aile yanında bıraktıklarını, o yaz eroine alışıp, ondan sonra da bir türlü okulda başarılı olamadığını anlatmıştı. Arif Abinin annesi bir alman idi. Annem onun anne ve babasını bu konuda hatalı buluyordu ve hatta ‘’annesi belki Türk olsa onu bu yaşta yabancıların elinde bırakmazdı, bu çok gelecek vadeden genç adama çok yazık oldu’’ dediğini hatırlıyorum.

Ne yazık ki biz Yıldızlı’ya gitmeye başladıktan 2 yıl sonra annem meme kanseri olmuş, daha sonra da hastalığı oldukça saldırgan seyretmişti. Ben lise birinci sınıftan ikiye geçtiğim yazdı galiba. Evde annemle ben yalnızdık. Annem oldukça ileri safhada hasta idi, ama o yaz boyunca oldukça iyi idare ediyordu, kanser bütün kemiklerine yayılmış olduğu halde yürüyebiliyor, kendi öz bakımını yapabiliyor, hatta bana tarif vererek yemek yaptırıyor, ev işlerini uzaktan kumanda edebiliyordu.

Bir gün kapı çalındı. Biz aslında her zaman mutfak kapısını kullanırdık, ama bu kez salon kapısı çalmıştı. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım. Çünkü karşımda güzelce tıraş olmuş, saçını başını taramış, ceket pantolon takım giyip, kravat takmış bir halde Arif Abi duruyordu. Muhteşem görünüyordu. Gerçekte ne kadar yakışıklı olduğunu o güne kadar anlamamıştım.

Annem onu salonda kabul etti. Hala gözlerimin önündedir, annem köşedeki koltukta, Arif abi de yanında oturuyordu. Anneme geçmiş olsun demek için gelmişti. Çok derinden gelen bariton bir sesle, son derece düzgün cümlelerle konuşuyordu. Bir ara annemin ellerini ellerinin arasına alıp, ‘’maalesef ikimiz de çağımızın hastasıyız’’ deyişini ve o sırada sesinde duyulan çaresizliği  hiç unutmuyorum.

Bu konuşmanın üzerinden  bir yıl geçti, annem öldü. Arif Abi annemden bile erken öldü. Öldüğünde bütün vücudunda iltihaplanmış yaralar doluymuş. Ölüm sebebi de beslenme yetersizliği ve tüberküloz idi. O zaman bana eroinin vücudun enfeksiyonlara karşı direncini kırdığını anlatmışlardı. Bir de eroin kullananların sadece tatlı yemek istedikleri ve çok üşüdüklerini biliyorum.

Maalesef uyuşturucu kullanmak gerçekten de çağımızın hastalığı, bir çok kötü niyetli insan ceplerini dolduracak diye ne muhteşem gençler heba oluyor.

AYŞENUR’UN YASTIK ALTI ALTINLARI

Ayşenur Cesur benim ve bir çok gezginin gezi arkadaşı. Onu ilk kez 2000’lerin başında, Peru Bolivya gezisinde tanıdım. Zamanla bir çok gezide daha birlikte olduk. Çok gezen ortak tanıdıklarımız çıktı. Gerçekten tanımaya değer ilginç arkadaşlarımdan biri oldu.

Hayata dünyayı gezmek için geldiğine inandığını sanıyorum. Henüz görmediği yerler onun için günün birinde mutlaka gidilmesi gereken yerler sadece. Bana göre oldukça garip biri, çünkü dünyayı gezerken henüz Türkiye’nin pek çok yerine gitmemiş. Hatta geçen yıl kuş peşinde Kars-Artvin gezimize katıldı, çok etkilendi, artık Türkiye’yi gezmeyi de ihmal etmez sanırım.

Continue reading… →

ASYA’NIN HASTALIĞI NE?

Trabzon’da hemen bütün kadınların uğrak yeri olan bir manikür salonu var. Ben de en sadık müdavimlerden biri, hatta iş yerinin ‘’kalandar ana’’sıyım. Bu salonda çalışan kızlardan biri olan Gülen bir gün panik halinde bana telefon etti ve 5 yaşındaki yeğeninin ayaklarının üzerine basamadığını, bacaklarında koyu renkli döküntülerinin olduğunu söyledi. Ben muhtemelen ‘’Henoch Schönlein Purpurası’’ olduğunu söyleyerek romatolog arkadaşıma gitmelerini önerdim. Benim söylemesi bu kadar zor bir isim söylediğimi duyunca Gülen iyice panikleyerek ‘’NE? NE? NE DEDİNİZ HOCAM?’’ diye bağırmaya başladı. Ben de ona  hastalık hakkında bilgi vererek, bu zor ismi boş ver ‘’HSP’’ desen yeterli dedim. Tabii bu kısaltmayı bundan sonra muhatap olduğu bütün doktorlardan da duydular. Çok şükür ki çocuk hastalığı  kolayca atlattı, ama  hala kontrollere gidiyor. Ama bu tuhaf isim manikür salonunda bir çok kişinin dikkatini çekti, ne zaman salona gitsem, çalışanlar bana Asya’nın hastalığı neydi diye  soruyorlar.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün salonda bu çocukla karşılaştım. Tabii ben ve Asya aynı anda salonda olunca herkes yine hastalığın adını sormayı hatırladı. Ben de  çocukların ne kadar akıllı olduklarını ispat etmek ve bakın sizin aklınızda tutamadığınızı küçücük çocuk hatırlıyor diye salondaki kadınlara hava atmak için ‘’ Asya hatırlıyor musun, senin hastalığının adı neydi’’ diye sordum. Çocuk ‘’tabii hatırlıyorum KPS’’ demesin mi?

Meğer annesi aylardan beri KPSS (Kamu Personel Seçimi Sınavı)’ ye hazırlanıyormuş, çocuğu babaanneye bırakmışlar. Annesi her ziyaretinde ‘’sabret kızım KPS sınavı bitince evimize birlikte gideceğiz’’ diyormuş.

Yani  çocuk gerçekten de HSP’den çekmemiş KPS’den çektiği kadar. Ben hastalığın ne diye sorunca aklına daha çok yer etmiş olan harfleri söyleyiverdi.

 

ALİ ÇEMAL

Yıl 1983, pediatri asistanlığımın ilk yılında, servis 22’de  çalışırken, serviste 4-5 yaşlarında Ali Kemal isimli Rizeli bir çocuk yatıyor. O zamanlar Hacettepe Alman usulü uygulanıyor, aileler serviste yatan çocukları ile birlikte kalamıyorlar, sadece ziyaret saatinde gelip bizden bilgi alıyorlar. Zavallı çocuklar, zaten hastalar, bir de annelerinden uzaktalar,  mümkün olan her fırsatta birini kucağımıza alıp, seviyoruz, onlarla konuşup, oynuyoruz. O kadar canlarını yaktığımız halde onlar da bize sevgi ile karşılık veriyorlar. Ayrıca çocuklar çok da akıllıdır, sabah kan alma saatinde bizi görünce kıyamet koparan çocuk bile, başka bir zaman, nasılsa kan alma saati olmadığını bilerek hemen kucağa atlar.

 

Ali Kemal, hem çok sevimli, hem de o sırada servisin en küçük çocuğu olduğundan, onu çok seviyoruz. Çok koyu bir Rize aksanı ile konuşuyor, adını sorunca ALİ ÇEMAL diyor mesela, biz de onu konuşturmaya bayılıyoruz. Zavallı çocuk oldukça da ağır hasta; ateşi, kansızlığı, kocaman karaciğer ve dalağı var. Bir türlü sebebini bulamıyoruz, ha babam kan alıyoruz çocukcağızdan. Galiba servisteki diğer çömez asistan da Cem. ALİ ÇEMAL çok uyanık bir çocuk, o sabah yanına hangimiz kan almak için gittiyse, ona yağ yakmak için ‘’BENUM KANUMİ HEP SEN AL, HABU DELİ ÇİBİ YAPAYİ’’ diye diğerimizi şikayet ediyor.

 

Çocuğun ailesi de bir garip, onlar için önemli olan tek şey Ali Kemal’in kabızlığı, ne anlatırsak anlatalım, bu gün büyük apteste çıktı mı, çıkmadı mı, bir hevesle bok  davası güdüyorlar, başka hiç bir şey onlar için önemli değil, bütün hastalığın sebebi kabızlık, kabızlık geçse çocuk düzelecek diye düşünüyorlar. Oysa çocuk çok hasta yüksek ateşi, karaciğer dalak büyümesi var, bir türlü de tanı koyulamıyor.

 

Her vizitte (ki günde en az 5 vizit)  bir hoca veya kıdemli veya başasistan gelip şu şu hastalıkları da araştırın, kanlarını, kültürlerini alın diyor. Biz çocuktan kana ala ala çocuğun hemoglobini (kanı) iyice düştü. Periferik yaymasında yıkım (hemoliz) belirteçleri görülmeye başlandı. Bu sefer de,  çocuktan hemoliz  sebebi ne olabilir diye başka kanlar almaya başladık. Halbuki bu belirtiler kan kaybında da olur. Ben de, Cem de bu kadar çok kan aldığımız için kansızlığının ağırlaştığının ve kan verirsek bu durumunun düzeleceğinin farkındayız. Fakat o sıralar Hacettepe hematolojide Şinasi Hoca var, hastalara antibiyotik ve kan verilmesine çok karşıdır,   çocuğa kan versek, hoca diliyle öldürür bizi.

 

Sonunda hastaya ‘’vaka başı’’ yapmaya karar verildi. Yani bir çok bölümden, bir çok hoca belli bir saatte hastanın başında toplanacak ve herkes bir fikir ileri sürecek, muhtemelen çocuğun hastalığı anlaşılacak artık. Bu tür ‘’ vaka başı’’ toplantıları Hacettepe Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Ana Bilim Dalında çok önemlidir, genellikle çağrılan her hoca bir gün önceden gelip çocuğu görür, dosyasını inceler ve toplantıya hazırlıklı gelir. Bu da bu çocuk için toplantı öncesinde alınacak bir sürü daha kan demektir. Hocalardan biri sanırım ‘’Kala Azar’’ (şark çıbanını yapan parazitin genel hastalığı) düşünerek dalak aspirasyonu (dalaktan iğne ile kan alma) yapmamızı istedi. Böylece daha önce kemik iliğinde görülemeyen parazitleri görebilecektik, varsa tabii.

 

Ertesi gün öğleden sonra toplantı yapılacak, sonucu yetiştirebilmek için bu gece nöbette dalak aspirasyonunu yapmamız lazım. Cem’le eğer bu çocuğa bu gece kan vermezsek, yarın yapılacak vaka başından sonra bir sürü daha kan istenecek, kesin bu çocuğun hemoglobin daha da tehlikeli seviyelere düşer diye düşündük. Zavallı çocuğa gece nöbette dalak aspirasyonunu yaptık ve bundan sonraki saatlerde, çocuğun gözlem kağıdına nabzını yüksek, tansiyonunu düşük yazıp, çocuğa kan verdik. Yani Şinasi Hoca bu çocuğa neden kan verdiniz diye bize kızamasın diye resmen hile yaparak kalp yetmezliği numarası yapıp kanı verdik. Bird aha bu fırsatı bulamayız, nasıl olsa çocuktan daha tüp tüp kan alacağımızı bildiğimiz için bir hayli de fazla verdik. Çocuğun hemoglobin beşten onikiye  çıktı,  yanakları kıpkırmızı oldu.

 

Artık vaka başı yapılacak güne girdik, çömez asistanlar olarak ikimiz de teyakkuz halindeyiz, bütün dosyayı ezbere biliyoruz. Galiba toplantı saati öğleden sonra 2,  yani tam ziyaret saatinden sonra. Şinasi Hocamız toplantıdan önce hastayı görmek için tam da ziyaret saatinde gelmesin mi? Hadiii bütün aileleri odanın dışına aldık, onlar camdan içeriyi seyrederken, biz çatır çatır hastayı hocaya sunuyoruz.

 

Fakat hocamızın gözleri çocuğun yanaklarına takılıyor ve ‘’HAY HAY, siz hikaye almayı bilmiyorsunuz, bu çocuğun yanaklarında raş (döküntü) var ’’ diyor. Ben kem küm ederek çocuğa kan verdim demeye çalışıyorum, ama hoca kendi aklından çocuğun ‘’lupus’’ hastası olduğuna karar verdi ya, sözlerimi duymuyor bile. Sonunda hoca ‘’çağırın aileyi’’ deyince zaten cam kapıdan içeri bakmakta olan aileyi içeri çağırdım. Anne ve baba daha kapıdan odaya adım atar atmaz, hocamız ‘’ bu çocuğun yanakları ne zamandan beri böyle kızarık’’ diye sordu.

 

O an hala gözümün önündedir, anne ve baba önce çocuğa baktılar, sonra sevinçle birbirlerine baktılar ve ikisi birden hocaya bakıp sevinç içinde ‘’BU CUN OLDİİİ’’ (bu gün oldu) diye haykırdılar.

 

O gün vaka başından sonra aile yeni kanları aldırmayı reddederek çocuğu taburcu ettiler.

 

 

ZORLA YAPTIĞIM BİR TATİLİN GERÇEK SEBEBİ

Bazı şeyler tesadüf olamaz, bakın bir çocuk beni kendine yardım etmem için nasıl da çağırdı.

Yıl 2010 galiba, KTÜ’de  Fakülte’nin akreditasyon çalışmaları yapılıyordu. Eğitimle ilgili değişiklikler yapılacaktı. Bu değişiklikleri öğrenmemiz ve sanal ortamı kullanabilmemiz için bize 5 günlük kurslar veriliyordu. Bu kursları verecek hoca Ankara’dan geliyordu.  Ben o sıralar eğitim komisyonunda olduğum için ikinci kursu da almak istedim. Böylece artık biz diğer arkadaşları eğitecektik, dışardan hocanın gelmesine gerek kalmayacaktı.  Bu kurslar günde en az 8 saat sürdüğü için, kurs sırasında hastane işlerinden muaf olmak için yıllık iznimi düşündüğümden 1 hafta erken aldım. Planıma göre yıllık iznimin ilk haftasını kursta geçireceğim, ikinci haftada da 5 günlük bir deniz tatili yapacağım.

Continue reading… →

Show Buttons
Hide Buttons