Ne zaman bayram tatili 9 gün haline getirilebiliyorsa, bir gezi planı yapardım. Birkaç arkadaşımı da ayarlayıp, önceden kalacağımız otellere de rezervasyon yaptırır, sonra da bir minibüs kiralayıp 9 gün boyunca gezerdik.
Bir seferinde Nilgün Kurucu Yarış ‘’bu sefer ben bir gezi planlayacağım, ama senin pabucunu dama atacağım, çünkü bu gezinin bir de yurt dışı ayağı olacak’’ dedi.
Her zamanki gibi tarihi tam hatırlamıyorum ama resimlerdeki Anıl’a bakınca 2005 civarı olmalı diye düşünüyorum.
Planımız şöyle, Trabzon’dan yola çıkıp, Erzincan üzerinden Divriği’ye gideceğiz. Divriği’deki Ulu Camii gezdikten sonra, Adana çevresindeki Roma ve Hitit harabelerini gezeceğiz. Nilgün’ün ailesi de Ankara’dan Adana’ya gelecekler, onları alıp, Hatay’a gideceğiz. Hatay’da bir iki gün geçirip, 2 günlüğüne Suriye’ye geçeceğiz. Dönüşte de Sivas, Giresun üzerinden geri döneceğiz.
Elbette her zamanki gibi otelleri, minibüsü, gezeceğimiz yerleri önceden ayarladık. Ben, Nilgün-Ersin-Anıl Yarış ailesi, anesteziden Nesrin Erciyes hocamız ve şimdi rahmetli olan eşi Rauf bey ve patolojiden Havvanur Turgutalp Trabzon’dan yola çıkan ekibi oluşturduk. Şoförümüz de yanına kendi oğlunu almıştı.
Bu geziden en çok aklımda kalanlar Nesrin hocanın her zamanki gibi hamaratlığı tutmuş olduğu için yol boyunca boş durmayıp, bir şeyler örmesi, hatta Havvanur’a da ördürmesi idi.
Bir başka anekdot da Ersin, Nilgün, Havanur ve ben, hepimiz maşallah pek iştahlı olduğumuz için gezi boyunca her gittiğimiz yerde sofralar kuruluyor, gelsin kebaplar, gitsin lahmacunlar, Allah ne verdiyse götürüyoruz. Ben yıllardır Havanur’u pek kıskanırım. KTÜ’ye ilk geldiğim zamanlarda muhtemelen 38 bedendi, ama benim 3 katım yemek yerdi. Ben bütün bu yıllar içerisinde diyetler yaptım, sporlar yaptım, kilo aldıkça aldım. Havanur benim yediğimin üç katı yemeye devam etti, öyle spor filan gibi tehlikeli şeylere hiç bulaşmadı, bunca yılda çok çok 40 hadi bilemedin 42 bedene çıkmıştır. Bu arada boyu da benden 10 cm uzun. Şimdi gel de kafayı yeme.
Gene bir yerde sofra kurulmuş, galiba lahmacun istemişiz. Rauf bey zaten iştahsız bir adam, 2 çatal aldı, kenara çekildi. Nasıl acıkmışsak her şeyden üçer beşer istemişiz, gelenler de öksüz doyuran çıktı, kimse sipariş ettiği yemeği bitiremiyor. Tabii Havanur hariç, kendi yemeğini bitirdiği gibi, sofradan kim bir şey artırdı ise, günahtır diyerek onları da yedi. Ortaya koca bir salata gelmişti, onu bitirip, yeni bir salata daha istedi. Yemeye devam ediyor, ben sinirlendikçe sinirleniyorum. En son artık masada bir şey kalmamış, sadece ikinci salata tabağının içinde biraz salata suyu ile birkaç soğan parçası var, ziyan olmasın diye onları da yemek istiyor. Garsona seslenip kaşık istedi. Ben artık dayanamayıp ‘’kaşık kesmez arkadaşımı sen buna kürek getir kürek’’ diye patladım. O gün bu gündür Havanur ‘’kürek getir sen buna’’ diyerek kendiyle dalga geçer.
Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası 1228-29 yıllarında Megücekli beyi Ahmet şah tarafından, Darüşşifa ise aynı tarihlerde Erzincan beyinin kızı Turan Melek tarafından Ahlatlı Muğlis oğlu Hürrem Şah adlı bir mimara yaptırılmıştır ve 1985 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine eklenmiştir. Mimari özellikleri hem Selçuk’luları hem de Emevileri andırır ve süsleme ve bezeme olarak eşsiz bir eserdir. Gerçekten gidip görülmesi gereken Anadolu’nun orta yerinde bir inci diyebilirim.
Adana civarında Kizzuvatna ve Kastabala (Hierapolis) harabelerini gezdik. Sadece bu harabeler bile Anadolu tarihinin ne kadar değerli olduğunu anlatıyor. Bunların onda bir Avrupa’lıların elinde olsaydı, bütün dünyanın ziyaret ettiği bir yer olurdu, bundan adım gibi eminim.
Hatay’ı ben defalarca gezdim, bu kez oldukça kalabalık bir halde her yeri tekrar gezdim. Samandağ ilçesi içerisindeki Titus (Vespasianus) tüneli de nihayet 2014 yılında UNESCO tarafından dünya mirası geçici listesine eklendi.
O zamanlar Hatay’dan sadece pasaportunuzla Suriye’ye vizesiz geçiş yapabiliyordunuz. Fakat geziniz 48 saatten uzun sürerse pasaport almak gerekiyordu. Gece saat 23’te şehir meydanında toplandık, saat 23’30 gibi yola çıktık, yarım saat içinde Reyhanlı Cilvegözü sınır kapısına vardık. Gece yarısını geçer geçmez Suriye’ye geçtik. Bütün gece boyunca yol alıp, sabah Şam’a vardık. Bu yolculuk sırasında oldukça soğuk vardı, hatta kar yağdığını hatırlıyorum. Bir de Suriye’de durduğumuz zaman gittiğimiz ilginç tuvaleti hatırlıyorum. Doğrusu bu molada yemekleri hiç yadırgamamıştık, hepimiz aramızda Türkçe konuştuğumuz için yurt dışında olduğumuzu bile anlamamıştık. Ne zaman ki tuvalete girdik, işte o zaman evet biz Türkiye dışındayız dedik.
Bütün gün boyunca Şam çarşısı, Emevi camii, Osmanlı mezarları, Şam’ı gezip durduk.
Özellikle Emevi camii gerçekten etkileyici, roma sütunları, Hz İsa’nın vaftiz kabı, bunun bulunduğu kilise, Hz. Hüseyin’in kafasının mezarı, 4 ayrı mezhebin ayrı mihraplarının olduğu camii hepsi aynı yerde. Bu camii Ulu camii olarak da biliniyor, Dünyanın en eski ve en büyük camiilerinden biridir. Bir çok eski tapınma alanında görülebileceği gibi bu camii de önceden var olan bir tapınma alanı üzerinde kuruludur. Alanın tarihi ta demir çağına kadar dayandırılmakla birlikte, şu anda mevcut binalar içerisinde en eski olan Romalılar tarafından yapılmış olan Jupiter tapınağıdır. Daha sonra Romalılar Hristiyanlığı kabul edince 1. Konstantin tarafından vaftizci Yahya’ya adanmış bir kilise yaptırılmıştır. Daha sonra burada Emevi halifesi 1. Velid tarafından camii yaptırılmış. Camii bu nedenle pek çok dine ait emanetleri muhafaza etmektedir.
Hz Zeynep camii de beni oldukça etkiledi. Kubbesi 30 ton altından yapılmış bir camii. Benim kabanımı kısa buldukları için üzerime çarşaf verip beni öyle içeri soktular. Sırtımda gocuk, sırt çantası, fotoğraf makinaları olduğu için ben yürüyen bir çadır gibi dolaştım.
Gece Hilton’da kaldık. Mağlula denilen bir köy var, hala Hz İsa’nın konuştuğu dialekti konuştukları için bütün dil bilimciler burada araştırma yapıyormuş.
Dönüş yolumuz üzerinde Humus ve Hama’ya (ki buradaki hala çalışan su değirmenlerini görmeye değer) da uğrayarak Halep’e vardık. Halep çarşısı, kuru baklavaları, Halep kalesini gezerek gece yarısı olmadan Türkiye sınırından içeri girdik.
Halep galiba Suriye’nin en zengin ili. Zengin mahallelerinde 4 katlı muazzam taş işçiliği olan apartman şeklinde konaklar vardı. Her katta adamın bir hanımı otururmuş.
Bir dini bayram olduğu için çarşısı kapalı idi, sadece Hristiyanların dükkanları açıktı. Tuhaftır, Müslümanlar Cuma günü, Hristiyanlar Pazar günü tatil yapıyorlar. Müslümansan 4 kadınla evlenebiliyorsun, içki satamıyorsun, Hristiyansan ancak tek kadınla evlebiliyorsun, buna karşılık içki satabiliyorsun.
Biz Halep’e girdiğimizde öğlen namaz vakti idi. Bütün cadde arabaların park alanı olarak kullanıldığı için beklemek zorunda kaldık. Hasta olsa ambulans geçecek yer bile yok. Namaz dağıldığı anda 5 dakika içine arabalar caddeyi boşalttı. Demek ki bu park sisteminin de kendi içinde bir düzeni var, kimse rahatsız olmadı, herhangi bir kaos yaşanmadı.
Şimdi ne haldedir bilemiyorum, ancak Halep kalesi denilen yer de aslında muazzam bir höyük, sanırım kat ve kat dünya tarihinden çok önemli bilgiler barındırıyor, yani barındırıyordu. Dünyanın bu bölgesinde olan savaşlar aslında dünya tarihini yok ediyor, insanlık hafızasını siliyor. Sadece bu güne verilen zarar olarak algılamamak lazım.
Suriye fakir bir ülkeydi, ama inanılmaz bir tarih barındırdığı için turizm potansiyeli olan, kalkınması mümkün bir ülkeydi. Tuhaf bir şekilde yakın hissettiğiniz insanlarla çevreleniyordunuz. Kendilerini Osmanlı tebaası kabul ediyorlar, sürgünde ölen Osmanlı padişahlarının mezarlarına sahip olmaktan gurur duyuyorlardı. Sadece haritada Lübnan ve Hatay’ın neden hala Suriye toprağı olarak gösterildiğine sinir oluyordunuz.
Şimdi ne oldu o insanlara? Neden çıkartıldığını anlayamadığım bir savaş kurbanı oldular. Şimdi Suriye deyince aklıma yerle bir edilmiş kentler, korku, dehşet, terör, vatansız kalmış insanlar, Avrupa’ya kaçmak için bindikleri botlar batıp, cesetleri kıyılarımıza vuran bebekler ve her trafik ışığında dilenmek için bekleyen Suriye’li çocuklar geliyor. Savaştan kaçan Suriye’lilerin iki milyonu şu anda Türkiye’de. Avrupa ülkelerine sığınmaları pek mümkün değil. Ne olacak bu insanların hali?
Neyse bunlar derin konular. Dönüş yolunda Nilgün’ün ailesini Adana’da bıraktıktan sonra Sivas’ta bir gece geçirip, Kongre müzesini gezdik.
Dönerken de Karadeniz dağlarında 2 metre kar vardı. Arabamız 2 kez kaydı, karlara saplandık, bir yanımız uçurum olduğundan bir hayli korktuk.
Bu yazıyı yazdıktan sonra Nilgün minibüste yediğimiz kasa kasa portakalları, Hızır makamında 7 kez tavaf yapmamızı, Havanur da Divriği Ulu Camiinin imamının bize, ta o zamanda alttan ısıtmalı bir ısıtma sistemi olduğunu anlatmasını hatırlattılar. Çok teşekkürler ediyorum.
İyi ki gitmişiz, şimdi Suriye nere, turizm ne?
Ayşenurcuğum, çok hoş bir hatırlatma yaptın. Fotolar müthiş. Bunlar ben de var mı bilmiyorum. Kolileri açmadığım için bakamadım. Divriği Ulu Camiyi zaman ve soğuk problemi olmadan gündüz gözüyle tekrar gezmek istediğimi hatırladım. Kapısının güzelliğine hayran olmamak mümkün değil.Isıtma sisteminin orijinalliğini de (günümüzde kullanılır durumda olmayan alttan ısıtma sistemi) anlatmışlardı. Teşekkürler.
Havanur seninle oy bu o—piler kim macerasını da yazcam
ÇOK HOŞ OLUR, AMA AYNEN YAZ.ÖPTÜM.