Ben Hacettepe Tıp Fakültesine 1974 yılında girip, bir yıl hazırlık, 6 yıl Tıp Fakültesi okuyup, her nasılsa sene kaybetmeden 1981 yılında mezun oldum.
Sınıf arkadaşlarımın pek çoğu şu anda bir üniversitede öğretim üyesidir. Aramızda kendi alanında dünya çapında tanınan arkadaşlarımız da hiç az değildir. Yani oldukça başarılı bir gurup idik, ama biz aynı zamanda askerlik arkadaşıyız.
Dün, kapalı mail gurubumuza o günlerle ilgili bir mail düştü. Arkadaşlarımızdan biri, bu gün ölümden teğet kurtuluşumuzun 40. yıl dönümü diye 8 Ocak 1976’da Hacettepe’de olanlara kendi şahitliğini yazmış. Arkadaşımız sanki artık sızısına alıştığımız için, bir yere çarpmadıkça farkında olmadığımız iltihaplı bir yaraya neşter attı. Ben dahil, bir çok arkadaşımızın anıları, onları kapatmaya çalıştığımız zihinsel sandıklarımızdan, deşilen bir apseden fışkıran irin gibi fışkırdı.
Evet, geçmişi anmak için çok dramatik kelimeler, ama zaten anılarımız da öyle.
Okulumuz çok garip bir konumdaydı. Opera tarafına Ticaret Lisesi, Cebeci tarafında Siyasal bilgiler vardı. Ayrıca dört bir tarafta çeşitli öğrenci yurtları mevcuttu. Bütün bu kurumlar o zamanın siyasi ahvaline uygun bir şekilde radikalleşmiş bazı görüşlerin kalesi halindeydiler. Hacettepe de, hem kendi içerisinde öğrencilerin siyasi görüşleri dolayısı ile karışmaya müsaitti, hem de çevreden çok baskın yerdi. Hemen her gün ya kendi içimizde olay çıkardı, ya da dışarıdan saldırıya uğrardık.
İlk yıl benim hazırlıkta olduğum 1974-1975 yılı, tam da olayların içine düşmüştüm, ama henüz durumu anlamaktan acizdim. Bütün olaylar okulun içindeki öğrenciler tarafından çıkartılıyor sanmıştım. Ertesi yıl Hacettepe ile Beytepe kampüsü birbirinden ayrılacaktı. Ben de okul daha az kalabalık olur, daha az olay çıkar diye seviniyordum, ama hiç de öyle olmadı, aksine gün geçtikçe olayların dozu arttı.
İkinci yılımızda yani 1975-1976 yılına başladığımız ilk günlerden itibaren göz gözü görmez bir haldeydik. Her gün bir olay olurdu, binlerce kişi bir anda ders yaptığımız amfilerin açıldığı orta meydanda toplanır, nümayişe başlardı. Bahsettiğim meydan Hacettepe denilince herkesin aklına gelen o yumruğa benzer heykelin olduğu meydandır.
Bir gün yine büyük bir kalabalık meydanımızda toplandı. O gün akşam yurda gittiğimde bizim yurttan Gazi Üniversitesi Beş Evler Kampüsündeki arkadaşlarımızın bile zorla oraya getirilmiş olduklarını öğrenmiştim, küçücük meydanda binlerce kişi toplanmış. Durum bizim bulunduğumuz yerden çok korkutucu görünüyordu. Dışarıda toparlanma başlayınca biz geri amfilere dönmek istedik, merdivenlerden inerken aniden merdivenin yanındaki bütün duvarı kaplayan cam şangırtıyla üzerimize yağdı. Bir çok kişi bodrumdaki amfiye sığındık, arkadaşlarımız kolçaklı iskemleleri, yangın söndürme cihazlarını parçalayarak kendilerince silahlandılar. Ortalık ana baba günü, üstelik dışarıda neler olduğundan da habersiziz (şimdiki gibi cep telefonu yok). Birden bire kapılar açıldı, içeriye 5-6 adet sivil polis girdi, ellerindeki ağır silahları bize doğrultup, çıt çıkarsak ateş etmeye hazır bir şekilde bizi bu şekilde saatlerce amfide tuttular. Bir yandan da bağırarak bize göz dağı veriyorlardı. Amfi duvarlarında ‘’Bağımsız Türkiye’’ yazısını görünce polislerden biri çok sinirlenip ‘’bunları neden yazdınız burası Moskova mı’’ diye bağırdı. Benim boğazımdan tuhaf bir ses çıktı. Öyle ya burası Moskova olsa duvarda niye bağımsız Türkiye yazsın, bağımsız Rusya yazar. Benim boğazımdan çıkan bu gülmeye benzer ses polisleri iyice zıvanadan çıkardı. Biri ‘’kimdi o gülen o…?’’ diyerek bağırdı, şakır şukur silahlarının emniyetlerini de açtılar. Arkadaşlarımdan biri bile beni işaret etse başıma ne gelirdi bilmiyorum ve bizi bu halde saatlerce amfide tuttular. Bana göre polisin bizi koruması gerekirdi, ama polis de bizden korunulması gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Bilmiyorum. O zamanlardaki olayları hala aklım almıyor. Hala o döneme ait televizyon dizisi bile izleyemiyorum.
Şimdi geri dönüp bakınca değil nasıl okuduğumuza, nasıl hayatta kaldığımıza bile şaşırıyorum. Neyse ki bu bodrumda mahsur kalma sadece bir kez yaşandı, ama her gün başka bir olay olmaya devam etti. Yıllarca böyle ateş altında okuduk.
Bir gün bizim öğrenci yurdu etraftaki yurtların öğrencileri tarafından basıldı, laboratuvar penceresinden resmen silahlı savaş seyrettim.
Bir başka gün yemek yerken yemekhanede silahlı olay çıktı, pencere camları kırıldı, camdan dışarı atlayıp kaçtık. Ben her kaçışta donakaldığım için olduğum yerde kaldım, benimle birlikte camdan çıkan 5 arkadaştan biri silahla yaralandı.
Bir başka gün Sıhhıye’ye doğru kaçan bir gurubun arasında kaldık, Gülçin’le birlikte simitçinin yanında durduğumuz için bize bir şey olmadı, bütün gurup nezarethaneye alındı.
Her gün bir başka olay oldu. Bir başka gün kütüphanenin önünde panzerin altında kalmaktan zor kurtuldum.O panzer altında kalacağım gün üzerinde etek vardı, hareketlerimi zorlaştırmıştı, o günden sonra okulda etek giymedim.
Özellikle dönem 1-3 arasında, yani 1975 yılından 1977 yılında, Beytepe kampüsündeki hocalarımızdan bir öldürülüp de Hacettepe bir yıl süre ile kapatılana kadar geçen süre çok zor geçti.
Arkadaşımın dün yazdığı olay ise bütün bu olayların doruk yaptığı günlerden biri idi. O öğretim yılı zaten çok zor geçiyordu, ama 1976 yılı ocak ayının ilk günleri iyice korkunç idi.
Bir gün okula geldiğimizde, M kapısının merdivenlerinin önündeki buzlarda bol miktarda donmuş, taze kan vardı. Burası pek güneş almadığı ve o yıl da havalar bayağı soğuk gittiği için buzlar erimedi, kanlar orada günlerce kıpkırmızı bir halde kaldı.
Bu kanlar bizim okulda okumayan Şükrü Bulut isimli ODTÜ’lü bir öğrenciye ait idi. Olay da polis karakolunun hemen önünde olmuştu. Ortam iyice gerildi. Sloganlar atılıyor, derslere girmek mümkün olmuyordu. Ben de biraz hasta idim, hemen yurda gittim. Ertesi gün yani 8 Ocak günü okula gidemedim. O gün olanlar oldu. Meydanda biriken öğrenciler üzerine ateş açıldı. Bir çok kişi ile birlikte sınıf arkadaşlarımdan biri de çok ağır bir şekilde yaralandı. Sonradan Nuray Erenler isimli öğrenci öldü. Sınıf arkadaşımız paçasını zor kurtardı.
İşte dün arkadaşlarımdan biri bu günü hatırlattı. Hepimiz anılara boğulduk.
Ben yıllarca aynı kötü rüyayı gördüm. Rüyamda o meydanda, içinde donmuş kanlar bulunan buzlu zeminde toplanmış bir kalabalık var. Bu kalabalık biraz sonra dükkan vitrinlerine konulan cansız mankenlere dönüşüyor. Okul binalarından kalabalık üzerine ateş açılıyor. Mankenlerin parçaları etrafa saçılıyor. Bu korkunç rüyayı yıllarca gördüm, sadece ufak tefek ayrıntıları değişti. Neyse ki giderek azalarak zamanla kayboldu. Uzun yıllar üzerine dün gene aynı rüyayı gördüm.
Meğer böyle bir rüyayı tekrar tekrar görmek, ‘’ post travmatik sendrom’’un oldukça bilinen bir belirtisi imiş.
Bu sabah farkına vardım ki, zihnimin derinliklerinde insanların üzerine ateş açılmasını bir türlü kabul edemediğim için yıllarca rüyalarımda vitrin mankenlerini parçalamışım.
Yani biz yaralı bir nesiliz. Bizden sonraki nesiller yara alsın istemezdim, ne yazık ki öyle olmuyor.
Hocam Merhaba,
Bugün Tıp Bayramı ve bende iz bırakan doktorları şöyle bir aklımdan geçirdiğimde,ilk sizin adınız geldi. Öncelikle Tıp bayramınız kutlu olsun. Mail adresinizi ararken bu yazıya denk geldim ve sizin siz olduğundan kesin emin oldum. Hafızanızın çok güçlü olduğunu tahmin edebiliyorum ama bugüne kadar tanıdığınız binlerce hastanızdan beni çıkarabilecekmisiniz bakalım. İsmim Fikret Ülkebay,Kütahya’lıyım, sizinle 1983 Yılında Hacettepe Tıp Fakültesi Çocuk Hastahanesi 23. Serviste tanıştık, daha doğrusu hastanız oldum. Sanırım haziran ayıydı. Üniversite sınavına girdikten hemen sonra şiddetli enfeksiyon ve şeker koması ile acilen yatmıştım. Zaten Hacettepe’de tedavi gören 3 yıllık Tip 1 diyabetliydim. Tedaviden sonra enfeksiyonun göz altındaki sinüslerde olduğu anlaşıldı ve sağ yanağım davul gibi şişmişti. Siz beni aldınız Kulak Burun Boğaz Polikliniğine götürdünüz. Evet siz, hemşire, görevli vs. değil. Oradaki doktor şöyle bir baktı ve bir pense ile damağımı alıverdi. Evet enfeksiyon sonucu damağım deforme olmuş ve tamamen çene kemikleri ile bağlantısı kopmuştu. Bende iz bırakacak şeyi işte o zaman yaptınız, nolacak diye soran gözlerle size bakarken, böyle olmaz dediniz, beni diş hekimliği fakültesine götürüp, acilen ve ücretsiz -belki onu da siz ödediniz-, protez bir damak yaptırdınız. Çok iyi hatırlıyorum kız kardeşiniz de aynı zamanda dişlerinden bir tedavi görüyordu, ameliyat oluyordu. Kardeşiniz ve sizinle nöbetlerinizde, doktor odasında çok çay içmişliğimiz vardır. Kardeşiniz de çay uzmanıydı yanılmıyorsam. İşte böyle aradan 36 yıl geçmiş, ama isminizi hiç unutmadım. Hala tip 1 diyabetliyim 🙂 5-6 ameliyat geçirmeme rağmen damağım hala delik, hala protez kullanıyorum. Girdiğim sınavı kazandım ve Jeoloji Mühendisi oldum, 17 yıllık evliyim ve bir oğlum var. Aslında 1983 yılında olmak istediğim tek şey doktorluktu, olamadım. Ama Hacettepe’de sizin gibi, çocukları seven, günaşırı nöbetlerde uykusuz, baş asistanların hasta başındaki soruları başarıyla savuşturan, birçok iyi doktor tanıdım, bugüne kadar 39 yıl sağlıklı kaldıysam, diabet bana fazla zarar vermediyse sizlerin sayesinde. O kadar doktordan sadece sizin adınız aklımda kaldı. Keşke Trabzon’a gelebilsem ve ellerinizden öpebilsem. Saygılarımla. Sizinle yazışmak, konuşmak isterim. Kardeşinize de selamlarımı iletin lütfen… Fikret Ülkebay / 0.533.776 53 13 / fikretulkebay@baytuval.com / fimeka@gmail.com