Ertesi gün Harezm eyaletini terk ettik, kalbim Hiva’da kaldı, ama nasıl olsa önümüzde daha Buhara var, Semerkant var. Biz şimdilik Kızılkum Çölü üzerinde sağımıza Amu Derya Nehrini almış bir şekilde yol alıyoruz.
Özbekistan gerçekten de dünyanın orta yerinde, etrafı tamamen kara, hiçbir denize kıyısı yok. Özbek çöllerinin altı petrol dolu, ancak bütün komşularında da petrol var, doğal olarak onlar da kendi petrollerini satmaya çalışıyor böylece Özbekistan’ın petrollerini satmak üzere kendi ülkelerinden petrol taşıma yollarını geçirmeye yanaşmıyorlar. Hal böyle olunca da Özbekistan resmen petrol üzerinde oturuyor, ama satamadığı için ekonomisi çok zayıf.
Bir yandan da Prof Dr Mehmet Yıldız’ın bana hediye ettiği Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri bölümünün kurucusu olan yabancı bir öğretim üyesinin hayatını anlatan bir kitabı okuyorum. Alman asıllı bu bilim adamı, Atatürk tarafından kabul edilen öğretim üyelerinden biri imiş ve Türkiye’deki çocuk sağlığı hakkındaki ilk bilimsel istatistikleri de atatürk’ün isteği üzerine o yapmış. Bu çalışmaları yaparken her yerini gezdiği Anadolu’da bolca da resim çekmiş, hatta çektiği bir resim o zamanlar basılan bir paranın üzerinde kullanılmış. Kitapta saçlarında yüzlerce örgüsü olan bu kızın resmi de vardı.
Kızılkum’da yol alırken bir köyü ziyaret ettik, yol boyu okuduğum kitaptaki resimlerden anladığım kadarı ile o köylerde hala bizim 1920’lerin sonunda yaşadığımız gibi yaşıyorlar. Saçlarını kitaptaki kız gibi onlarca örgü şeklinde bellerine kadar salıyorlar.
Bütün bir gün süren otobüs yolculuğunda bir ara ihtiyaç molası verdik. Ortada bir tuvalet binası vardı, ama tuvalet demeye bin şahit istiyordu. Üstünde çatı olan 4 duvar ve ortada 30 cm derinliğinde, 2 metre uzunluğunda bir oluk var, yani 8-10 kişi aynı anda çömelip işini görebilir. Elbette bu seçeneği görünce her birimiz, kendimize birer çalı dibi bulup, DNA’larımızı, gök yüzünün ve Kızılkum çölünün şahitliğinde, Amu Derya’ya karşı bırakmayı tercih ettik. Hani DNA ölümsüzdür ya belki doğru çalıyı bulsam, Kızılkum çöllerinde hala izimi bulabilirim.
Kızılkum çölü çok korkutucu bir çöl değil, mesela kumdan değil, tozarabilen kırmızı bir topraktan meydana gelmiş, üzerinde bol bol da otsu bitkiler var.
Kızılkum çölünü geçip Buhara’ya yakın bir mesafede olan Muhammed Bahauddin Nakşibend’in türbesini ve külliyesini ziyaret ettik. Burada dikkatimi çeken şeylerden ilki türbeye dikili olan büyük tuğ idi. Türbeye dikili büyük tuğ burada ulu bir kişinin yattığını gösteren ‘’Gök Tanrı’’ dininden kalma bir gösterge imiş. Bir de çok özel dut ağacı vardı, bütün ziyaretçiler mutlaka ağaca dokunup, dilekler diliyorlar, garip şekilde eğimli gövdesinin altından geçiyorlardı. Söylenceye göre bu ağaç aslında Şeyhin asası imiş, toprağa değince mucizevi bir şekilde yeşermiş. Aslında bu ağacın etrafında yapılanlar bana Hacı Bektaş-ı Veli’nin makamındaki delikli taşta yapılan ritüelleri anımsattı.
Ertesi gün ise bütün gün Buhara’yı gezdik. Buhara, Fars Destanı Şahnameye göre Pishdak kırallarından Şah Kavoos’un oğlu Siyavus tarafından kurulmuş. Siyavus, annesini baştan çıkarmakla suçlandığı için ateşle imtihana tabi tutulmuş, alevlerden yanmadan çıkarak Amuderya nehrini geçip Turan’a ulaşmış. Bundan sonra da Semerkant Kralı Arfasiyab’ın kızı ile evlenerek Buhara kralı olmuş, ama adı bundan sonra da çeşitli rezaletlere karıştığı için Arfasiyab tarafından öldürülmüş. Sonuç olarak da Şah Kavoos, Arfasiyab’ı öldürüp torunlarını İran’a götürmüş. Resmi tarih çok daha farklı elbette, ama milattan önce 3000 yıllarına kadar uzadığı düşünülüyor.
Artık çevremizde gördüklerimizi birbirinden ayırt etmekte zorlanıyorum. Mimari bir özellik olarak her binanın giriş kapısı çok görkemli yapılmış, bir çok eser kapının arkasında ve onun gölgesinde kalıyor. Kapıların her iki tarafında da birer minare yükseliyor. Anadolu’dan örneklemek gerekirse Selçuklu eserlerinin kapıları yapısal olarak bu kapılara çok benziyor, elbette Selçuklu kapıları taştan yapılmış ve üzerinde seramik bezemeler yok.
Şehrin çok güzel bir kerpiç kalesi var, Hiva kalesinden çok daha gösterişli olduğu bir gerçek. Buhara’da da bir çok cami, meydan, türbe ve medreseler gezdik. Bunlardan an çok aklımda kalanları yazacak olursam; Buhara’nın en eski mimari eseri olarak bilinen İsmail Samani Türbesi ve Eyüp Peygamber’in asası ile su çıkardığı düşünülen Çeşme Eyüp Türbesi diyebilirim. Bu türbede bir mezarın üzerinde hiçbir yerle bağlantısı olmayan, herhangi bir yerden su damlamayan küçük bir yarık ve içinde o sıcak ortamda bile hiç kurumayan su vardı. Bu suya dokunanın bütün isteklerinin gerçekleştiğine dair bir de inanış var. Gerçi parmaklarımı su ile ıslattım ama bu güne kadar bütün isteklerim gerçekleşti mi, işte o biraz tartışılır.
Bir de muhteşem güzellikte Chor (dört) Minare denilen bir medrese-cami var. Burası zamanın zenginlerinden Niyazkul denilen birisi tarafından yaptırılmış. Söylenceye göre adamın bir birinden çirkin ve bir türlü evlenemeyen dört kızı varmış, adamcağız da onları onurlandırmak için dört minareli bu güzel mimari eseri yaptırmış. Ne de olsa insan güzeli sevmez, sevdiğini güzel görür, bu çirkin kızlar da babalarına nasıl güzel görünüyorlarsa bu şaheser ortaya çıkmış.
Ayrıca bir çok cami, medrese, meydan, çarşı gezdik. Akşam yemeğini de artık turistik hale getirilmiş bu medreselerden birinde aldık. Yemekte bize çok güzel yöresel giysilerden oluşan bir sunum yaptılar. İnsanlar gözüme çok güzel görünüyorlar, bazı insanların gözleri çekik, bazılarının çekik değil, insanların çoğunun ne yüzlerinde ne de bedenlerinde, ilk bakışta Asya’lı dedirten fizyolojik belirtiler yok.
Akşam yemeğini yediğimiz medresenin bulunduğu meydandaki bir heykel çok dikkat çekici idi. Eşeğin üzerine binmiş sakallı bir adamı, insanlar büyük bir saygı ile ziyaret ediyorlar, çocuklarının heykelle oynamalarına izin veriyorlardı. Bu Nasreddin Hoca’nın heykeli idi. Nasreddin Hoca bizdeki gibi bir komedyen olarak algılanmıyor, Özbekistan’da hikayelerinin altında yatan anlamlar önemseniyor, dolayısı ile gerçekte olduğu gibi, yani büyük bir sufi üstadı olarak çok büyük saygı görüyor.