Evvel zaman içinde annemin halalarından biri (Zeynep Hala) Basa sülalesinden Ali Rıza Bey’e gelin gitmiş. Evlendiğinde Ali Rıza bey çocukları olan dul bir adam imiş. Büyük haladan da iki oğlu olmuş, isimleri Suat ve Korkmaz koymuşlar. Bu iki erkek kardeş Melek ve Feraye isimli iki kız kardeş ile evlenmişler. Suat ve Melek’in Tülin ve Zeynep isimli iki kızı, Korkmaz ve Feraye’nin Sönmez isimli bir kızları olmuş. Daha sonra Korkmaz dayı İstiklal Marşını tamamlama gayretine girerek bir sürü erkek çocuk sahibi olmuş, onlara da Sancak, Mustafa Kemal, İstiklal ve Barış isimlerini uygun görmüş. Bu kuzenler aslen genetik olarak kardeş olduklarından (4 büyük ebeynleri de aynı) Ardeşen’de aynı evde kardeş gibi büyümüşler.
Tülin ile Zeynep bana yakın yaşlardadır, diğer çocuklar biraz daha küçüktürler.
Tülin ODTÜ kimya mühendisliğini kazanıp Ankara’ya gidince zamanla orada da bir ev kurulmuş. Ben Ankara’da iken sürekli Melek annelere giderdim. Korkmaz amcalar hala Ardeşen’de yaşadıkları halde okul için Sönmez, Sancak ve Mustafa Kemal de Ankara’ya gelmişlerdi. Yaşı gelince İstiklal de onlara katıldı. Ev bir sürü çocuk kaynıyordu, hepimiz Melek teyzeye Melek anne diyorduk. Mustafa Kemal’le İstikal’in isimleri çok uzun olduğundan onlara Muça ve İstik derdik. Bunca çocuk bir araya gelip televizyonda eski Türk filmlerini seyretmeye bayılırdık, her sahnede kendi senaryomuzu üretir, gülmekten doğru dürüst seyredemezdik bile.
Tülin kendini bütün çocuklardan sorumlu tuttuğu için onlara özellikle de okul konusunda bayağı diktatörlük ederdi. İyi ki de öyle yapmış hepsi çok iyi okudular, mesela Mustafa Kemal şu anda Essen başkonsolosudur.
Basa kuzenlerle çok maceralarımız vardır.
Tülin Hıfsıssıa’da çalıştığı için öğlen arasında bile buluşabiliyorduk. Laboratuvarında çalışan bir delikanlıya ince bıyıkları, elinden bırakmadığı şemsiyesi ve kibar tavırları nedeniyle Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanındaki karakterden esinlenerek ‘’Kamuran’’ ismini takmıştım. Aslında çok iyi bir çocuktu, bizimle de çok ilgileniyordu, fakat biz ikimiz çoğu zaman bir hırtlık peşinde olduğumuzdan, ya da sadece yalnız kalıp baş başa konuşmak istediğimizden zaman zaman çocuktan usanırdık.
Bir öğlen vakti polikliniğimi erkenden bitirip Tülin’in yanına koştum. Galiba o kısıtlı öğlen tatili saatinde bir yere gitmek için sözleşmiştik, ancak yetişebilmek için de acele etmek gerekiyor, zaten acele etsek bile ancak ucu ucuna yetişeceğiz. Hava oldukça bozuktu, yağmur yağıyordu. Bizim dışarı çıkacağımızı anlayan Kamuran, trençkotunu giydi, kalpağını taktı, kaşkolunu sardı, eline şemsiyesini aldı, bizimle birlikte o da dışarıya çıktı. Diyorum ya adam tam bir salon erkeği, bizim onu başımızdan savmak istediğimizi anladığı için bizimle birlikte gelmeyecek, ancak bize veda ederken de sanki hacca gidiyormuşuz da vedalaşıyormuşuz gibi sokağın ortasında durdu, bizimle uzun uzun nezaket cümleleri kurarak vedalaşıyor.
Bizim ise acelemiz var, bir an önce gitmek istiyoruz, fakat ne mümkün Kamuran konuştukça konuşuyor. Bir ara Tülin’in kulağına eğilip sessizce ‘’hadi, koşarak uzaklaşalım buradan’’ dedim. Tülin sokağın ortasında kelimenin tam anlamı ile makaraları koyverdi, gözlerinden yaş gelerek, kahkahalar atmaya başladı. Tülin niye bu kadar güldü hiç anlayamadım ama onun gülüşü Kamuran’ı korkutup yanımızdan kaçırdı. Herhalde bu delilere bulaşmaya gelmez diye düşünmüştür. Yanımızdan hızla uzaklaşırken henüz açmadığı, elinde kılıç gibi tuttuğu şemsiyesi bacaklarına çarpıyordu. Nedense bu sahne zihnime kazınmış, şu an bile gözümün önünde canlandı.
Hıfsıssıa’da Tülin’in laboratuvarında artık kadrolu hale gelmiştim, birkaç öğlen gitmesem nerede kaldığımı soruyorlardı. Ne zaman orada olmasam, kayda değer bir şey olurdu, mesela bir falcı gelir, herkesin kirli çamaşırlarını ortaya dökerdi, bütün bu şeyleri ben kaçırırdım.
Sözüm ona birimiz mühendis, diğerimiz doktor, ama bütün normal Türk kızları gibi fala, nazara dibine kadar inanıyoruz. Gene bir öğlen saatinde Kızılay’a doğru yürürken, uzak bir akraba ile karşılaştık, durup biraz konuştuk, kadın bize iki bacı gibi ne güzel anlaşıyorsunuz gibi bir şeyler de söylemişti. Kadın yanımızdan ayrıldıktan bir dakika sonra yanımızdaki inşaattan koca bir kalas düştü ve bizden yarım metre uzağa düştü. Tülin derhal bize nazar değdiğine ikna oldu ve ‘’vuuu gözü çıksın, bu kaybana bizim arkadaş olmamızı kıskanıyor, sabah nazar dualarımı etmemiş olsam, kalas göz göre göre başımıza düşecekti’’ diye söylenmeye başladı.
Bir sene nisan ayında Tülin ve Zeynep’le Marmaris’e sezon dışı bir tatile çıktık. Otobüsten indiğimizde hayatımdaki en feci migren ataklarından birini geçirmiştim. Tülin de yorgunluğa pek gelemez hemen sağı solu ağrır. Bir gün kahvaltıda şuraya gidelim, buraya gidelim diye konuşurken, Zeynep dayanamayıp patladı ‘’tamam bacım, bana kalsa gideriz de, tabii sizin sağlık durumunuz ne olacak, gezmeye el verecek mi, baş arsılarınız, diz ağrılarınız ne durumda olacak, ona bakmak lazım’’ dedi. Korkumuzdan artık gık çıkaramadık.
Sezon dışında olduğumuz için sokaklar pek tenha idi. Kimsesizlikten bizi denize çıkaracak bir tekne bulduk, miçosuyla arkadaşlık etmeye başladık. Çocuk bizi de yabancı turistlerle karıştırmış olmalı, bir gün denizde yüzerken bana garip şeyler söylemişti, ben de aldırmamaya karar verip cevap bile vermemiştim. Etrafta kimse olmadığından o sessizlikte bütün konuşulanlar deniz yüzeyinden sahilde güneşlenen Tülin’in kulağına kadar ulaşmıştı. Sahile döndüğümde Tülin çok sinirlenmişti. Bana ‘’neden ben Türk kızıyım, böyle şeyler bize uymaz ‘’ demedin diye sordu. Ben ‘’ ne çenemi yorayım, istersen bir de çocuğa terbiye kursu verseydim’’ deyince bana hak verdi, hemen siniri geçti.
Zaten sokaklar bomboş, her yer kapalı, artık tekne şansımız da kalmadı, tam ne yapacağız derken, sokakta Zeynep’in tanıdığı 3 adamla karşılaştık. Zeynep adamları iş yerinden tanıyordu, altlarında da bir araba vardı. Bize Sedir adasına gideceklerini söyleyerek bizim de gitmek isteyip istemediğimi sordular. Gidelim diye düşündük. Ada o zamanlar tamamen boştu ve gerçekten de çok güzeldi, üzerinde antik bir şehrin kalıntıları vardı. Ayrıca u şeklinde derin bir koyun kıyısında inanılmaz güzellikte, tuhaf bir kumu olan bir de plajı bulunuyordu. Kum o kadar özel bir yapıdaydı ki adadan dışarı çıkartılması yasaklanmıştı. Yuvarlak minicik yumurtalara benziyordu.
Plajda güneşlenirken, adamlardan biri yanıma pek yaklaştı, mırıl mırıl konuşuyor, resmen iş arıyor. Bira ikilemde kaldım, şimdi adamı terslemesem gene bana kızacak diye Tülin’den çekiniyorum, terslesem Zeynep’ten çekiniyorum, öyle ye bu adamlar onun iş arkadaşı bir tatsızlık çıkmasın şimdi. Sonunda kendimce bir formül buldum.
Koyun renginin açık denize ulaştığı yerde aniden değiştiğini ve denizinde de tam bu noktada ciddi derecede hırçınlaştığını fark ettim. Adama yüzeceğimi söyledim. Zavallı balık bulmuş kedi gibi sevindi, denizde kendince kim bilir neler yaşayacak, laz kızı ile yüzeceğini bilemiyor elbette.
Önce yavaşça denize girdim, baktım adam suyun yüzünde kalacak kadar yüzme biliyor, hatta bana hava olsun diye şap şup kulaç bile atıyor. Güzel öyleyse, derin denize doğru yüzmeye başladım, adam da peşimden geliyor. Ben hiç acele etmiyorum, adamla aramızdaki mesafeyi koruyorum, öyle ki bir karış daha yaklaşsa bana dokunabilecek, ben ise o bir karışı ne iki karışa çıkarıyorum ne de yarım karışa indiriyorum. Böylece adam beni yakalama ümidini asla kaybetmiyor, bir gayret, bin bir çaba peşim sıra yüzüyor. Zavallı tamamen beni yakalamaya odaklandığı için, ne kadar yorulduğunun bile farkına varamadı. Ben de usul usul yüzerek onu ta derin denize kadar çektim. Ne zaman ki u şeklindeki koyun dışına çıktık, dalgalı derin denize ulaştık, onu derin yerde bırakıp, bir tekme hareketi ile geri döndüm. Hızla yüzerek kıyıya geldim ve kumlara Tülin’in yanına yattım. Tülin bana kız adam boğulacak kalk gidip kurtaralım filan dedi ama razı olmadım. Zavallı adamcağız beni yakalama ümidini kaybedince yorgunluğu su yüzüne çıktı, takatten düştü, dönünceye kadar canı çıktı. Nihayet kıyıya gelebilince plajın benden en uzak köşesine serildi. O geldiğinde benim mayom kurumuştu, o kadar geç gelebildi yani. Adamcağız zaten sapsarı bir şeydi, tırnaklarının morartısı yarım saatte düzeldi. Artık asılmak şöyle dursun, yüzümü şeytan görsün istemiştir.
Tabii kısmetlerimize bu kadar sempatik (!) davrandığımız için de bazı sonuçları oluyor. Bütün akranlarımız evlendikleri halde bizim hiç birimizde tık yok. Bir gün Melek anne hepimiz için birer asma kilit almış, bir Cuma vakti, o zamanların gözde kısmet açma camisinin kapısında hiç ses çıkartmadan beklemiş. Namazdan çıkan bir dedeye kilitleri açtırmış. Akşam da bize durumu anlattı. Dalga geçtik elbette, ‘’böylece kısmetlerimiz açılmış oldu, artık sıra sıra düğün yapacağız, çok masrafın var Melek anne ‘’ diyoruz, o da bize ‘’siz yeter ki gidin, masraf filan gözümde değil’’ diyor. Derken içerden ‘’Melek anne bu kulplular (Asma kilit) niye açıktı, ben hepsini kapadım’’ diyen İstik’in sesi geldi. Hepimiz birden çocuğun başına uçtuk ‘’neee sen ne yaptın? Hepimizin kısmetini kapattın. Artık mecburen hepimizi sen alacaksın’’. Çocuğu döve döve pert ettik.
Öyle batıl itikatlarımız hiç yoktur(!), ama o gün kilidi kapatılan kızlardan hiç birimiz evlenmedik. İstik ise evli, mutlu, çocuklu.
Bütün Basa kuzenlere sevgiler.
Sevgili Ayşenur şahane hatıralar çok güldüm çok duygulandım. Basa kuzenlerden sanada kocaman sevgiler. Ne güzel yıllardı. Ama bu ekipin birde bu yaşta Marmaris tatili yapması gerekiyor. Aradaki farkları yazarsın.
Valla çok haklısın hemen organize edelim