Herkesin hayattan aldığı bir darbe vardır mutlaka. Bazılarının darbesi daha belirgin olur, nasıl olup da başa çıkabildiklerine şaşırırsınız.
Geçenlerde uzun zamandan beri görüşmediğim, ama derin bir yarası olduğunu bildiğim, o yaşam değiştirecek olayları yaşarken bizzat şahit olduğum, bir arkadaşımla görüştüm.
Hani temel insan hakları vardır; yaşama, beslenme, barınma, evlat sahibi olma hakkı gibi. Bu haklarının üzerinde bir değer olmaması gerekirken, bazen toplumsal kurallar, gelenekler, bu en temel haklarını bile kısıtlayabilir insanların. En temel haklarından birinden, ‘’töre’’ nedeniyle vazgeçmiş, ya da vazgeçmek zorunda kalmış bir arkadaşımdan söz ediyorum.
Bu sabah, bu arkadaşımın yaşadığı trajediye takılı kaldım, acaba kendini nasıl topladı ya da toplayabildi mi diye düşünmeye başladım. Kendi kendimi aşırı derece üzmeye başladığımı far ettim. Bu gün mahallemizin pazarı, gidip biraz pazarda gezip, alış veriş yapayım, kendime gelirim diye düşündüm. Çünkü nedense, sebze meyve tezgahlarına bakmaya bayılırım, içim sevinçle dolar, fırsatını bulduğumda yabancı ülkelerde de gezmeyi en sevdiğim yerler sebze pazarlarıdır.
Kendimi tarif etmeye kalksam herhalde kullanacağım sıfatların başında ‘’başı boralı’’ gelir. Çoğu zaman aklım on karış havadadır, dışarıdan bakıldığında sıradan bir işi yapıyor gibi görünürken bile zihnimde çözümsüz felsefi bir tartışma yapıyor olabilirim. Bu tartışma tahmin edebileceğiniz gibi genelde karamsar olur. İnsan zihni zaten şeytanın çalışma odasıdır derler. Ben de böyle bir düşünceye daldığımda, bir türlü son noktayı koyamaz, bayağı dertlenirim. Tam ” evde ölü yok, ama yas var” durumu yani.
Bu gün de kadınlar pazarına gitmiş, bir yandan maydanoz, pazı seçerken, bir yandan da ‘’ derin duygusal yaralar nasıl iyileşir’’ muamması üzerine derin bir tefekküre dalmıştım(!). İhtiyacım olan olmayan bir sürü şey aldım. Eve doğru yürürken elimdeki ağır yükler, zihnimdeki düşünceleri de ağırlaştırdı, kalbimin üzerine sanki bir taş oturdu, nefesim daraldı.
Bizim sokağın başında küçük bir koruluk vardır. Yürüyüş yaparken bu çam korusunun içinden geçmeye bayılırım. Altı seneden daha uzun bir süreden beri hemen her gün buradan geçiyorum. Ancak bu gün kalbimde bu ağır düşüncelerle yanından geçerken yolun kenarındaki bir ağacın üzerindeki izi fark ettim.
Fark ettiğim, muhtemelen ağaç çok daha küçükken kesilen ya da kırılan bir dalının, ağacın üzerinde bıraktığı yara iziydi. Bu yara izi; kalp, kelebek, akciğerler ya da açık duran kutsal bir kitap gibi algılanabilecek bir şekilde idi.
Kırılan, hatta zorla kesilmiş olan dal, arkadaşımın yarasına simgesel olarak bire bir uyan bir şey.
Ağacın bu kutsal yarasını iyileştirme şekli beni benden aldı, bir anda kalbimdeki, nefesimdeki darlık gitti, kelebek kadar hafifledim.
Açık kitap simgesel olarak; Her yaranın insanı dönüştüren kutsal bir yönü vardır, hayattan almamız gereken dersleri alırız.
Kalp ve akciğerler simgesel olarak; Hayat ile bağdaştırılan organlar, pek çok dini inanışta hayatınızın uzunluğu kalp atışınızın sayısı ile, sufizmde de nefes sayımız ile belirlenmiştir. Sayımız bitene kadar bu tecrübe ile yaşayacağız, her kalp atışında, her nefeste alacağımız dersler var. Hedefi şaşırmamak lazım. Herkes kendi dersini alma gayreti içinde olmalı.
Kelebek sembolizmine gelince; Zaten her şey geçicidir, kendi derdine bile saplanıp kalmak ne kadar doğru? Bu durumdan almam gereken ders ne sorusuna cevap aramak lazım. Kalp ağrısı, nefes darlığı ile çekmek değil.
Umarım arkadaşım da ağaç gibi iyileşmiştir, ama, o bu dünyadan alması gereken dersi aldı. Benim almam gereken bir ders olsaydı, o yarayı ben yaşardım. Şu anda ben neden yas tutuyorum ki diye düşündüm.
Doğadaki her canlı yara alıyor ve canlı kalmaya devam edecekse yarası bir şekilde iyileşiyor. Bunu tam da ihtiyacım olduğu bir anda görmek ne tesadüf (!).