Meşhed, İslamiyetin iki büyük kolundan biri olan Şiilik için Kerbela’dan sonraki en kutsal şehir ve çok önemli bir ziyaret merkezi. Yılda 22 milyon kişi Meşhed’i ziyarete gelirmiş, ancak buraya gelenler hacı olmuyorlar, Şiiler de hacı olmak için Kabe’ye gidiyor, Meşhed’i ziyaret edenlere Meşhedi diyorlar. Burayı ziyaret etmek için Kerbela’dan Meşhed’e kadar 2000 kilometre yolu çıplak ayak ile gelenler olurmuş.
Bu gezi boyunca ben dahil pek çok kişi kendine küçük küçük hatırlatma notları aldığı bir defter kullandı. Beril, sanatçı gözü ile aldığı notlarla defter tutmadı, resmen sanat eseri yarattı (bu defterin gösterişli bir sayfasının resmini paylaşacağım). Kerbeladan Meşhed’e yürüyenleri duyunca defterine üzerinden sızlama çizgileri çıkan çıplak bir ayak resmi çizdi. Ben ise defterime ‘’ İster su içmek için yerinden kalk, ister dünyayı dolaşmaya çık, işe istek ve bir adımla başlarsın, işin sonunu getirmek ise azim gerektirir’’ diye yazmışım. Ancak adanmışlık ve kutsal inançla onca yol çıplak ayak yürünür, daha ne diyeyim.
Bu gezide muhteşem rehberimiz Mustafa bey bize Şiilik ile ilgili pek çok bilgi aktardı. Hz Muhammed’in ölümünden hemen sonra, onu temsil etme yetkisinin Hz Ali’de olması gerektiğini düşünen insanların zaman içerisinde meydana getirdikleri Şiilik; şu anda dünya Müslüman toplumunun %16’sını oluşturyor. Şiiler, ilk üç halife ve onlar zamanında aktarılan hadisler tanımıyor, buna karşılık Sakaleyn (kutsal emanet) olarak Kuran ve Ehli Beyt’i ( Hz. Muhammed, Hz. Fatima, Hz. Ali, Hz Hasan, Hz Hüseyin) kabul ediyorlar. Şiilikte, Mazdeizmde var olan, Mehdilik kavramı da öne çıkıyor.
Şiiliğin ilk tohumları daha Hz. Muhammed’in öldüğü gün halife olarak Ebu Bekr’in seçilmesi ile atılsa da, asıl Kerbela olayından sonra Kufe şehrinde ciddi bir muhalefet başlamış, daha sonra muhalifler bu topraklarda barınamayarak Horasana doğru çekilmişler. Horasan’a gelenler Mazdeizmden etkilenerek, inanç sistemlerine pek çok şey katıyorlar, böylece Mazdeizmde kutlanan Nevruz bayramı da Şiilikte yer buluyor.
Şiilik; Hz Ali’yi izleyen imamların ardıllık zincirindeki anlaşmazlıklar nedeniyle, zaman içerisinde Zeydiye, İsmailiye ve İmamiye olarak üç büyük mezhebe bölünüyor.
Şiiliğin büyük bir kısmını oluşturan İmamiye meshebine göre imamlık sırası bu şekildedir. 1. Hz.Ali 2. İmam Hasan 3. İmam Hüseyin 4. Zeynel Abidin 5. Muhammed Bakır 6. Cafer Sadık 7. Musa Kazım 8. Ali Rıza 9. Muhammed Taki 10. Ali Naki 11. Hasan Askeri 12. Muhammed Mehdi
Zeydiyye mezhebi, Muhammed Bakır yerine Hz Hüseyin’in diğer bir torunu olan Zeyd bin Ali’yi, İsmailiye mezhebi ise Musa Kazım yerine Cafer Sadık’ın bir diğer oğlu olan İsmail’i imam kabul ediyorlar.
Meşhed şehri, İmamiye mezhebine göre sekizinci imam olan Ali Rıza’nın türbesinin bulunduğu şehir ve adı da şehidin makamı anlamına geliyor. Meşhed şehri kendini sekizinci imam ile tanımlıyor demek hiç de abartı sayılmaz. Abbasi Halifesi el Memun tarafından bölgeye gönderilen İmam Ali Rıza burada zehirlenerek öldürülüyor. Şiilikle Sünnilik arasında daha önceden gerilmiş olan ipler bu olaydan sonra iyice kopuyor. İmam Ali Rıza’nın türbesi Meşhed’de, erkek kardeşleri Emir Ahmet ve Muhammed’in türbeleri Şiraz’da, kız kardeşinin türbesi ise Kum şehrinde bulunuyor. Biz bu gezide İmam Ali Rıza’nın türbesini barındıran Meşhed’deki Estan-ı Gods Rezavi Külliyesini ve kardeşinin Şiraz’da bulunan Şah-ı Çerağ Türbesi denilen türbelerini gezdik.
Estan-ı Gods Külliyesinin içine fotoğraf makinesi sokmak yasak, türbeye girdiğiniz yerde telefonla resim çekerken görülürseniz ‘’memnu memnu’’ diye uyarılıyorsunuz, hatta görevliler ellerinde sırf bu iş için üretilmiş ucu tüylü bir sopa taşıyorlar ve bu tüylerle telefonunuza ve elinize vuruyorlar.
Estan-ı Gods Külliyesi başlı başına bir çekim merkezi, bir çok avludan meydana gelmiş, her geçen gün daha da genişletilen bir yapılar kompleksi. Türbenin bulunduğu iç mekanlar ise anlatılır gibi değil, mekanların muazzam büyüklüğü, küçük ayna parçacıkları ile bezenerek tamamen kapatılmış duvarlar çok çarpıcı idi. Bu kadar yer gezdim, bu kadar dini bina gördüm, burası kadar gösterişli olanı görmedim. Guruptan bazı arkadaşlar bu kadar süsün dinin mütevazi olma ilkesine aykırı olduğunu bile düşündüler. Ama bütün bu ihtişam, insanların gözyaşları ve huşu içerisinde ibadet etmeleri beni çok etkiledi.
Yapı kompleksine girerken mutlaka çador denilen tek parçalı bir çarşafa ihtiyacınız var. Turizm firmamız bize rengarenk desenli çarşaflar dağıttı. Bu çadorlarda renk kısıtlaması yok, ancak Meşhed’de pek çok kadın siyah, Şiraz’da ise beyaz çador tercih etmişlerdi. Bize dağıtılan çadorlar ise bence bu mekanlardan çok, kuş resmi çekmek için kamuflaj yapmaya uygundu. Gurubumuz bu ilginç çadorlarla bayağı dikkat çekti. Ben ise galiba hicap (tesettür, İslami giyim tarzı) üstüne hicap giyerek yeni bir akım yaratmış oldum. Bu kamuflaj çadorları yetmezmiş gibi, içeriye ayakkabılarla giremeyeceğimizi bildiğimiz için her birimiz camilere otellerden aldığımız klasik havlu terliklerini getirip bir de onları giyiyor, kalabalıkta kaybolmamak için de birbirimize yakın yürüyorduk. Tuhaf bir görüntü sergilediğimiz kabul etmek lazım. Millet şüphelenmekte haklı yani.
Girişte üst araması yaparak çantalarınızda neler taşıdığınızı kontrol ediyorlar. Biz zaten renkli ve desenli çadorlarımızla tek boynuzlu at sürüsü gibi dikkat çekiyoruz. Kadınlara ayrılmış arama yerinde herkes bize garip garip ve gıcık kapmış bir şekilde bakıyor. Orası kalabalık, tıklım tıkış siyah çadorlu kadınlarla dolu bir yerdi. Bu karambolde bir kadın dudağımda ruj olduğunu sanarak işaret dili ile silmemi istedi. Israr ettiği için mendille dudağımı temizleyip ruj olmadığını gösterdim. Bu sefer kadın, diğer kadınlara ağzını silme işareti yaparak beni gösterdi, yüzümü kendilerine çevirip, yakından bakıp emin olmak istediler, hepsi birlikte gülüşüp eğlendiler. Bu olayı daha sonra da ben gezi boyunca ballandıra ballandıra anlatıp herkesi güldürdüm.
Estan-ı Gods’ta iç mekan resim çekemedimse de, bol bol avlu resimleri çektim. Gene de bir hayli gözlem yapmak mümkün oldu. Biz Estan-ı Gods Külliyesini gezdiğimiz gün Şii mezhebinde çok bol olan yas günlerinden biri idi. Sokaklarda asılı siyah bayraklar, alem adı verilen, üzerinde tüyler, hayvanlar ve çeşitli nesneler asılmış tuhaf bir nesneyi omuzlarında taşıyan insanlar vardı. Bu kişiler gözümüzün önünden hızla kayboldukları için resimlerini çekemedim, ancak Külliyenin içindeki müzede bulunan eskiden kullanılıp müzeye kaldırılan bir alemin resmini çektim. Herhalde en az 4 metre yüksekliğinde ve 6-7 metre boyunda bir şey, üzerinde o kadar çok detay var ki tam olarak ne olduğunu bile algılayamıyorsunuz.
Meşhed’de ölen kişiler imamın huzuruna getirilip, ondan sonra gömülüyorlarmış. Gittiğimizde imamın türbesinin olduğu binanın önünde bir tabut vardı, çok kısa zamanda insanlar omuzlayıp dışarı çıkardılar. Her şey o kadar hızlı oldu ki, ben yas günü olduğu için temsili bir cenaze sandım, meğer gerçek cenaze imiş.
Avlulara serili halıların üzerinde namaz kılan bir çok insan gördük, Şiiler namaz kılarken ellerini bağlamıyorlar, alınlarını kilden yapılmış küçük bir plakaya koyarak secde ediyorlar. Görüntüden namaz olduğunu anlıyorsunuz, ama uzunca izleyince şaşırtıcı oluyor. Bir de günde sadece üç vakit namaz kılıyorlarmış, buna da oldukça şaşırdım. Şiilik konusunda cidden cahilmişim.
Meşhed’den Şiraz’a da uçakla gittik.
Şiraz’da bulunan Şah-ı Çerağ türbesinin iç mekanlarının resimlerini çekmek serbestti. Orada da Estan-ı gods Külliyesinin türbesindeki gibi gösterişli iç mekanlar aynalarla kaplanmıştı. Gene kadınların ve erkeklerin girişleri ayrı ayrı ayrı kapılardan oluyor. Biz içeriye yerel bir kadın rehber ile girdik. Kızcağız üniversite öğrencisi idi, İngiliz dili okuyordu. Bize hevesle türbenin menkıbesini anlattı. İmam Ali Rıza’nın kardeşlerinin bu mevkide gömülü olduğu biliniyormuş, ancak zaman içerisinde mezarları kaybolmuş. Sonunda bilge bir kişi toprakta ışık saçan bir alan görmüş ve mezarların burada olduğuna karar vermiş. Işık saçan bu alan açıldığında bir iskelet bulunmuş, iskeletin parmağındaki yüzükte de Musa Kazım’ın oğlu Ahmet yazıyormuş. Böylece buraya bu günkü gösterişli türbe ve çevreleyen yapılar oluşturulmuş. Türbenin adı da ışıkların şahı anlamına gelen ‘’Şah-ı Çerağ’’ olmuş. Ben her iki türbeden de çok etkilendim, keşke daha uzun kalabilseydik, hatta avlulardaki ışıklandırmaları görünce hiç olmazsa birine gece de gidebilseydik diye düşündüm.
İran’da gördüğüm kadarı ile camilerde Zerdüşti semboller kullanılmıyor, ama yas günlerinde kullandıkları alem ve nahıllar hiç bizim bildiğimiz şeyler değil daha kadim bir dinin etkisini taşıyor, zaten günlük hayatta Zerdüşdilikten kalma sembolleri ve Nevruzu da sakınmadan kullanıyorlar.
İran’da üç semavi din ve Zerdüşdilik gerçek din olarak kabul ediliyor. Bu dinlerin mensupları saygı görüyor ve inancında serbestler, ancak hijap gibi sosyal kurallara uymaları gerekiyor. Yani İran devleti Musevilere değil sadece İsrail devletine düşmanlık besliyor.
Şiraz’da Şah-ı Çerağ türbesinin yanı sıra Nasr-el Mülk camisi, Narencestan sarayı, Vekil Kalesi, çarşısı, camisini, Sadi ve Hafız’ın büyüleyici bahçelerini gezdik.
İran’da bundan sonra gördüğümüz camilerin hemen hepsi bir avluyu çevreleyen bir plana sahipti. Hepsi de muhteşem mavi seramikler ve taş işçiliği ile bezeli, Selçuklu mimarisine sahip eserlerdi. Her gördüğümüz camiye bu herhalde İran’daki en güzel cami dedik, bir sonraki cami ondan daha güzel çıktı. Bir sonraki daha da güzeldi.
Narencestan sarayı yabancı devlet erkanını ağırlamak için yapılmış bir köşk aslında. Bahçesinde gerçekten portakal (narenciye) ağaçları var, tam da çiçeklerin açtığı mevsime denk gelmişiz, bu sarayın bahçesinden itibaren bütün Şiraz bahçelerinde bu koku bizi baştan çıkarttı. Meğer İran’a özgü bir portakal cinsi varmış, limonlar da bildiğimiz limonlardan bir hayli büyüktü.
Binanın duvarlarında Gülistan sarayından beri artık alıştığımız ayna süslemeleri var, hatta bir tavanda aynadan bir halı modeli yaratılmış. Binada Mazdeizm sembolleri olan sırtından güneş olan aslan motifleri var. Yalnız her nedense bu binada klasik boğayı ısıran aslan motifi yerine, gazal ısıran pars motifi var. Bunu da rehberimiz binayı yapan Avrupalı ustaların işi diye tanımladı. Narencistan sarayının bahçesinden kurutulmuş portakal çiçekleri ve safranlı, güllü, narlı İran’a özgü lokumlardan aldım. Bahçede bir bardak kahve içerek mini bir keyif anı yaşadım.
Şiraz kalesi Özbekistan’da başka örneklerini de gördüğüm kilden bir kale. Ama kulelerinden bir öyle bir yamulmuş ki, yapılan tamirata rağmen nasıl ayakta durduğuna inanmak zor.
Vekil çarşısı ise büyüleyici, karma karışık, sürprizlerle dolu, Doğu illerinin çoğunda bulunan, klasik kapalı çarşılardan biri. Üzeri kemerli tavanlarla kapatılmış, bir çok dükkanı barındıran ve bir şekilde birbirine bağlanan koridorlar var, bu koridorlar yer yer minik bir avluda buluşuyor. Kıvrım kıvrım bir çarşı, kaybolmamak mümkün değil. İçinde baharattan halıya, bakır kazandan takıya, turistik eşyadan yiyeceğe kadar her şey satılıyor.
İçinde bulunduğumuz çarşıyı çok güzel temsil eden bir mekanda çay içtik, biraz alış veriş yaptık, ama şimdilik hala bütün hevesimizi İsfahan’a saklıyoruz. Ben Şiraz çarşısını Urfa’nın çarşısına çok benzettim. Şiraz çarşısında sadece Urfa’daki Balıklı göllerden çıkıp bütün çarşı boyunca dolaştırılan su yok o kadar. Bir de Urfa çarşısında mesela bakırcılar bir koridorda, terziler hemen yanı başındaki bir koridorda, ama toplu halde bulunuyorlardı. Şiraz çarşısında ise dükkanlar bu kadar keskin sınırlarla ayrışmamış, takıcı ile baharatçı yan yana olabiliyor.
Şiraz’da aramızda İran’ı tanımlamak için hangi kelimeyi kullanırdınız oyunu oynamaya başladık. Oryantal, ilham verici, büyüleyici, şaşırtıcı gibi öne sürülen bir çok kelimenin arasından, açık ara benim ‘’masalsı’’ kelimem kazandı.