Bazı hastalar ömür boyu unutulamazlar. Bu unutamayışların bir kısmı tanılarından ötürü, diğer kısmı ise maceralarından ötürü olur. Mesela Hacettepe’de asistanlığımın ilk yılında ‘’37 yeni doğan’’ servisinde takip ettiğim bir hasta yüzünden başıma gelenler ancak pişmiş tavuğun başına gelmiştir.
Şimdi nasıldır bilemiyorum, ancak o zamanlar servislerin isimleri aynı zamanda adreslerini de bildirirdi. İlk rakam servisin bulunduğu bloğu, ikincisi ise katı bildirirdi, yani 37 deyince üçüncü bloğun yedinci katındaki servis olduğunu anlıyordunuz. Bence bu isimlendirme oldukça zekice bir buluştu, çünkü hastane planı oldukça karışıktı, içinde kaybolmak o kadar kolaydı ki, servislerin böyle isimlendirilmesi bayağı kolaylık sağlıyordu.
Yalnız 37 deyince içinde bir değil iki tane servis vardı. Sadece 37 deyince ‘’süt çocuğu’’ servisi anlaşılırdı, iç kısımda bulunan ve prematüre olmayan yeni doğanlara baktığımız servisten söz etmek isteyince ‘’37 yeni doğan’’ demek gerekiyordu.
Ben asistanlığıma ilk başladığım ayda, bir de artık uzatmaları oynarken son çömezlik ayımda 37 YD servisinde çalışmıştım.
Ben ilk mezun olduğum yıl ‘’Halk Sağlığı’’ ihtisasına başlayıp, sonradan caymış olduğum için kıdemlilerimin hemen hepsi benim kendi sınıf arkadaşlarım idi. Çömezlik arkadaşlarım ise oldukça karışıktı, çünkü biz mezun olduktan birkaç ay sonra ‘’mecburi hizmet’’ başlamış ve yeni mezun olanların hemen ihtisasa girmelerine imkan kalmamıştı. Böylece bizim sene Hacettepe’den, Ankara Tıptan ve daha pek çok yerden geçen yılın ve daha önceki yılların mezunları, maaile, ihtisasa başlamıştık, aramızda 40 yaşında olanlar bile vardı. Bizim yılımız Hacettepe’de hocalarımızın farklı ekollerde yetişmiş hekimlere ilk kez hocalık yaptıkları, başlangıçta bu durumu çok yadırgadıkları ama daha sonra bir çok ön yargının da kırıldığı bir yıl olmuştu.
Bu durumu uzun uzadıya yazmamın birkaç sebebi var. Bazı şeyleri gözünüzde canlandırabilmenizi istiyorum.
Bunlardan biri eskiden ihtisasa girmek için ortak bir sınav yoktu, hemen herkes kendi mezun olduğu fakültede ihtisasa girerdi. Mesela genel cerrahi yılda 4 asistan alıyorsa, o 4 asistanın kimler olacağını son yılımızda aşağı yukarı bilirdik. Böylece daha az şansı olduğunu düşünenler fikir değiştirirdi.
Okul biter bitmez her bölüm bir sınav yapar, bu sınavı kazananlar resmi olarak atanmayı beklemeden derhal işe başlardı. Böylece Haziran ayında başladığınız çömezliğiniz bir sonraki haziranda sona ererdi. Bizim başladığımız yıldan itibaren herkes çalışma hayatından ihtisasa geçtiği için kadronun değişmesi ayları bulmaya başlamıştı, aynı sınavı kazanan iki kişinin ihtisasa başlama tarihleri arasında aylar olabiliyordu.
Böylece ihtisas süresince her yıl ne yapacağımızın kesin sınırları bizim dönemimizde kayboldu gitti. Mesela benim çömezlik zamanım neredeyse 1,5 yıl, kıdemliliğim de neredeyse bir yıl sürdü. Kendi kıdemlilerim kendi sınıf arkadaşlarım idi, ancak ben iki sınav boyunca gelen çömezlere kıdemlilik yaptığım gibi kendi dönem arkadaşlarımdan birine bile kıdemlilik yaptım.
İlk ayımda 37 YD’da ilk nöbette yanımda sınıf arkadaşım Tezer Kutluk vardı. Bu nöbet aynı zamanda Tezer’in son çömez (gün aşırı) nöbeti olduğundan pek neşeli idi. O gece sabaha kadar 5 tane exchange (kan değişimi) yaptık. Tezer sabaha karşı cama çıkıp ‘’gelin Ankara’nın bütün sarı bebekleri gelin’’ diye bağırmaya başlamıştı. İşin ilginç tarafı Tezer’in eşref saatine denk gelmiş olacak ki bu duası bana tuttu, asistanlık hayatım boyunca 100’den fazla kan değişimi yaptım.
Bu uzun girişten sonra esas hikayeme sadık kalayım.
Çömezliğimin uzatmalarını oynadığım son ayımda da 37YD’daydım. Bir tane genel durumu oldukça kötü bir bebek vardı. Hastanın belirtileri ‘’doğuştan metabolik hastalık’’ olduğunu düşündürüyordu. Ancak o zamanlar metabolizma bölümünde İmran Özalp hocadan başka hoca yoktu, hoca da tam bu çocuk yattığı sırada yurt dışında kongrede idi. Zaman şimdikine benzemiyor, öyle cep telefonları filan yok, hatta yurt dışına telefon olanağı bile pek yok. Laboratuvara çocuğun örneklerini gönderdik, ancak hoca gelmeden sonuçları değerlendirecek kimse de yok.
Tamamen çaresiz bir halde, çocuk gün be gün kötüleşirken, birkaç gün hocamızın dönmesi için bekledik. Elbette o zamanlar şimdiki gibi örnekleri bir taraftan koy öteki taraftan sonuç çıksın gibi aletler de yok, anladığım kadarıyla metabolizma laboratuvarında o sıralar her şey manuel çalışılıyor. Hocamız döner dönmez bu bebeğin örneklerini çalıştı, fakat beklerken örnekler sağlıklı cevap alamayacağı kadar bozulmuş. Hadi tekrardan örnek aldık, bir de bu örneğin sonuçlarını bekledik. Hasılı kelam hocamız bize ‘’çocukta üre siklus defekti var, hemen exchange yapılsın’’ diyene kadar bebek 15 günlük oldu.
Fakat o zamana kadar bebeğin genel durumu son derece bozulmuştu. Yaptığımız müdahaleler nedeniyle bütün damarları harap olmuştu. Ayrıca on günü geçtikten sonra göbek kordonunda açık damar bulmak da çok zordur, şimdi muhtemelen bir de göbek ‘’cut down’’u yapılacak, yani cerrahi olarak göbeğe kanül yerleştirilecek. Kan değişiminin kendisi de bebeğin dolaşım sisteminde oldukça büyük ve ani değişiklikler yaratacağı biliyorum. Bütün bu olumsuzlukları düşününce bebeğin bu işlemleri kaldıramayacağına ve o gece öleceğine ikna oldum. Ama bir ümit kan değişimi yapacağız.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi bebeğin kan gurubu neredeyse bulunması imkansız olan, çok nadir kan gurubu çıktı. Fakat mucizevi bir şekilde o gece kıdemli nöbeti tutan sınıf arkadaşım Berkan Gürakan, kendi kan gurubunun aynı olduğunu söyleyerek kan vermeye gönüllü oldu.
O tuhaf gecede, nöbetçi baş asistan da Uğur Dilmen idi.
Berkan kan vermeye kan bankasına gidince, ben de o kan verene kadar bir koşu yemekhaneye yemek yemeye gittim. Yemek kuyruğunda benim bu telaşlı halimi gören bir arkadaşıma ‘’vallahi bebeğe kan değişimi yapacağım, ama kesin bu gece elimde kalacak, resmen bebeği öldüreceğim’’ diye dertlenmiştim.
Aslında sarılık için yaptığımız kan değişimlerinde çocuğun kilosuna göre ne kadar kan kullanacağımızı hesaplardık. Ancak o gece bana verilen talimat ‘’ne kadar çok kan değiştirirsen o kadar iyi, mümkünse kanın hepsini kullan’’ olmuştu. Benim de niyetim öyle, çünkü bir daha nasıl kan bulabileceğimi düşünemiyorum.
Bebeğin göbeğinde mucize eseri açık damar bulmuş, o damardan girmiştim. Bebek çok kötü durumda olduğundan kuvözün içindeyken, yani benim için çok zahmetli bir pozisyonda, üstelik 3 cc, 5 cc kan ile bütün kanı değiştirdim. Vallahi 2 saate yakın sürdü. Bebek kan değişiminden sağ çıktı diye sevinmeme fırsat kalmadı, göbekten dereler gibi kanamaya başladı, bir türlü durduramıyorum, sonunda cerrahi dikiş atarak göbeği iptal ettim de, kanamayı durdurabildim.
Bu olaydan birkaç gün sonra 35’de kıdemliliğe başladım. En çok da bu bebeği sağ olarak başka birilerine devrettiğim için mutlu olmuştum.
Ne bileyim, meğer asıl belalar bundan sonra başlıyormuş.
Birkaç gün sonra Mustafa Melikoğlu ( çocuk cerrahi asistanı, o sırada sanırım başasistandı) hışım gibi 35’e daldı ve beni kolumdan tuttuğu gibi bir kuytuya çekti. Aslında Mustafa çok yumuşak huylu bir adamdır (sınıfımızın damadı), hiç öyle gergin olduğu başka bir zaman hatırlamıyorum. Bu nedenle şaşkınlık içerisindeyim. Bana dişlerini sıkarak, sinir içerisinde bir soru soruyor, ben de bu anlamsız soruya şaşkınlıktan ağzım bir karış açık, aval aval cevap veriyorum. Mustafa her cevabıma daha da delirip sesini yükseltiyor, ben giderek daha da şaşkın bir hal alıyorum.
Aramızda geçen diyalog aynen şöyle;
- Sen bu güne kadar hiç cut down yaptın mı?
- Evet, yaptım birkaç tane.
- Peki, hiç göbek cut down ’ı açılırken seyrettin mi?
- Evet, seyrettim bir kere.
- Peki, sen ne cesaretle göbek cut down ’ı açarsın?
- Ne, bu da nereden çıktı, ben niye göbek cut down’u açayım ki?
- Peki, o hlade 37 YD’daki bebeğin göbeğindeki dikiş ne iştir?
- Ne, ben sadece kanamayı durdurmak için bir dikiş attım. Ne cut down açması.
Neyse ki bunu duyan Mustafa aniden normal haline döndü, derin bir rahatlama nefesi aldı. Meğer bu bebeğe yeniden kan değişimi yapılması gerekmiş, elbette artık 20 günlük olduğu için direkt çocuk cerrahisini çağırmışlar. Onlar da cut down açmak için geldiklerinde göbekteki dikişleri görmüşler, buna daha önce kim cut down açtı diye sorunca o sırada servis kıdemlisi olan Gül Sağın gururla ‘’tabii ki Ayşenur’’ demiş. Bunu duyan Mustafa da soluğu benim yanımda almış. Gül’e daha sonra bunu nerden çıkardın diye sorduğumda ‘’ ne bileyim, kan değişimini sen yapmıştın, dikişi görünce cut down’ı da sen açtın sandım’’ dedi. Arkadaşım benimle pek bir gurur duymuş, bu cevabı verirken de pek bir hava atmış.
Neyse bu vartayı atlattık dememe kalmadı. Ertesi gün imamlıktan tuhaf bir telefon aldım. İmam bizzat kendisi bana bu bebeğin soy ismini söyleyip, bebeğin cinsiyetini soruyor. Meğer bebek vefat etmiş, gusülhaneye erkek bebek diye gönderilmiş, ama giden bebek kızmış. İmam da doğru bebeği mi gönderdiniz diye servise sorunca kimse bebeğin cinsiyetinden emin olmamış, Gül de, bunu bilse bilse Ayşenur bilir diye imamı bana yönlendirmiş.
Doktor olmayan okuyucular, bu ne ilgisizliktir diyebilir, ancak bu kadar ufak bebeğin cinsiyetini bilmemek bize göre çok normal, çünkü ilgi alanımıza girmiyor. Bebeği ‘’üre siklus defekti’’ olan bebek diye sorsalar hepimiz hangi bebek olduğunu bilirdik.
Ayrıca o bebekten her gün düzenli olarak idrar örneği alınıp metabolizma laboratuvarına gönderiyorduk. O zamanlar şimdiki gibi idrar toplama torbaları yoktu, hemşire hanımlar hem kız bebeğe hem de erkek bebeğe büyük bir maharetle tüp bağlar, örnekler öyle alınırdı. Yani servis doktorları bebeği her vizitte, genital organları sıkı sıkıya flasterlenmiş, flasterlerin arasından koca bir tüp sarkar şekilde görüyorlardı. Dolayısı ile kimsenin bebeğin cinsiyetini bilmemesi normaldi, ancak ölüm notunu yazan asistan o kadar yeni biri olmasaydı, dosyaya bakıp öyle yazardı, ama bebeği sürekli tüp bağlı gördüğü için erkek sanıp öylece yazıvermiş.
Ben ne kadar kız bebekti dedimse de imam haklı olarak inanamadı, kalkıp gusülhaneye bebeği tespit etmeye gittim. Bir de imamdan azar işittim.
Hayır, bununla da bitmedi.
Bundan birkaç gün sonra da başasistanlıktan acil bir çağrı aldım. Meğer benim kan değişimini yapacağım gece yemekhane kuyruğunda konuştuklarımı bir başka bölümün asistanı duymuş, bu konuşmayı neresiyle dinlediyse, benim bebeği kasten öldürmeye karar verdiğime kanaat getirmiş. Yememiş içmemiş, gidip hocasına ‘’konuşmasını duyunca kanım dondu, biz bebeklerimizi bu canavarlara mı teslim ediyoruz’’ diyerek beni şikayet etmiş. Bu sözler hocasından, kendi ana bilim dalı başkanına, oradan da bizim ana bilim dalı başkanına kadar iletilmiş. Bizim başkandan açıkça benim gibi bir canavarın pediatriden atılmasını istemişler. Ana bilim dalı başkanımız derhal başasistanları çağırıp hesap sormuş bu ne rezalettir diye. Uğur abi hocam yapmayın, ben şahidim kızcağız hastanın üzerine titredi, kan değişimini sırtından terler akarak yaptı, hatta kanı bile bizim arkadaşlardan biri verdi dese de bizim hocayı bir türlü ikna edememiş. Çünkü diğer bölümün hocası işi ciddiye almış ve takip etmiş, kızı hala uzaklaştırmadınız mı diye bizim hocayı sıkıştırıp durmuş.
Uzun lafın kısası sonunda bu sözler İhsan Doğramacı’ya kadar ulaşmış. Hoca ise hiç tereddütsüz ‘’o çocuk, katiyen böyle bir şey yapmaz, çok asil ve çalışkan bir çocuktur, bir daha bu saçma sapan konuşmayı duymayayım’’ diyerek bana arka çıkmış. Ben o zaman kadar İhsan hocanın beni şahsen tanıdığının bile farkında değildim, meğer hepimizi tanırmış, hakkımdaki bu sözleri beni oldukça duygulandırmıştı. Eminim hoca beni öyle kollamasa en azından ciddi bir soruşturma geçirecektim. Rahmetli uğur abiyi olay çözülene kadar, bana haber vermeyip, fücceten ölüp gitmeme engel olduğu için bir kere daha sevgiyle anıyorum.
Şimdi ben bu hastayı nasıl unutabilirim? Birincisi hayatımda görüp takip ettiğim ilk ‘’üre siklus defekti’’ hastası idi. İkincisi 15 günlük bir bebeğe yaptığım ilk ve son kan değişimi idi. Üçüncüsü kan değişiminden sonra göbek kanamasını durdurmak için dikiş attığım ilk ve son bebekti. Dördüncü, beşinci, onuncu sebepleri de yukarıda kısaca yazdım zaten. Şükür her hasta bu kadar kaos yaratmıyor.
İlginçtir ki bu hikayede adı geçen herkes akademisyendi yada oldu. Herkes yan dal yaptı.
İhsan Doğramacı; Hacettepe’nin kurucusu, hocaların hocası
Uğur Dilmen; Zekai Tahir Burak hastanesinde yeni doğan servisinin kurucularındandı. Özel bir üniversitede prof olarak çalışırken maalesef genç yaşta vefat etti.
Berkan Gürakan; Yeni doğan’da yandal yaptı, Prof olduktan sonra İstanbul’da özel bir hastanede çalışıyor.
Gül Sağın Saylam; 9 eylül üniversitesinde çocuk kardiolojisinde Prof olarak çalışyor.(Maalesef bu yazıyı yazdığım gün akşam saatlerinde sevgili eşini kaybettiğini öğrendim)
Mustafa Melikoğlu; elbette o da prof şimdi. Şimdi hala Akdeniz üniversitesinde çalışıyor.
Tezer Kutluk; Hacettepe pediatrik onkolojide Prof, önceleri Milli pediatri dernek başkanlığı ile yetinirdi, artık yazamayacağım kadar çok uluslar arası dernekte onur üyeliği filan yapıyor.
İmran Özalp; hocamız şimdi emekli, Türkiye’de ’’ doğuştan metabolik hastalıklar’’ bölümünün kurulmasında eşsiz katkıları vardır. İlginç olarak o emekli olduğunda Sağlık Bakanlığının böyle bir yandal tanımı yoktu. Emekli olduktan sonra metabolizma bölümü yandal olarak tanındı. Eskiden onun asistanları olan Turgay Çoşkun, Ayşegül Tokatlı gibi hocalar, bir vefa göstergesi olarak emekli olduktan sonra hocanın metabolizma yandal uzmanlık belgesini alıp, hediye etmişler.
Ben de endokrinolog oldum, akademisyen olarak çalıştım ve artık emekli oldum.