Şiraz’da en çok etkilendiğim yerler ise Sadi Şirazi ve Hafız’ın bahçeleri yani türbeleri oldu. Aslında Horosan’da yani bir zamanlar dünyanın kültür ve bilim merkezi olan topraklarda olduğumuzu en çok hissettiğim yerler bu bahçeler oldu.
Sadi Şirazi, klasik İran edebiyatının en güçlü şairlerinden biri, bir dünya gezgini ve çok önemli bir mutasavvıftır (Bütün bu özelliklerini yan yana koyunca Sadi Şirazi’nin de, benim gibi yay burcunda doğduğunu sanıyorum). En önemli kitapları Bostan ve Gülistan’dır. ‘’Ben doğru yolda kaybolan kişi görmedim’’, ‘’ Taht ve taç geçicidir, hiç gönüllere girdin mi’’, ‘’Elalemi ayıpları ile anan kişinin, senden teşekkürle bahsedeceğini zannetme’’, ‘’İki şey hayatımızı karartır, susacakken konuşmak, konuşacakken susmak’’ diyen kişidir.
Şiraz’da güzel bir bahçede mütevazi bir türbesi var. İran’da servi ağaçları kalın ve kısa olurmuş, sadece Şiraz servisi bizim mezarlıklardan tanıdığımız gibi uzun boylu ve ince olurmuş. Bu nedenle için Şiraz servisine, ince uzun anlamında Servinaz denilirmiş. Dünyada bulunan toplam 70 küsür gül çeşidinden biri de Şiraz gülü imiş. Gülistan terimi bizim bildiğimiz gibi gül bahçesi değil, çiçek bahçesi anlamına geliyormuş. Sadinin bahçesinde de bol bol servinazlar, güller, portakallar vardı. Şiraz gülü öyle kokulu bir gül çeşidi değil ama Sadi’nin bahçesi portakal çiçeği kokuyordu.
Bu efsunlu ortamda rehberimiz Peyman bize türbede yazılı olan Sadi şiirlerini Farsça olarak seslendirdi. Farsça çok güzel duyulan bir dil. Peyman beyin, kuş-karikatürü-kaşlı bir adam olmadığına bir kez daha sevindim. Bu güzel şiiri, kulağa bu kadar müzikli gelen bir dille seslendiren adamın göze de hitap etmesini istemek çok sayılmaz değil mi? Hoş adamcağız ilk gün gözüme daha yakışıklı görünmüştü, bizimle uğraşmaktan gün geçtikçe gözlerinin altında torbalar birikmeye başladı.
Hafız ise muzip bir şair, şiiri halka sevdiren adam olarak biliniyor. Şiraz’da biraz huzur arayan herkes, soluğu Hafız’ın bahçesinde alıyor. Bu bahçede sizi hafızın şiirlerinden oluştuğunu sandığım ilahiler karşılıyor.
Hafız’ın türbesi Sadi’ninkinden de sade. İnsanlar türbeye gül bırakıyorlar, hatta Nuran hocam bu türbeden aldığı gülü bir su şişesinin içinde günlerce muhafaza etti. Gülün yaprakları açıldıkça kokusu arttı. Türbede bir kızın ayakta, gözleri kapalı, elinde bir gül tutarak dakikalar boyunca kendinden geçmiş bir şekilde durduğunu gördüm.
Hafız İran halkından hala o kadar saygı görüyor. Hafızı Şirazi Farsça şiirin en önemli şairlerinden biridir, Yahya Kemal Beyatlı da rindlerin ölümü ve rindlerin akşamı isimli eserlerinde onu anlatmıştır.
Allah biliyor, sesim bir şeye benzese, bir dönülmez akşamın ufkundayız patlatıp Peyman’ın fiyakasını söndürürdüm, ama benimki gibi bir sesle susma konusunda Sadi’nin nasihati dinlemek en hayırlısı diye düşünüp sustum. Dönülmez akşamın ufkundayız (Rindlerin akşamı) şiirini herkes bilir, ancak Rindlerin ölümü şiiri de bestelenmiştir. Özellikle de Münir Nurettin’in sesinden dinlemenizi öneririm.
RİNDLERİN ÖLÜMÜ/ Yahya Kemal BEYATLI
Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Aslında bu gezi boyunca aklımda bu şarkılar değil, Estan-ı Gods’da siyahlar içindeki kadınları gördükten sonra, güftesi Ümit Yaşar Oğuzcan, bestesi Avni Anıl’a ait olan ‘’Bir kerre bakanlar unutur derdi günahı/Görmem gözünün nûruna daldıkça sabahı/Ben hiç bu kadar sevmedim ömrümce siyahı/ Görmem gözünün nûruna daldıkça sabahı’’/şarkısı günlerce takılı kaldı.
Şiraz’daki en büyük kazancımız olan, muhtemelen İran’ın en süslü ve çapkın genci olan şoförümüz Resul de bize katılınca gurubumuz tamamlandı. Otobüsün en arka koltuğu tamamen Resul’ün giysi dolabı olarak tanımlanmıştı. Arka pencerede sıra sıra askılara safran sarısı, lacivert, beyaz ceketler asılmış, koltuk üzerinde kutularda renk renk ayakkabılar dizilmişti. Resul, otobüsü kullanmadığı her dakikayı, elindeki telefondan ya da bilgisayardan kız arkadaşları ile yazışarak ya da çeşitli oyunlar oynayarak değerlendirdi. Her gün yeni kıyafetlerle karşımıza çıktı, akşam yemekleri için ceket değiştirdi. Bundan sonra yola Resul ile devam ettik, canti İran delikanlısı nasıl olurmuş öğrendik.
Şiraz’dan Yezd şehrine giderken yolda İran ve aslında dünya tarihinde önemli bir yeri olan Ahameniş (Pers) Krallığının izini sürdük.
Yolumuz oldukça uzundu, ben de uyumak için üzerimdeki feraceyi çıkarıp, üstüme örttüm. Atatürk havaalanından aldığım ve bugüne kadar en rahat ettiğim yolculuk yastığını da boynuma taktım, artık benden rahatı yok, derin bir uyku çektim. Bir ara uyandım ve ciddi derecede susadığımı fark ettim. Uyku sersemi ayağa kalktım ve su almak için dolaba doğru yürüdüm.
Herkese, beyaz renkli kısa kollu tişörtüm ve açık başım çok garip geldi, birden bütün gurup ıslık çalmaya ve tezahürat yapmaya başladı. Uyuyanlar bile uyanıp beni bu uygunsuz (!) vaziyette gördü. Hayatımda kendimi bu kadar müstehcen hissetmemiştim, utanç içinde su bile alamadan koltuğuma geri döndüm. Gezinin bundan sonraki kısmında herkes benimle dalga geçti. Meğer gurupta beni kocaman feraceyle gezerken tanımış, gerçek hayatımda da tesettürlü giyindiğimi sanan insanlar varmış. Anlayacağınız Yezd yollarında kendi icadım olan hijabım ve cakam bir daha tamir olamayacak şekilde bozuldu.
Ahameniş krallığı, büyük Quroş tarafından kurulmuş ve dünya üzerinde demokrasiye benzer ilk krallık olması nedeni ile önemli. Çünkü bir aileye bağlı yaşayan insanların (köleler?) bile çalışmaları karşılığında para almaları, insanların istedikleri dine sahip olmakta özgür olmaları ve insanların ülke içinde rahatça gezebilmeleri gibi kurallar koymuş. Persler tarafından kurulan bu krallık, dünya üzerindeki ilk demokratik devlet olma özelliğini taşıyor. Zamanında İran toprakları ve çevresinde geniş topraklara yayılmış olan bu devletin Zerdüştiliğin, İran’ın resmi dini olmasında oldukça etkisi olmuş.
İran, suların az olduğu ve çoğu yerde dağlardan hasat edildiği bir coğrafyada kurulu. Ahameniş krallığı döneminde Caarbağ denilen ızgara modeli bir sulama sistemi oluşturmuşlar. Bu sisteme göre su bir bahçeye kanallarla getiriliyor ve bahçeyi 4 (caar) eşit kareye bölüyor. Caarbağ, sonsuz sayıda, daha doğrusu suyun elverdiği sayıda tekrarlanabilen bir sistem. Bu sistem de UNESCO tarafından dünya mirası olarak tescillendiği için şimdi bütün caarbağları koruyorlar.
Quroş’un mezarı, çok görkemli bir yapı olmamasına karşılık, demokrasi ve devlet kavramlarını ilk geliştiren kişi olması nedeni ile UNESCO dünya mirası listesinde. Ahamenişlerin diğer bir önemli Kralı olan Daryuş ise Persepolisi kuran kral, ki Persepolis de dünya mirası.
Her iki Kral da büyük bir imparatorluğu yönetirken yazılık ve kışlık şehirleri olarak Hamedan ve Susa şehirlerini mesken tutmuşlar. Ancak nedense yılda sadece bir ay, o da Nevruz zamanı kullanılmak üzere, kendilerine bağlı bütün ülkelerin temsilcilerini kabul etmek ve devlet hazinesini saklamak için başka bir saraya daha ihtiyaçları olduğuna karar vermişler. Quroş aslında bir caarbağ olan Pasargad mevkisinde kendine bir saray yaptırmış, elçileri burada kabul edip, hazineyi burada saklamış.
Pasargatta şimdi Quroşun mezarından başka pek bir şey kalmamış. Quroş ve Ahameniş Krallığı İran tarihinde o kadar önemli bir yer tutuyor ki, son İran şahı Rıza Pehlevi kendisinin tahta çıkış tarihini Ahameniş Krallığının kuruluşunun 2500’üncü yılına denk geldiğini savunuyor. Bundan 30 yıl sonra Şehinşahlığını ise Quroş’un Pasargad’ında ilan etmiş. Ne büyük bir ego patlaması değil mi? Ama Sadi ne demiş? Padişahken zulmedersen, padişahlıktan sonra dilenci olursun.
Büyük Quroş’un ardıllarından biri olan Daryuş ise kendisine bu amaçla, belki de Quroş’tan daha büyük olduğunun göstergesi olarak Pasargat’tan 70 km uzaklıkta Persepolis sarayını yaptırmış. Gelen elçilerin Kralla konuşmak için sıra bekledikleri çadırların kurulduğu ovaya hakim, kutsallık atfedilen bir dağın yamacına kurulu, muazzam bir yapılar topluluğu.
Persepolisi gezmeden evvel tuvaletlere girdik. Benim kullandığım tuvaletin kapısı kendi bilinç ve iradesine sahipti, benim itip çekmeme aldırmadan, kafasına göre açılıp kapanıyordu. Aslında bütün İran gezisi boyunca en çok tuvalet işinde zorlandık, çoğu oldukça bakımsız, tuvalet kağıdı yok, sifonlar çalışmıyor, musluklar ise çok garip. Bize en ilginç gelen de, pek çok yerde aynı mekanda hem alaturka hem de alafranga tuvaletin yan yana olması idi. Bunu da demokrasi geleneğinin çok gelişmiş olmasına bağladım, öyle ya, içeri girince hangi tuvaleti kullanacağın senin özgür iradene bağlı, seçim şansın orada bile baki. Daha ne olsun? Onu bilemem, ama bence daha temiz olsun kafi.
Persepolis Sarayı, Ahameniş Kralının, ona bağlı küçük krallıklardan gelen elçilere Kralın büyüklüğünü hazmettirmek için yapılmış mimari, sosyolojik hatta psikolojik bir harika. Düşünün haftalar belki de aylar boyunca yol almışsınız, bir ovada çadırda görüşme sıranızı bekliyorsunuz. Kralın oturduğu saray sizin bulunduğunuz yerden 14 metre yükseklikte dümdüz bir duvar olarak görünüyor. Sıranız geldiğinde devasa merdivenlerden yukarı çıkıyorsunuz, iki tarafı muazzam heykelimsi kabartmalarla süslü, 20 metreden daha yüksek bir binaya alınıyor ve burada tekrar bekletiliyorsunuz. Burada her bir ekip teker teker ucunu ve çevresini göremediğiniz uzun bir koridordan geçirilerek bir avluya alınıyorsunuz. Burada gene bekletilip, gene nereye ulaştığını göremediğiniz bir merdivenlerden çıkartılıp başka bir avluya alınıyorsunuz. Buradan da gene bir merdivenle çıkılan sarayın bahçesine ulaşıyorsunuz. O kadar karışık ki gelen her heyete bir Med ya da Pers görevli öncülük ediyor.
Binaların bu yıkık dökük halleriyle bile içinde gezerken küçülüp eziliyorsunuz. Bir heyetlerin halini düşünün. Dile getirmek istedikleri bir şikayetleri varsa bile, burada akıllarında saraydan hayırlısı ile sağ salim çıkmaktan başka bir şey kalmıyordur.
Ahamenişler çatı kaplamalarını hafifletmenin ve ağırlığı sütunlar üzerinde dağıtmanın mimari çözümünü buldukları için çok uzun ve oldukça seyrek sütunlu, görkemli binalar inşa etmişler, sonra da bu binaları muhteşem taş işçiliği ile taçlandırmışlar.
Elbette saray içerisinde Zerdüştilikte çok önemli olan bütün semboller var. Bunlardan biri sırtından güneş doğmakta olan bir aslan, bir diğeri ise Nevruz zamanı aslan takım yıldızının boğa takım yıldızının üzerine çıktığı dönemi simgeleyen, kavgada boğayı yenen aslan kabartmaları.
Beni en çok etkileyen kabartmalar, Apadana sarayına çıkan merdivenlerdeki kabartmalar oldu. Bu kabartmalardaki şapkalardan ve getirdikleri hediyelerden, gelen elçi heyetinin krallığa bağlı hangi ülke olduğu anlaşılıyor. Hintlilerden, Trakyalılara, Ermenilerden Kapadokyalılara kadar geniş bir coğrafyada yaşayan herkes orada temsil edilmiş.
Persepolis’ten sonra da yakınlarda bulunan Nakş-ı Rüstem’e gittik. Burası dört adet Ahameniş kral mezarı ve daha sonra Sasaniler zamanına kadar kullanılmış, duvar kabartmaları olan ve hatta Zerdüştiliğin tanrısı Ahoora Mazda’nın kabartması olan bir kaya duvarı. Ayrıca burada ilk ateşgedemizi de görmüş olduk.
Bu gezide her yeri illa bir başka yere benzetme oyunumdan vazgeçmeyip, burayı da Amasya’daki kaya mezarlarına benzettim.