Uzun zamandan beri İran’a gitmeyi, böylece Çin’den, Türkiye’ye kadar İpek yolunu oluşturan bütün ülkeleri görmüş olmayı hayal ediyordum. Sonunda bu hayalimi gerçekleştirebildim, benim zihnimde İpek yolunun son durağı olan İran’a da gittim.
Zihnimde yarattığım kişisel efsaneme dayanarak, yanıma Umrede giydiğim feraceyi ve geçen doğum günümde hediye edilen kocaman şalları alarak, kendimce İran topraklarına uygun bir giyim sitili yarattım. Gerçek şu ki, İran topraklarında gezdiğimiz 10 günün 8’inde giydiğim ferace ile, gördüğümüz birkaç çarşaflı İran’lı kadın dışında, bütün İran topraklarında en ‘’hijaplı’’ kadın bendim.
İran’a gideceğimi duyan herkes, nedense ‘’oralar karışık, neden gidiyorsun’’ diye sormuştu. Gerçek şu ki, İran karışık filan değil, insanlar huzur içinde yaşıyorlar ve ne yazık ki İsfahan’da konuştuğumuz bir kız ‘’bu sene Türkiye’ye gelmek istiyorduk, ancak sizde savaş var gelmeye korkuyoruz’’ dedi. Ne cevap vereceğimizi şaşırdık.
İran’la ilgili kafamdaki efsanelerden bir başkası da, dünyadaki en eski devlet geleneklerinden birinin bu topraklar üzerinde kurulmuş olması ve ne kadar işgale uğramış olurlarsa olsunlar, her yeni geleni kendi sosyal yapıları içerisinde asimile ettikleri idi. Gerçek şu ki, bu düşüncem efsane değil, tamamen doğru. Bu günlerde kendilerini ‘’Ne şarki, ne garbi, cumhuru İslami’’ olarak tanımlayacak kadar da bu kadim ve özgün devlet gelenekleri ile gururlanıyorlar.
Bu gezide Trabzon’dan İstanbul’a kadar sorunsuzca ulaştım, ancak orada acı bir haber aldım. Oda arkadaşımın (gezgin arkadaşım Ayşenur Cesur) annesi o gece vefat ettiği için geziye katılamadı. Gene de hiç arkadaşsız kalmadım, toplamda 20 kişilik gezi ekibinde hemen herkes bir şekilde arkadaş ya da ahbap çıktı.
Gurubumuzda önceki Moğolistan gezisinden tanıdığım, İstanbul Tıp Fakültesinde öğretim üyesi olan, Prof Dr Nuran Salman ve Prof Dr Tansu Salman çifti vardı. Bu gezide ise, ben öğrenciliğimde çocuk cerrahisi stajı yaparken, Tansu hocanın baş asistan olduğunun farkına vardık. Meğer onun için yüzü o kadar tanıdık gelirmiş, hatta o zamanlar onun ameliyat ettiği, benim de çok ilgilendiğim ortak bir hastamızın olduğunu da hatırladık. Guruptaki diğer insanlar onca sene sonra nasıl olup da bu hastayı hatırladığımıza şaşırdılar, ancak hasta unutulacak gibi bir hasta değildi.
Ayrıca Hacettepe Tıp Fakültesinden sınıf arkadaşlarım olan Zerrin/Bahri Ateş çiftinin çocukları Sina ve Beril vardı. Gurubumuzun yaş ortalamasını bir hayli düşüren bu gençler, herkesin ilgi odağı oldular. Herkes ilk önce onların isimlerini ezberledi. Daha İstanbul havaalanında ben onları, onlar da beni sahiplendiler. Gezi boyunca pek yakınlaştık, sabah biri gelip bir yanağımı öperse, diğer yanağımı da diğerine öptürüyordum. Sina da benim ilgi duyduğum bazı konulara ilgi duyuyormuş, bir hayli sohbet ettik, hatta bir ara kendimi ona nefes egzersizleri yaptırırken buldum.
Daha önceki seyahatlerimde Trabzon’nun eski doktorlarından Sami Akmanlar’ın kızı ve rahmetli annemin de öğrencisi olan Hamra Akmanlar isimli çok hoş bir hanım tanımıştım. Onun kız kardeşi Semra Akmanlar ve teyzesi de gurupta idi. Üstüne bir de rehberimiz Mustafa Kesim, rahmetli Dr Cengiz Kesim’in amcaoğlu çıktı. Ekipte İstanbul Üniversitesi Çocuk bölümünde öğretim üyesi olan iki çift daha vardı, onlarla da bir çok ortak tanıdığımız çıktı.
Benim Trabzon’lu olduğumu duyan bir hanım, Nazan Bekiroğlu’nun Nar Ağacı romanını okuyup İran’a gelmeye karar verdiğini söyledi. Gurubun bir diğer üyesi, daha önce D&R’da dikkatimi çekip de almadığım ‘’Kadim Şehrin Azizi’’ kitabının yazarı Nihal Eratik’ti (Şimdi hemen bu kitabı alıp okumama lazım). Böylece gurupta tanıdık olmayan ya da ortak tanıdık bulamadığımız birkaç kişi ile ‘’kitap kardeşliği’’ olarak adlandırabilecek bir tanışlık müessesesi kurmuş olduk.
Yani toplamda 20 kişi olan gurubumuzda hiç arkadaş ve ahbap sıkıntısı çekmedim, günler geçtikçe bütün ekip birbirine kaynaştı zaten. Eğer belli bir ilgi alanınız varsa, dünya küçülüyor, kültür gezilerine meraklı olan gezginlerin yolları da böylece sık sık kesişiyor.
İran’da önce Tahran’a gittik. Tahran’da muhtemelen İran’ın en efendi ve yakışıklı adamı ve de en becerikli rehberi olan Peyman Bey de bize katıldı. Bütün gezilerde olduğu gibi gezginlerden bir çoğunda bol bol kuru yemiş vardı. Yerel rehberimize arkadaşlardan biri Peyman kuru yemişlerinin paketini gösterince, ondan sakince ‘’evet benim şirketim’’ cevabını aldı. Adam espri yaparken bile kılı kıpırdamıyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse Tahran benim gözümde ‘’olsa da olur, olmasa da olur’’ bir şehir. Zaten tarihi şehir Moğol istilasında yıkılmış, bu günkü Tahran ancak 1788 yılında ilk kez Kaçar hanedanı tarafından başkent ilan edilmiş, yani bu kadim topraklar için pek yeni, ancak 40 yıllık ambargodan yorgun düşmüş bir kent. Bir çok binanın yenilenmeye ihtiyacı var.
Mesela sokaklarda döviz bürolarına rastlamıyorsunuz, döviz bürosu olarak yerel rehberimizin belinde taşıdığı para çantasını kullandık. Banka kartı kullanmak istediğinizde ise slipten geçirip, kart bilgilerini alıyorlar, daha sonra Dubai’daki bir bankaya telefon açıp, işlemleri o banka üzerinden gerçekleştiriyorlar.
Gene de ülkede bol miktarda doğal gaz ve petrol bulunduğu için ambargo düşünüldüğü kadar yıkıcı olamamış. Öyle ya siz Rusya’dan doğal gaz aldığınızı sanıyorsunuz, ama Rusya size sattığı doğal gazı İran’dan almış oluyor.
Buna karşılık ambargonun belli faydaları da olmuş, belki yaradılışlarından, ama bana göre sırf batı etkisinde uzak kaldıkları için, ilginç bir şekilde masumiyetlerini korumuşlar. Sokaklarda çocuklar sadece selam vermek için yanınıza koşuyor, satıcılar turist kazıklamayı bilmiyor, kime selam verseniz içtenlikle ve yüzünde koca bir gülümseme ile cevap veriyor.
Sanıldığı gibi insanlar birbirlerinden kaçmıyorlar, kadın erkek hep birlikteler, evet şehir otobüslerinde kadınlarla erkekler ayrı oturuyorlar, ancak metrolarda karışık oturuluyormuş. Kadınlar saçlarının önü açık olacak şekilde örtünüyorlar, özel araba kullanan kadın şoförler var, hatta bir tane de kadın taksi şoförü gördük.
Son bir iki yıl içinde ambargo iyice delinmiş. Bunun en açık göstergesi de kaldığımız oteldeki, İran’ı ziyaret eden devlet adamlarının resimleri idi. Daha geçen ay bizim başbakan orada idi, onun resminin önüne şimdiden bir çok resim daha asılmıştı, dahası bizim kaldığımız iki gün içinde hem Almanya’dan hem de İskandinav ülkelerinin birinden bakanlar geldi. Büyük bir potansiyel var İran’da.
İlk gün bizi, dünyanın en yüksek gökdelenlerinden biri olan Milat kulesine çıkartıp, şehri panoramik olarak izlettiler. Hadi o kadar da hakkını yemeyeyim, Tahran 20 milyona yaklaşan nüfusu barındırmasına karşın oldukça düzenli bir şehir planı ve 1200 metre yükseklikte kurulu olmasına karşın dev parkları olan oldukça yeşil bir kent. Caddelerin ortalarında yayalara ayrılmış geniş yollar, ağaçlar, kaldırımların yanlarında içlerinden sular akan hendekler var.
Gen de bence Tahran’ın şehrinin en albenili tarafı, sırtını yasladığı Elbruz sıra dağlarının karlı zirveleri idi. Türkiye’deki dağcıların gözdesi olan 5610 metre yüksekliğindeki Demavend zirvesi de şehre 50 kilometre uzaklıkta, açık havalarda havaalanından görünebiliyormuş. Tahran şehrin içinden görülebilen bu dağ silsilesi ile bana Erzurum’u hatırlattı. Zaten bütün gezi boyunca gördüğümüz her yerde, tanıdık bir başka yerin izlerini görüp durdum.
Kaçar hanedanın sarayı olan, Pehlevi hanedanı tarafından sadece törenler için kullanılan gösterişli Gülistan Sarayını gezdik. Gülistan sarayı gerçekten görülmesi gereken, güzel bir bahçeyi çevreleyen, hem doğudan hem de batıdan çok etkilenerek yapılmış binalardan oluşan bir kompleks. Bu sarayda Kaçar hanedanının Şahlarının balmumu heykelleri var. Bu heykellerden söz etmeden geçemeyeceğim, çünkü adamların bir şakaklarından diğerine uzanan, burun kısmında da aşağı doğru genişleyen, uzakta uçmakta olan bir kuşun temsili çizimini anımsatan, tek bir kaşları var. Üstelik bu konuda yalnız da değiller, gezide böyle şakaktan şakağa tek kaşlı bir çok adamla karşılaştık.
Tahran’da bazılarının yapılmasını Farah Diba’nın ön ayak olduğu, görülmeye değer birkaç müze de var. Ulusal mücevherat müzesine değil fotoğraf makinesi, çanta bile sokamıyorsunuz. Çünkü eserler İran Merkez bankasının yer altındaki bir kasa olarak inşa edilmiş bir bölümünde sergileniyor. Bu müze gerçekten de görülmeye değer bir hazine barındırıyor. Diğer müzeler ise umduğumdan küçüktü ancak hepsinde oldukça etkileyici eserler vardı. Ne de olsa bu topraklarda da MÖ 4000’li yıllarda bile Mezopotamya haricinde, ancak bize hiç de yabancı olmayan medeniyetler vardı.
Bir de Pehlevi hanedanının kullandığı saraydan çok villa sayılabilecek, devasa çınar ağaçları ile çevrili olan Niavaran sarayını gezdik. Bu sarayda Farah Diba’nın giydiği elbiseler, mücevher müzesindeki taçlar bize oldukça tanıdık geldi.
Tahran’da en çok dikkatimi çeken şeylerden biri de resmi dairelerde Perslerin kullandığı mimari ögelerin ve Zerdüşti simgelerinin kullanılması oldu. Gülistan sarayı ise eklektik bir dünya sentezi; Hindistan’dan, Avrupa’ya her yerden etkilenmiş. Mesela bir duvar tam Orta Doğu usulü kabartmalı seramiklerden yapılmış yüksek süpürgeliklerle başlayıp, Avrupalı kartonpiyerli duvarlarla devam edip, Hindistan’ın aynalı tavanı ile tamamlanabiliyor. Avrupai bir vitraylı camı, tahta oymalı bir panjur kapatabiliyor. Zerdüşti aslanının üzerinde Avrupai kanatlı melek resimleri olabiliyor. Cümbüş gibi. Ama düşününce tarihlerine hiç de aykırı değil.
Tahran’da bütün İran’da farkına varabileceğiniz gibi, Türkçe konuşan nüfus bir hayli fazla, sizin Türkçe konuştuğunuzu duyunca derhal sizinle Türkçe konuşuyorlar. Hatta öğlen yemeğe gittiğimiz bir mekanda şarkıcı adam, Sabuha’dan, Bebeğim benim’e kadar İbrahim Tatlıses’in bütün repertuarını okudu.
Bu arada bizim konuştuğumuz Türkçe’ye ne kadar çok Farsça girmiş olduğunu da fark ettim. Eğer biraz tavla oynadı iseniz şimdi ne demek istediğimi kolayca anlayacaksınız. İran’da hafta Cuma günü ile başlıyor, cumartesi günü sadece Şembe ( gün anlamına geliyor) , sonraki günler ise arşembe, duşembe, caarşembe (evet bizim Çarşamba dediğimiz gün) ve pençşembe (bizim Perşembe) olarak isimlendiriliyor.
Tahran’da son olarak iç hatlar havaalanına giderken yol üzerinde Şah’ın kendini yüceltmek için yaptırdığı ve adını ‘’Şahyad’’ koyduğu, Şahtan sonraki rejimin ironik olarak ‘’Azat’’ adını verdikleri anıtı gezdik. Bu yapı aslında bir yer altı kongre salonunun yer üstündeki parçası, ancak şimdi kullanılmıyormuş.
Ancak benim açımdan İran gezisi asıl Tahran’dan uçakla Meşhed’e gittiğimiz anda başladı diyebilirim. Uçak Meşhed havaalanına konduğunda uçakta sözleri ‘’ Şehidin makamına hoş geldiniz’’ anlamına gelen bir ilahi okunmaya başladı. İşte o anda tamam ben görmeye geldiğim İran’a geldim dedim. Meşhed, Türkmenistan sınırına yakın, İran’ın ikinci büyük şehri.
Ve artık efsanevi Horasan ilindeyiz.
Meşhed’de önce 25 kilometre uzaktaki Tus şehrindeki meşhur Şehname’nin yazarı olan Firdevsi’nin anıt mezarını ziyaret ettik. Şehname, 60000 dizesi ile bütün dünya çapında tek bir insan tarafından kaleme alınmış en uzun epik şiir. Bence dünya mirası olan bu eserde mitolojik dönemlerden Sasani imparatorluğunun sonuna kadar İran tarihi anlatılıyor. Bütün İran’da mutlaka okunması gereken bir eser olarak değer görüyor. Şehnamede çeşitli yaratıkların birleşmesinden meydana gelmiş, çok yükseklerden uçan ve bizde de türküleri olan efsanevi Huma kuşundan bile bahsediliyor.
Evet artık Horasan’dayız. Benim İran gezim şimdi başladı.
Muhtesemsin Aysegul..Kalemine ve gonlune saglik , yazilari bir solukta okuyorum…