İran’da sanırım hiç unutamayacağım şehir Yezd. Öyle hiç de ahım şahım bir yer değil, dağların arasında, çöl ortasına kurulu, pek çok binası kerpiç olan bir şehir, ilk bakışta hiçbir albenisi yok. Şehir karmakarışık sokaklardan ve bu sokakların açıldığı bir çok meydandan meydana geliyor. Her meydanın içinde meydanın büyüklüğüne göre servi ağacına benzetilerek tahtadan yapılmış ‘’nahıl’’ denilen büyük bir nesne var. Aşura gününde nahıllar üzerleri siyah bir bezlerle kapatılıp, mahalle halkı tarafından sokaklarda gezdiriliyormuş. Aşura günü de aslında Kerbela olayının olduğu Muharrem ayının 10’unu temsil ediyor, ama bunu Şemsi takvime çevirmişler ve şimdi Ekim ayında bir gün bu seremoni yapılıyormuş.
Yezd’de oldukça tutucu bir Müslüman toplum yaşıyor. Ancak Yezd aynı zamanda İran’da Zerdüştilerin en yoğun olarak bulundukları şehir. Şimdi biraz da Mecusilik, Zerdüştilik , Mazdeizm ne demektir ondan bahsedeyim.
Mecusilik gnostik (peygamberi olmayan), batıni (mistik) bir din. Tek tanrıya inanıyorlar. Tanrı karşılığı Ahoora Mazda, şeytan karşılığı da Ehrimen oluyor. Dualiteye özel bir önem veriyorlar. Bu bağlamda, ışığı ve karanlığı fazlası ile önemseyip, aslında ışık ve karanlığın birbirinin karşıtı değil birbirinin tamamlayıcısı olduğuna inanıyorlar.
Ahoora Mazda çok nadiren resmedildiği halde, Farevahar simgesi yaygın olarak kullanılıyor. İran’da nerede ise Farevahar simgesinin olmadığı resmi bina yok. Bu simgenin Mecusiliğin en birinci prensibi olan ‘’doğru düşün, doğru söyle, doğru yap’’ anlamına geldiği biliniyor. Doğru diye tercüme ettiğimiz kelime Farsça’da NİK kelimesi imiş ve doğru, güzel, pozitif, olumlu gibi anlamları da varmış.
Mecusilik daha sonra Zerdüşt tarafından revize diliyor. Tanrısının adı Mazda olduğundan Mazdeizim de deniliyor. Yani Mecusilik, Zerdüştilik, Mazdeizm aynı anlamlarda kullanılabiliyor.
Mecusiler aynı zamanda astroloji ile de çok ilgililer ve dünyanın ateş, toprak, hava ve su elementlerinden meydana geldiğini düşünüyorlar. Kirlenmeyen tek element olduğu ve o kadar önemsedikleri ışığı da simgelediği için ateşe özel bir önem veriyorlar. Ateşgedelerinde ( ateş kadehleri) 1500 yıldan daha uzun süredir, hiç sönmeden yanan ateşleri var. Elbette artık bu ateşleri canlı tutmak için ülkelerinde bol bol bulunan doğal gaz kullanılıyormuş. Ateşe ya da ışığa taptıklarını ret ediyorlar, bu sadece bir simge imiş. Günde 5 vakit namaza benzer bir ibadetleri var. Bu ibadeti güneşe dönerek ve kutsal kitap Avesta’dan bazı sözler okuyarak yapıyorlar, anladığım kadarı ile namazdan ziyade meditasyona benziyor. Güneşe tapınma fikrini de ret ediyorlar, ibadetlerinde güneşe dönmek de sadece simgeselmiş. Asıl olan, bütün batini öğretilerde olduğu gibi insanın kendi içindeki kutsallığı bulma çabası imiş.
Yezd’de dünyanın en meşhur ateşgedesine gittik, daha sonra İsfahan’daki ateşgede de bir Mecusi rahibi olan Behzat beyle konuşma fırsatımız da oldu. Belirli bir din eğitimleri ve dini yapılanmaları yokmuş, kendisi de aslında çiftçilikle hayatını kazanıyormuş. Rahibin söylediğine göre zaten bir ruhban sınıfına da ihtiyaç yokmuş, neredeyse ‘’doğru düşünen, doğru söyleyen, doğru işler yapan’’ birisi isen, zaten bir Zerdüşti sayılırmışsın. Rahip temizliğin, saflığın sembolü olarak beyaz giyiyordu. Belinde beyaz bir ip vardı. Bunu beline üç kez sararak ve her sarışında bir söz söyleyip, bir düğüm atarak, Zerdüşti ailelerde doğan gençlerin dine resmen kabul töreninin nasıl olduğunu da gösterdi. Bu bele ip bağlama kendileri için her gün tekrarladıkları bir seremoni aynı zamanda.
Zerdüştiler dört elementten biri olan kutsal toprağı kirletmemek için 40 yıldan beri, muhtemelen İslam devriminden sonra, tepki çekmemek için, beton dökülmüş mezarlara gömüyorlarmış. Ondan önce dünyanın pek çok farklı yerinde özellikle de doğanın kutsal sayıldığı toplumlarda Afrika’dan, Asya’ya ve Amerika’ya kadar geniş bir coğrafyada kullanılan bir yöntem uygulanıyormuş. Bu yönteme ‘’ göğe gömmek’’ terimi ile göreceli bir romans kazandırmak mümkün. Bu yöntem ilk bakışta oldukça vahşi görünüyor, ancak zihinsel koşullanmalarımızı bir kenara bırakırsak, temelde onlar da bizim gibi işi doğaya bırakıyorlar. Ölüler belli bir törenle hazırlandıktan sonra, sessizlik kulelerine bırakılıyorlar. Atmacaların cesetlerin bütün etlerini yemesini bekliyorlar, sadece iskeleti toprağa gömülüyorlar.
Sessizlik kuleleri daha önce gördüğüm insan elinden çıkma hiçbir yere benzemiyor, ancak bir mini volkanı andıran, doğal kaya tepeleri. En üst kısımda ölü bedenlerin atmacalara terk edildiği alan bulunuyor. Bu alanın ortasında geniş bir çukur var, bu çukur da volkanın tepesindeki krater gibi görünüyor. Sessizlik kuleleri aktif olarak kullanılırken, kanların ve beden artıklarının toplandıkları bu havuzun üzerinde kemiklerin düşmemesi için telden bir çeşit örtü de varmış. Alanın çevresi ise insanların görmemesi için duvarla örülü.
Neyse ki sessizlik kulelerinden birine erken saatlerde çıktık. Bedenlerin atmacalara sunulduğu alanda birkaç dakika yalnız kalabildim. Gerçekten de etrafı duvarla çevrili bu alanda hiçbir sesin duyulmadığı mutlak bir sessizlik anı yaşayabildim.
Sessizlik kulelerinden ayrılırken muhtemelen burayı ziyaret etmiş herkesle resim çektirmiş olan eşekli bir adam yanımıza geldi. Rehberimize göre dünyanın en ünlü Mecusisi bu adam imiş, çünkü resim çektirmek için verdiğiniz birkaç kuruş ile yaşıyormuş. Ben de geri kalmadım haliyle.
Yezd aslında bir çöl şehri ancak etrafında muhteşem Şirkuh dağları var. Bu dağlar 4000 metrenin üzerinde olduğundan kar alıyor. Yezd şehri de bir su mühendisliği harikası. Bu dağlardan binde birlik bir eğimle şehre su getiriliyor. Hala bu su sisteminin 45 kilometrelik kısmı duruyormuş, hatta 15 kilometresi bu gün bile kullanılabilecek durumda imiş. Su çok değerli olduğundan buharlaşmaması için toprak altındaki kanallarla dağdan indiriliyor. Ancak suyun akması için ideal olan binde birlik eğimi tutturmak da kolay bir iş değil. Bir çok yerde yer altında havuzlar oluşturulmuş. İnanılır gibi değil ama bu havuzlar badgir denilen kerpiç bacalarla havalandırılıyor. Bu bacanın içerisi boylamasına birkaç bölüme ayrılmış. Böylece güneşin vurduğu taraftaki bölümün içerisindeki hava göreceli olarak ısınıyor, ısınan hava bacadan dışarıya çıkarken içerdeki hava boşluğunu, daha soğuk olan bir bölümden içeriye giren hava dolduruyor. Böylece hem su oksijenlenmiş oluyor, hem de içeride soğuk hava deposu meydana geliyor. Bu havuzların biraz ötesinde havuz içine hayvanlarla girilebilecek genişlikte girişleri var. Çünkü havuzların içinde yiyecek hatta buz saklıyorlar, evlerine klima sistemi oluşturuyorlar. Ayrıca bu havuzlar suyun binde birlik eğimini sağlamaya da yarıyor.
Yezd, 1500 yıldır söndürülmeyen ateşleri ile ateş elementinin, kerpiç yapıları ile toprak elementinin, günlük hayatı her aşamada etkileyen acımasız çöl iklimi ile hava elementinin, yüksek su mühendisliği ile su elementinin, yani 4 elementin bütününün simgelerini içinde yaşatan bir şehir olarak aklıma kazındı. Hatta göğe gömülen ölülerin, sembolik olarak göğe yaklaştırılan ruhlarının, beşinci element olan eter elementinin de çarpıcı bir simgesi olduğunu düşündüm.
Dünya işlerine geri dönecek olursak, İran meteorolojisinin isabetsiz tahminleri kayda değerdi. Gene de oldukça işe yarar, hava tahmin raporunu dinle, söylenenin tam aksine hazırlanıp, dışarı çık.
İran parasına alışmak çok zor oldu, elinde bir sürü sıfırı olan bir takım kağıt paralar var, ancak satıcılar başka bir para biriminden konuşuyorlar, buna hiçbir Türk turist alışamadığı için yerel rehberimiz hem yanında para taşıyıp dövizlerimizi değiştirdi, hem de hemen her alış verişimizde yanımızda bulundu. Ancak insanların turist kazıklama alışkanlıkları yok, fahiş bir fiyat söylemiyorlar, bütün paranı satıcıya uzatsan içinden kendi söylediği miktarı alıyor.
Biraz da yemeklerden bahsedecek olursam, İran’da yediğimiz yemekler içinde, açık ara en güzel şey etler. Porsiyonları bayağı bol kepçe, bakınca üç kişi doyar diyorsunuz ama o kadar leziz ki sonuna kadar bitiriyorsunuz. Hemen her yerde kebap ve kubide denilen köfte var. Bir de yolda bir yerde Şandiz denilen bir çeşit pirzola ve son akşam İsfahan’da bir bıldırcın kebabı yedik ki, artık bu ikisi akla zarar.
Ayva, kereviz, erik gibi Türk mutfağında pek de alışık olmadığımız malzemelerle pişirilen sulu et yemekleri de vardı.
İnanılmaz güzel yoğurtlar ve pide benzeri incecik ekmekleri ve içinde tereden, limon otuna, reyhandan, kişnişe kadar bildiğiniz bütün yabani otların karışımından meydana gelen ot salatalarından söz etmeden geçemeyeceğim.
Her yemekte çeşit çeşit de pilav vardı. Uzun boylu bir pirinç cinsi çok bol suda süzülüp, iyice nişastasından arındırıldıktan sonra sadece haşlanıyor. İsterseniz Asyalılar gibi ekmek niyetine kullanıyorsunuz, isterseniz Resul gibi üzerine tereyağı koyarak yiyorsunuz. Her beyaz pilavın üzerinde bir tutam da safranlı sarı renkli pirinç bulunuyordu. Bu temel pilav çeşidinin yanı sıra baklalı, portakal kabuklu, köfte ve fasülyeli pek çok pilav daha gördük. Bir de beyaz pilavı haşladıktan sonra altına tereyağı, arasına et koyarak yaptıkları pilav kızartmaları var ama bu tip pilav bize ağır geldi.
Bütün gezi boyunca her yemekte oldukça lezzetli ama hemen hemen aynı tahıllı çorba vardı. Sebze yemekleri ise patlıcan ağırlıklı idi, ancak o kadar çok pişirilmişti ki hepsine birden topluca ‘’patlıcan geberdi’’ yemeği demeyi uygun buldum.
Tatlılara gelince ilginç bir şekilde hiç şerbetli tatlı yoktu, baklava denilen tatlı bile bal ile tatlandırılmıştı.
Yediğimiz en ilginç yemek ise ‘’dizi’’ isimli bir güveç idi. Aslında yemek et, patates, nohut, mercimek ve domatesle yapılan ve özel taş güveçlerde pişirilen bir yemek. Asıl ilginç tarafı ise yemeğin seremonisi. Uzun güveç özel maşalarla tutulup, yemeğin suyu bir tas içene akıtılıyor. Daha sonra bu yemek suyu içine ince ekmekler batırılarak yeniliyor. Yemeğin güveçte kalan katı kısmı ise bir tokmakla dövülerek bulamaç haline getirilip, dürüm yapılıyor. Tuhaftı, ama akılda kalıcıydı.
Dediğim kadar var değil mi İran?
‘Gez dünyayı , mutlaka gör İran’ı’
Ayşenur bir solukta okudum. Masal gbiydi. Tadı damağımda kaldı. Sesinden dinlemek isterdim. Ben Hindistanı merak ediyordum ama Nazan Bekiroğlunun Nar Ağacı kitabını okuduktan ve senin bu Yezd anlatımını gördükten sonra İranı merak etmeye başladım. Çook teşekkürler.
Yıldız hanım, Hindistan da çok farklı bir ülke, oraya gittiğim zaman henüz blogum yoktu. Onun için henüz yazmadım. Ancak mümkünse ikisine de gidin. Sevgiler
Hocam günlerdir defalarca okudum yazılarınızı. Muhteşemsiniz, kendimi olayların tam ortasında, Deliler yurdunda kalan X kişi gibi hissettim, İran’ a gittim, eşekli adamla resim çektirdim, yoga yaptım, diyabet takip ettim… Yüreğinize, kaleminize sağlık