Viyetnam, Laos ve Kamboçya, Hindiçin yarımadası diye bildiğimiz coğrafyanın büyük bir bölümünü kaplıyor. Bu topraklar bize tam 5 saat dilimi uzaklıkta bulunuyor, ancak üzerinde yaşanmış ve yaşanmakta olan her şey bize hem çok yabancı bir o kadar da tanıdık geliyor.
Her üç ülke de ilginç kaynaşımların (füzyonların) ülkesi. Her şeyden önce bütün yarımada sakinleri genetik karışımlar sonucunda meydana gelmişler. Genel olarak Çinlilerden çekik gözlerini, Okyanusya halkından kalın dudaklarını, Hintlilerden de esmer tenlerini almışlar demek mümkün. Ancak yarımadanın kuzey kısımlarında daha Asya kökenleri biraz daha baskın, güneye inildikçe Okyanusya ve Hint kökenleri daha belirginleşiyor.
Karakter olarak da klasik Asyalı insan naifliği taşımıyorlar, hatları ve hareketleri daha güçlü, daha sert, kendilerine özgü dik bir duruşları var. Bu kendine özgü duruş havaalanında ilk karşılaştığınız memurda ‘’komünist kızıl Kımer komiseri’’ havası olarak karşınıza çıkıyor. Bu eyvallahsız dimdirek davranışlarını başlangıçta yadırgasanız da günler geçip, bölgenin yakın tarihi öğrenildikçe başka bir duruş sergileyemeyeceklerini anlayıp, saygı duyuyorsunuz.
Fizyonomileri gibi davranış ve tutumları açısından da kendilerine özgü bir varoluşları var. Örneğin dilenen kimse yok, evet pazarlarda pazarlık ediyorlar, evet satıcılar ısrarcı olabiliyor, ancak etrafınızı sarıp sizi bunaltacak şekilde değil.
Ve evet, hayata karşı tuhaf ve görkemli bir duyarsızlık geliştirmişler. Örneğin yerel rehberlerimizden biri Kızıl Kımer’lerin en önemli soykırım kamplarından birini gezdirdi. Açıkçası gezdirirken hiçbir ajitasyon, ya da duygu belirtisi göstermedi, son derece profesyoneldi, ama gezinin sonunda adamın kendi abisinin de o kampta işkence görüp, öldürülmüş olduğunu öğrendik. Bunu o kadar olağan bir şekilde anlattı ki kulaklarıma inanamadım. Suratıma yumruk yemiş gibi oldum. Bu küçücük bedenli adam hayata ve olaylara karşı bu ‘’tarafsız bakış’’ gücü ile birden bire gözümde devleşti.
Öyle ya her şey olduğu gibidir, olaylara biz kendimiz duygu yükleriz. Son 50 yıl içerisinde Kamboçya’da soy kırım boyutlarında bir iç savaş, Viyetnam’da 30 yıl süren iç/dış savaş olmuş. Herkesin mutlaka ailesinden birkaç kişi ya ölmüş ya da kaybolmuş, bir çok kişi kolunu bacağını kaybetmiş, ancak kimse bu durumun edebiyatını yapmıyor. Bu günkü hayata bakıyor. İnsan elinde olmadan Amerika’lı askerlerin düştüğü ve önceleri ‘’post Viyetnam sendromu’’ daha sonra ise ‘’post travmatik sendrom’’ denilen ruhsal hastalığın bu topraklarda yaşayan insanları nasıl olup da etkilemediğini düşünüyor. Bence onlara bu kadar uzun süre ile bu kadar zor koşullarda vatanlarını savunma azmini veren de, şimdi geçirmiş oldukları travmalara değil de yaşadıkları ana odaklanmalarını sağlayan da hayata karşı bu dik, bu gözü kara duruşları.
Ülkelerin nüfus yoğunlukları oldukça fazla, şehirle oldukça kalabalık, ayrıca her üç kişiden ikisinde motosiklet var. Bu kadar çok gözü kara insanda, bu kadar çok motosiklet, bizler için hem korkutucu hem de şaşırtıcı görseller sunuyor. Siz otobüste iken kavşakta bir anda 50-60 motosiklet birikiyor, trafik açıldığı anda her biri karıncalar gibi sağa sola kaçışıp yok oluyorlar. Sokaklar park edilmiş halde motosikletlerle dolu. Mesela sokak yemeği yerken, masada otururken yanınızda bir motosiklet park etmiş olması, hatta sizin hala motosiklet üzerinde iken servis almanız son derece normal. Uyumak isterseniz hamağınızın bir ucunu motosiklete diğerini ağaca bağlayıp, üzerinde mis gibi uyuyorsunuz.
Motosiklet üzerinde oturuşları da son derece rahat ve kendilerine güvenli, arkada oturan kız ise İngiliz leydilerinin ata bindikleri gibi yan oturuyor, son hızla yol alırken herhangi bir yere tutunma ihtiyacı bile hissetmiyor. Kızlar bir karış eteklerle motosiklet kullanıyorlar, hiçbir yerleri görünmüyor. Adam kucağında kundaklık bebek sırtında bir başka çocuk, onun da arkasında bir kadın ile biniyor, bir yandan sürüp bir eli ile de telefonla mesaj çekiyor. Bir başka adam sepetinde meyve ağacı taşıyor, öteki belki 20 kasa yumurta taşıyor. Görebildiğim kadarı ile kimse bir şey kırmıyor, düşmüyor. Caddelerde cambaz gibi geziyorlar. Hal böyle olunca da sokaklarda yürümek bizim gibi acemiler için mayın tarlasında yürümeye benziyor. Her an bir motor ayağının üzerine çıkabilir.
Bu gezide bütün gezi boyunca muhteşem tapınaklar gezdik, bir çok tapınak hatta şehir UNESCO mirasına dahil edilmiş. Dinleri de bir füzyon din denilebilir. Hinduizm ve Budizm karışımı eklektik (heterodoks) bir din.
Genetikleri ve dinleri gibi mutfakları da kaynaşım (füzyon) mutfak. Bölge uzun süre batı (en çok da Fransız) sömürgesi olduğu için, yemekler oldukça Avrupai, elbette Asyatik dokunuşlar ve baharatlar katılmış. Hemen her sofrada pirinç yanında bildiğiniz Fransız ekmeği de vardı. Meğer füzyon mutfak denilen şey Fransız işgali ile Viyetnam’ da başlamış, daha sonra Viyetnam’lı aşçılar Avusturalya’ya göçerek bu alışkanlıklarını oraya da taşımışlar. Şimdi bütün dünya füzyon mutfak Avusturalya’da icat edildi sanıyor.
Ben daha vejetaryen bir mutfakla karşılaşacağımı sanıyordum, ancak her sofrada hem dana eti, hem tavuk eti, hem balık hem de deniz ürünü vardı. Bunların yanında da bir çanak içinde yarı haşlanmış karışık bir sebze geliyordu. Galiba müşterilerden korktukları için o kadar ısrar etmeme rağmen böcek kızartması da yemedik. Aslında en sevdiğim yemekleri duru su gibi bir sudan yapılan nuddle çorbaları oldu.
Coğrafya da oldukça görkemli, gezinin ilk günlerinde Ha Long körfezine gittik. Burası muhteşem bir doğa harikası, zümrüt yeşili bir denizde, irili ufaklı, rehberimizin söylediğine göre üç binden 4 eksik sayıda ada düşünün. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Adalar kireç taşından meydana gelmiş, denizden aniden onlarca metre yükseliyorlar, üzerleri vahşi ormanlarla, içleri mağaralarla, küçük kovuklardan geçilen mini iç denizlerle kaplı, sahillerinde çok az miktarda minik plajcıklar barındırıyorlar.
Deniz ise adeta balık çorbası gibi, demir aldığımızda hemen denize birkaç sepet sallandırdılar, sepetlerin içi birkaç dakikada mürekkep balıkları, kalamarlar ile doldu.
En güzel tarafı da adalarda insan yerleşimi yok. Böylece gece çevredeki yatların ve yıldızların ışıklarından başka bir ışık yok. O gece böylesine büyülü bir ortamda yatta kaldık. Yer yüzü cennetlerinden birini daha hatıralarıma yazmış oldum.
Bu gezinin sonunda da deniz incileri ve üretimi ile ilgili bir hayli şey öğrendim.