Geçenlerde genç eczacı arkadaşım Cansın Gelişli huşu içerisinde, ne kadar güzel ve kutsal bir mesleğiniz var diyerek, son uçuş anısını anlattı. Bu uçuşta yolculardan biri hastalanınca ‘’uçakta bir doktor var mı’’ diye anons etmişler. Cansın kendisi de ilk yardım sertifikası almış, fakat yenilememiş olduğu için tereddüt etmiş, gene de doktor bulunmazsa ortaya çıkarım diye düşünmüş. Neyse ki genç bir kadın doktor olduğunu söyleyerek, hastaya müdahale etmiş. Hasta kadıncağız bir cenaze için yolculuk yapıyormuş ve uçuş sırasında tansiyonu düşmüş. Doktor hastayı birkaç koltuğa birden yatırmış, damar yolu açarak mayi takmış ve yol boyunca da hasta ile konuşarak ona moral vermiş.
Bütün bunlar olurken kadının kocası da Cansın’ın yanındaki koltuğa geçip ‘’ben ona bir şeyler ye demiştim, yemezsen olacağı budur’’ diyerek, büyük bir kayıtsızlık içerisinde gazetesini okumaya devam etmiş.
Cansın meğer bir uçak yolculuğunda ilk kez böyle bir anons duymuş, bütün bu olaydan çok etkilenmiş, bana da büyük bir hayranlıkla, neredeyse gözlerinde yaşlarla anlattı. Doktorluk çok kutsal bir meslek diyor. Ben olsaydım öküz koca aklımda kalırdı, onun aklında doktor ve hastasına söyledikleri, hastanın elini tutuşu kalmış. Bence de aferin doktora, hastanın durumunun büyük ölçüde psikolojik olduğunu anlayıp ustalıkla onu yatıştırmayı başarmış.
Ben de bu kadar çok uçuş yaptığım için pek çok kez bu anonslarla karşılaştım. Anonsu duyunca pek ortaya çıkmak istemem, çünkü uçakta hastalananların çoğu, hatta hemen hepsi erişkin hastadır. Eğer ilk anonsta ortaya kimse çıkmazsa o zaman ben çıkarım. Ne hikmetse de ben ne zaman ortaya çıkarsam hasta diabet hastası çıkar. Böylece yetkin olduğum bir konuda hastaya yardım etme imkanım olur. Allah muhafaza kalp krizi gibi bir şeyle karşılaşsam, herhalde elim ayağım bir birine dolanır, öyle ya en son intörn iken acil stajım sırasında kalp krizine müdahale etmiştim, onun da üzerinden 35 yıl geçti.
Anonsa cevap verdiğim bir seferinde orta yaşlı bir kadının (yanılmıyorsam o da bir cenazeye gidiyordu), oturduğu yerde bembeyaz bir suratla, buz gibi terler döktüğünü görüp, hemen şeker hastası mısın diye sormuş ve evet cevabını alınca da derhal şekerli bir şeyler içirmiş ve kendine gelmesini sağlamıştım. Bu olayda yanımda bana yardım eden Cansın kılıklı bir hostes vardı. O da bana hayran hayran hastaya bir bakışta nasıl şeker hastası olduğunu anladığımı sormuş, ne kutsal bir mesleğiniz var demişti. Kızcağız ömrümün şeker hastaları ile geçtiğini ne bilsin?
Bir başka seferde, Amerika’dan dönüyordum, bir diabet hastası uçakta şekerinin yükseldiğini fark edip, ölçüm cihazını çıkarıp, kan şekerini ölçmeye kalkınca hostes telaşlanıp doktor anonsu yapmıştı. Ben arkamı dönüp hastaya bakınca, halinden neredeyse ketoasidoz komasına girmek üzere olduğunu anladığımdan hemen ortaya atladım.
Hasta kırklı yaşlarının başında tip 1 diabetli bir iş adamı idi. Adamın yanına gidince ciddi bir aseton kokusu vardı, oldukça da kafası karışıktı. Şekerini ben ölçtüm 650 çıktı, aynı çubukta keton da ölçülebiliyordu ve ketonu da pozitif idi. Tabii yol boyu adamın yanında kaldım. Neyse ki tuvalete yakın bir yerdeydik, hostesten tuvaletlerden birini bize tahsis etmesini istedim, hemen tuvaletin kapısına girmeyiniz diye bir kağıt astılar. Yol boyunca hastaya bol bol su içirip, ek doz insülin yaptım, kan şekerini sık sık ölçerek ve uygun ara öğünler vererek İstanbul’a gelene kadar şekerini 200 civarına düşürmeyi başardım. Adam bir iş seyahati için Lübnan’a yada Ürdün’e gidiyordu. Israrla hiç olmazsa bir gece İstanbul’da bir hastanede kal dedim ama dinlemedi, yoluna devam etti. Şimdi düşününce bayağı ciddi ciddi tedavi yapmışım, biraz daha gecikmeyle fark edilse kesin komaya girecekti, çünkü kendi kafası bulanıktı, gereken düzgün tedaviyi düşünecek halde değildi. Bunlar dışında pek öyle ciddi bir şeyle karşılaşmadım.
Bir seferinde ise anons benim için yapıldı.
Bu aslında çok komik bir hikayedir. Bir yıl, ne zaman bir kongreye gitsem, hastalanıp, yorgan döşek yatıyordum. Hele İstanbul’daki bir kongrede, gittiğim gece ateşlenmiş, bütün kongre boyunca yataktan çıkamayıp, oturumlardan hiç birine katılamamıştım. Bu kongrelerde hastalanma hali neredeyse bir yıl boyunca gittiğim her kongrede başıma geldi. Ya grip oldum, ya orta kulak iltihabı, ya ishal, artık Allah ne verdiyse. Kongrelerde bu kadar sıkıntı çektikten sonra da dönüşe yakın kendime gelip, Trabzon’a oldukça sağlam bir şekilde dönüyordum. İşin daha da ilginç tarafı o yıl sadece kongrelerde hastalandım.
Avrupa’da bir yerde bir ESPE kongresine, artık hastalanacağımdan emin olduğum için yanıma bir çok ilaç almış bir halde gittim. Ancak sürpriz bir şekilde hastalanmadım, kongreye tamamen devam ettim. Çok ama çok mutluydum. Herkese de bu kongrede hastalanmadım diye anlattım. Erken öten horozu keserlermiş. Ben de erken konuşmuşum. Bu yolun bir de dönüşü var değil mi?
Dönüş yolunda pencere kenarında oturuyorum, ama uçağın dış kavisi alışılmadık bir şekilde belirgin, tavan neredeyse kafama değecek. Üstelik yanımdaki pencere de kör, dışarıya bakabilmem için koltuğumda iyice geriye dönüp, gözümü koltuğun arkası ile kör pencere arasındaki 4-5 cm’lik bir aralığa ayarlamam lazım. Hele önümde uzun boylu bir adam oturuyor, zavallı c harfi gibi kıvrık oturuyor. Oturduğum koltuk klostrofobik bir alan yani.
Bütün uçak bizim pediatrik endorinologlarla dolu olduğu halde, benim yanımda iki hiç tanımadığım adam oturuyor. Her ikisinde de garip omuz tikleri var. Hava şartları pek müsait değil, uçak yol boyunca bir hayli sarstı. Zavallı adamcağızlar, strese girdikleri için tikleri daha da sıklaştı ve şiddetlendi. Tikler adamlardan bağımsız bir şekilde, makine gibi, tıkır tıkır işliyor. Adamlar hiç durmadan boyunlarını kırıp, omuzlarını silkeleyip, sırtlarını yerleştiriyorlar. Her iki adamın da tikleri aynı bölgelerde olduğu halde, hareketleri birbirinden oldukça farklı.
Ben bu tür tekrarlayan şeylerden efsunlanırım, tansiyonum düşer, gözüm kararır, hatta bayıldığım bile olur.
Huyumu bildiğim için, adamlara bakmamak istiyorum, ama bakmaktan ve her hareketlerini fark etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Uçak lebalep dolu olduğu için yerimi değiştiremiyorum. Gündüz saati olduğu için uyuyamıyorum. Okumak istedim, okuyamadım. Bütün dikkatimi önümdeki adamın tuhaf oturuşuna vermek istedim, veremedim.
O sırada yemek ikramı yapıldı, oyalanmak için ne varsa yedim, hatta çantamda da abur cubur varmış, onları da yedim. Midemde inanılmaz bir rahatsızlık hissediyorum. Tepsilerin toplanması da bir hayli gecikti, önümdeki masayı da kapatamıyorum, iyice bunaldım.
Oturduğumuz yer zaten dar, benim gönlüm daha da dar. Artık ağzımdan nasıl bir ah çıktıysa, yanımdaki adamın yüzüme bakmasıyla, hostesi çağırması bir oldu. Hostes yüzümün halini görünce hemen uçakta doktor var mı anonsu yaptırdı.
Bir anda önümden tepsiler toplandı, masalar kapatıldı, adamlar ayağa fırlayıp, bana yol açtı. Ben de fırsat bu fırsat diyerek, koridora atıldım ve lavaboya doğru seğirttim. Canım koşarak tuvalete gitmek istiyor, ancak hostes kolumu bırakmıyor. Beni kolumda hostesle gören ve anonsun benim için yapıldığını fark eden bir çok arkadaşım da oturduğu yerden kalkıp, ‘’abla ne oldu’’ diyerek, boştaki koluma yapışıyor.
Koridorda ilerlemek için canhıraş bir mücadele veriyorum. Kollarıma yapışan arkadaşlarımı silkeleye silkeleye, bana saatler gibi gelen saniyeler içinde tuvaletin önüne ulaşabildim. Fakat şimdi de bir kolumda hostes, diğer kolumda yanılmıyorsam Dr. Pelin Bilir (Ankara Üniversitesi) ya da Dr. Filiz Tütüncüler (Trakya Üniversitesi) olduğu için içeri giremiyorum. Ya şimdi ben bunların elinde çırpınırken biri gelir de içeri girerse diye bir vesveseye kapılıp, ayağımı tuvaletin kapısından içeri soktum. Bir ayağım tuvalette, kollarımdan biri hostesin, diğeri arkadaşımın elinde, çarmıha gerilmiş gibiyim. Sonunda ‘’beni bırakın’’ demek aklıma geldi de, nihayet içeri girebildim. Midemde ne varsa çıkarıp, kendime geldim.
Nedense tuvaletten çıkınca hostes düzeldiğime inanmadı. Arkadaşlarımdan birine tansiyonumu ölçtürdü. Sonra da bana tansiyonumun ölçüldüğüne dair bir yazı imzalattı.
Bundan sonra beni kabin memurlarının uçağın inip kalktığı zamanlarda oturdukları koltuğa oturttular. İstanbul’a iniş için anons yapılana kadar o koltukta halimden hoşnut bir şekilde oturdum, izzet, ikram gördüm.
Ayşenur, yazıyı bulup okudum ve bir kez daha anlatımını yine çok beğendim.
Uçakta doktor hikayeleri çok ilginç olayları içeriyor. Mizah yönü de fazla, tabii anlatana bağlı..
Sevgilerimle,
tk