Isfahan’ı Türkiye’de bir yerlere değil, Özbekistan’daki Hiva ve özellikle de Semerkant şehrine benzettim. Isfahan’a Nıfs-ı Cihan yani cihanın yarısı da denilirmiş, gerçekten bu lakabı hak edecek kadar güzel.
Her şeyden evvel şehrin ortasından sığ, fakat geniş bir yatak içerisinde Zayende nehri geçiyor. Bu nehir, boylu boyunca her iki tarafta da en az 200 metre genişlikte yemyeşil bir parkla çevrili, nehrin üzerinde sıra sıra inci gibi, sadece yayaların geçmesi ve suyun zapt edilmesi için yapılmış, köprüler dizili. Akşam olduğunda bütün şehir halkı kendini bu upuzun parka ve parkın asıl cazibe merkezi olan köprülere atıyor. Şarkılar söyleyip göbek atanlar mı arasınız, merdivenlere oturup ayaklarını suya sokan mı arasınız, çimenlere yayılıp piknik yapıp safranlı dondurma yiyen mi ararsınız? Hepsi mevcut.
Biz şanslı idik, barajlarda su topladıkları için, normalde bu mevsimde nehirde su olmazmış, bu yıl bizim gibi İran’da da oldukça uzun bir kış geçtiği için biz nehri bol sulu haliyle gördük. Otelimiz de nehrin hemen kenarında olduğundan İsfahan’da kaldığımız sürece, günün her saatinde nehirle, köprülerle ve buradaki insanlarla haşır neşir olduk.
Isfahan yakınlarında Bakran denilen bir kasabaya gittik ve buradaki Pir-i Bakran Türbesini gezdik. Burası bizim Divriği Ulu Camisindeki bezemelere benzer bezemelerle dolu. Gezdiğimiz yapı, zamanında Pir-i Bakran, tarafından okul olarak da kullanılmış, küçük fakat Stuko sanatının zirve yaptığı bir bina idi. Stuko, kile katılan yumurta akı ve bir takım başka maddelerin karışımından elde edilen dayanıklı malzeme ile yapılan bir çeşit süsleme sanatı. Duvarı süslemek için taş oymacılığı yapmadığınız için, bu yöntemle duvar üzerine derinlik kazandıran katman katman süslemeler yapılması mümkün. Küçük bir odanın içerisinde nereye bakacağımızı şaşırdığımız bir saat geçirdik.
Dışarıda da siyaha boyalı mezar taşlarında resimler bulunan Şii mezarlığını gördük.
Isfahan’a geri dönerken, güvercin gübresi toplamak için yapılmış kerpiç bir kuleye gittik. Rehberimiz bize kulenin karşısındaki dükkandan hurma alabileceğimizi söylemişti. Sanırım bütün guruplarına bu öneride bulunuyor. Çünkü hurma satan adam bizim otobüsü uzaktan tanıdı ve gülerek, bağırarak bize el salladı. Hani kediye sormuşlar ciğer sever misin diye, kedi gülmekten cevap vermiyorum demiş. Adamın suratında aynen böyle bir gülümseme vardı. Haliyle biz de adamın bu sevincini boşa çıkartmadık, bol bol hurma aldık.
Isfahana döndüğümüzde çok güzel bir Selçuklu camisi olan Cuma Camisini gezdik. Şimdi sadece müze olarak kullanılıyor, ancak belli ki zamanında çok önemsenmiş, her gelen yönetici bir ekleme yaparak camiyi büyüttükçe büyütmüş, şimdi birbirinden farklı modellerle kapatılmış, 500 civarında kubbe tarafından üstü kapatılmış durumda. asıl cami artık alıştığımız, dört tarafı çevrili bir avlu ve bu avlunun bir tarafında Kubbealtı bölümü, iki yanında da namaz kılınan yerleri, bir tarafında da gösterişli bir kapısı olan, klasik Selçuklu modeli cami var. Diğer eklemeler bu ana yapının çevresinde yapılmış.
Selçukluların bu klasik cami modelinin avlusu giderek küçülüp, bizim Anadolu’da alışık olduğumuz, yüksek bir kapıdan girilen küçük avlulu, tek kubbeli cami modeline dönüşmüş. Yalnız İran’daki seramik süslemeler nedense Anadolu’ya taşınmamış. Bu seramik süslemelerin en önemli özelliği de baştan çok ayrıntılı bir plan oluşturulup, bütün tuğlaların bu plana göre şekillendirip, pişirilmiş ve yerine yerleştirilmiş olması. Yani süslemeler binanın kendisinde var, sonradan duvar üzerine yapılmış değil. Sonradan yapılan boyamalar da var tabii ama onlar ayrı. Ve biz hala en güzel camiye gelmedik.
Ancak bu akşam bir Isfahan halısı dükkanına gidip, saatlerce İran halısı seçtik. Bizim halılardan farkları üzerlerinde bol bol hayvan desenleri olması. Ayrıca bolca kullandıkları safran sarısı da bizim halılarda yok. En çok da, satıcının uçan halı diye reklamını yaptığı, oldukça pahalı ve ne işe yarayacağını anlamadığım bir halı dikkatimi çekti. Hani halının bir tüylü tarafı yani yüzü, bir de düğümlerin görüldüğü tersi olur ya, bu halının tersi yok, her iki tarafı da yüz, üstelik iki tarafın desenleri ve renkleri de farklı, üstelik de halı incecik.
Halıcı dükkanını kaldırdık desem hafifçe abartmış sayılırım, ama sadece ben tam safran renklerine sahip bir halı ve bir de kilim aldım. Gerisini siz düşünün. Bu arada Beril de milli oldu, hayatında ilk kez bir halı aldı. Ancak onun macerası daha modern. O, duvarına asmak için sırtında güneşli aslan olan küçük bir halı almak istedi. Ancak iki benzer halı arasında kararsız kaldı. Ben bej zeminliyi al dedim, bir başka hanım kırmızı zeminli olanı al dedi. Kızcağız zaten kararsızdı, iyice aklı karıştı. Sonunda halıların resmini çekip anne babasına gönderdi, instegramdan da arkadaşları arasında bir anket yaptı. Bu internet üzerinden yürütülen çift körlü çalışma sonunda benim dediğim halıyı aldı. Bence büyük sözü (burada büyük ben oluyorum) dinlese bu kadar eziyet çekmezdi, ama böyle yapıca da daha çok içine sindi. Evinde halısına bakıp bakıp Narencestan sarayının alınlık süslemelerini hatırlayacak.
Sonraki gün garip bir Ermeni Kilisesi gezdik. Garip diyorum, çünkü ikonlarını Doğu Kiliselerinin İkona kültüründen hiç haberi olmayan Avrupa’lı sanatçılara yaptırmışlar. Onlar da, kendilerince uygun buldukları zenne kılıklı melekler, balerin etekli bebekler, tuhaf hatta erotik cehennem sahneleri filan çizmişler. Daha önce böyle bir şey görmemiştim, fakat yapan da yaptıran da memnun ki, resimleri bozmayıp aynen korumuşlar.
İran farklı bir ülke, kilisenin hediyelik eşya dükkanında da Zerdüşti simgeleri ve Farevahar kolyeleri satılıyordu. Bir Kilisenin dükkanında başka bir dine ait simgeler satıldığını da ilk kez burada gördüm.
Buradan sonra Isfahan ateşgedesine gittik. Aynı günü öğleden sonrasında da Nakş-ı Cihan meydanı ve çevresindeki camileri ve caarbağlar içerisindeki sarayları gezdik. Yani bir günde 3 dinin kutsal mekanlarında dört döndük.
Bölgeye giriş yolunda İran’ın yaşayan en büyük minyatür sanatçısı , dünyaca ünlü Hossein Fallahi’nin atelyesinin önünden geçiyorsunuz. Tabii ki geçemeyip, önce vitrinlerine yapışıp kalıyorsunuz. Daha sonra usulca içeriye girip zevkinize göre bir şeyler alıyorsunuz. Ben İlk gece dükkanın önünden geçerken vitrinde görüp de vurulduğum, pastoral hayatı anlatan bir minyatür aldım. Üstatla resim çektirdim. Mavi desem değil, yeşil desem değil, gri desem değil tuhaf, açık renkli gözleri vardı. Dükkanda çalışan kızların gözleri de aynı renk olduğundan hemen onun kızları olduğunu anladım. Göz rengi değil DNA keskinliğinde babalık testi mübarek.
Burada bir caarbağ içine yerleştirilmiş Çehel sütün sarayını gezdik. Kırk sütün sarayı denildiğine bakmayın sadece 20 sütünü var, kalan yirmi sütün da bunların suya yansımasından meydana geliyor. Bir duvarda devasa bir Çaldıran savaşı resmi var. Yavuz Sultan Selim, bizim aşina olduğumuz resmindeki gibi pala bıyıklı, ama sakal traşlı, kulağı küpeli değil, basbayağı gür Osmanlı padişahı sakalıyla resmedilmiş.
Nakş- Cihan meydanı, 160 metreye 500 metre genişliğinde bir avluyu çevreleyen kapalı çarşılar ve çevresine yerleştirilmiş camiler, saraylarla eşsiz bir meydan. Bu meydan da önce olanı çizilip sonra inşa edilmiş. Meydandan görünen hiçbir eserin birbirinin görüntüsünü kesmemesi için meydan kıble yönüne 45 derece çarpık planlanmış, camiler kıble yönünde yapılandırıldıkları için, önlerindeki devasa Selçuklu kapıları camilerin görüntüsünü kesmiyor. Cami kapısı, caminin kubbeleri ve en arkada görünen dağın silüetleri inanılmaz bir ahenkle gözünüzü doyuruyor.
En güzel camiler işte bu meydanın çevresindekilerdi. Bir camide akustik öyle bir ayarlanmıştı ki, yerdeki bir taşa sertçe bastığınızda, ayak sesiniz 8-10 kere yankı yapıyordu. Burada gördüğümüz iki camiden birinde de zaten bu cami dünyadaki en güzel camidir diye yazıyordu.
Bütün camilerde dış kısımda kufi, sülüs, talik yazı çeşitleri ile yazılmış, ayetler göze çarpıyordu. Kufi yazı köşeli, sülüs yazı uzun harfli, talik yazı ise İran’da icat edilmiş ve enlemesine uzun çizgileri olan bir yazı çeşidi.
Turistik gezilerimi yaptıktan sonra bol bol etrafta dolaştık, baharatçılar çarşısından safran, kuyumcular çarşısından arkadaşımın ısmarladığı Farevahar kolye ucu aldım.
Sokakta bir arabanın içerisinde rastladığımız bir gurup kadını resmen taciz ederek, camlarını açmalarını sağladık. Hemen büyük bir ilgi ve güler yüzle bizimle sohbete başladılar. Onların yerinde olsaydım, suratımı iyice asıp, camlarımı kilitlerdim. Biraz sonra annesinin elinden tutan bir kız çocuğu, annesini çekiştirip, önüme dikildi ve başını yüzüme doğru kaldırıp, her nasılsa küçük suratına belirgin bir utanma de ifadesi yerleştirmeyi başararak, bana ‘’hello’’ dedi. Ben eğilip çocuğun yüzünü okşayınca hem çocuk, hem de annesi çok mutlu oldular, coşkuyla yanımdan uzaklaştılar.
İşte insanların böyle içe dokunan, kırılgan bir masumiyetleri var.
Burası masal diyarı bir şehir neredeyse köşeden Şehrazad çıkacak diye düşünürken, Şehrazad çıkmadı ama adaşı olan bir lokantaya gittik. Galiba bütün ısfahan orada yemek yiyor, bütün masalar dolu, kapıda kuyruk bekleyenler var. İşte burada muhteşem bir bıldırcın kebabı yedik. Alkolsüz bira diye getirilen ve buzlu çaya benzeyen bir şey içtik, safranlı dondurma yedik. Çıkarken neden herkesin sırada beklediğini anladık. Bizim rezervasyonumuz 2 hafta öncesinden yapılmış meğer.
Ertesi sabah da otobüsle Tahran hava alanına doğru yola koyulduk. Yolda Kaşan denilen bir yere uğradık. Burası da İran’ın Isparta’sı. İnanılmaz güzel kokan güller üretiliyor. Gül suları, gül yağları damıtılıyor, pekmezler, şerbet yapılabilecek kokulu sular satılıyor. Yani bol güneş var ya, bütün çiçekler, bitkiler mis gibi kokuyor. Kaşan’lılar da bunu değerlendiriyorlar.
Buraya asıl sivil mimari örnekleri ve bir caarbağ görmeye gelmiştik. Gerçekten inanılmaz sivil konaklar gördük. Kayınpeder ve damadına ait her iki konakta da ikişer avlu ve bunları çevreleyen yapı komplekleri vardı. Biri hizmetliler diğeri ev ahalisi için yapılmıştı. Dışarıdan süslü bir kapı dışında pek bir şey görünmüyor, çünkü sıcaktan korunmak için evler toprak oyularak zemin seviyesinin altına yerleştirilmiş. Kapıdan girişte biruni denen selamlık, içeride ise enderuni denilen haremlik bölümleri var. Bu evlerdeki süslemeler de gene bir oradan bir buradan alınma, ama sıcağa karşı korunmak için mükemmel mühendislik kullanmışlar. Evler klima sistemleri, yer altında da yazın kullanılacak odalar ve daha pek çok özellikleri ile gerçekten şaşırtıcı idiler.
Bu bölgede bir de benzer şekilde yer seviyesinin altında medrese, üzerinde ise camisi olan Bozorğ Ağa Camisini gezdik. Caminin avlusunun bir kısmı medresenin de avlusu idi. Bu camide gece gezmek tehlikeli, çünkü her an alt kata düşmek mümkün. Böyle bir şeyi de daha önce hiç görmemiştim.
Son olarak da İran’da her şehirde hemen hemen her elektrik direğinde genç bir erkek resmi asılı. Bunlar 8 yıl süren İran, Irak savaşında şehit olan 1,5 milyona yakın İranlı’nın resimleri imiş. İran halkı, İran devletine olan aidiyetlerini çok net belirlemişler. Anneler oğullarına kefenlerini giydirerek bu savaşa gönderiyorlarmış.
İran halkı başına gelen bu badireyi de tarihlerinde var olan bir çokları gibi üzerinden atmış ve geleceğine daha güvenle bakıyor gibi görünüyor. Mesela son bir yıl içinde bütün uçak filosunu yenilemiş, havaalanlarına modern dizi oteller yapılmaya başlanmış. Bir çok Batılı ülke tarafından potansiyel vaat eden bir ülke olarak görülüyor.
Bir ülke olarak bu kadar uzun süren bir ambargoya bile başları dik bir şekilde direnebilmişler. Şimdi önlerine koyulan bir sözleşmede şartları beğenmezlerse bize daha kötü ne yapabilirsiniz ki diyerek, kendi şartlarını kabul ettiriyorlar.
Evet, İran, Hüma kuşundan uçan halısına, tarihinden felsefesine, köprülerinden meydanlarına, camilerinden Farevahar’ına, masalsı bir ülke, ama her masalı mutlu değil.