Geçen günlerde mecburi hizmetteyken öğrencim olan çocukların Facebook grubuna katıldım. Birkaç eski öğrencim özel olarak bana ulaşıp, anıları canlandırdılar.
Adı Eflatun olan bir öğrencim varmış, ne hikmetse bu kadar değişik bir isim bile, ondan bir mesaj gelene kadar tamamen aklımdan çıkmış. Meğer ki, o benden de deli imiş, tahta oymacılığı ile ilgileniyor, Everest’e filan çıkıyormuş. Bu özgür ruhlu eski öğrencim bana, benim hiç hatırlayamadığım bir ‘’Elazığ günleri’’ anısını yazdı.
Elazığ’da, henüz ben oraya gitmeden alınmış 2 pediatri asistanı vardı. Bunlardan biri kıvırcık saçlı, göbekli, kısa boylu, neşesi kolay kolay bozulmayan, dünya yansa bir bağ otu yanmayan, Ahmet isminde nevi şahsına münhasır bir adamdı. Asistan deyince adı üzerinde işlere (asist) yardım etmesi gerekir, böylece zaman içerisinde kendi başına iş yapabilecek hale gelir insan. Ama bu adam (adam diyorum, çünkü yaşı benden büyüktü) hem hiçbir şey yapmaz, hem de çok çalıştığını düşünürdü.
Ona sorsan, elini cebine soksa çok önemli bir iş halletmiş, elini cebinden çıkarsa dünya üzerinde hiç kimsenin kolay kolay elde edemeyeceği bir başarıya imza atmış olurdu. Düşüncesi bu olunca da bir türlü benim ondan ‘’artık daha ne istediğimi’’ anlayamazdı.
Duruma benim yönümden bakınca, mesela ben derse giderken poliklinikte kalan son hastadan kan almasını söylediğim ve bundan başka bir iş de vermediğim halde, bir saat sonra döndüğümde neden hala kanın alınmamış olduğunu anlamak mümkün olmuyordu. Sonuç olarak o benden ölesiye korktuğunu söylerdi, ben de ‘’eğer benden korksa söylediklerimi yapardı, ezilen mazlum numarası yapıyor’’ diye düşünüp iyice celallenirdim.
Yani aramızda giderek artan, her an gök gürültülü bir fırtınaya, boraya, saç saça, baş başa bir kavgaya dönüşebilecek kuvvetli bir negatif elektrik yükü vardı.
Bu eleman arabasına binmeye korkacağın kadar berbat bir şofördü, ama kendine sorsan Formula-1 yarışlarına katılabilecek kadar mükemmeldi. Elbette bir de gurur kaynağı bir arabası, külüstür bir Murat 124’ü vardı. Bu arabanın tamiri ile geçirdiği zamanlar, hastanede geçirdiği zamanlardan fazla idi. Ya da bana işten kaytardığı zamanlar için arabasını bahane ediyordu.
Bu durumdan artık nasıl bunaldıysam, bir gün, Eflatun ve Adem’den (öğrenciler), Ahmet’ten benim intikamımı almalarını istemişim. Onlar da bir gece Ahmet nöbetteyken, değerli arabasını hastanenin bahçesinden ite ite başka bir sokağa kadar götürüp, bırakmışlar. Ben de ödül olarak çocuklara bir şişe Buzbağ şarabı götürmüşüm. Bu olayı şimdi hayal meyal hatırladım ama ne yazık ki asistanımın ertesi gün çektiği paniği hala hatırlayamıyorum.
Bu olayı hatırlayınca başka şeyler de gözlerimin önüne geldi. Elazığ’daki öğrencilerimden birinin bir gün eline doladığı canlı, yavru bir yılanı Baş Hekimin odasının kapısının önünde yüzüme doğru sallayıp, aklım başımdan çıkacak kadar beni korkuttuğunu, bir başkasının ölü bir sıçanı kuyruğundan tutup beni çığlık çığlığa merdivenlerden yukarı kovaladığını, bir başkasının elinde iyice sıkıştırıp taş gibi yaptığı kar topunu atarak kafamda yumurta kadar bir şişlik meydana getirdiğini hatırladım.
Galiba ‘’Euphrates Univercity, Medical School’’ un, o ilk sınıfı, bir çeşit Hababam Sınıfı gibiymiş. Ben de Adile Naşit oluyorum bu arada. Ama hepimiz çocuktuk tabii, ben güya hocalarıydım, ama henüz 27 yaşındaydım, ilk öğrencilerimden sadece birkaç yıl büyüktüm yani.
Aslında daha sonraları yaşım ilerleyince de, hiçbir zaman öyle pek de olgun, okkalı bir hoca görüntüsü vermedim.
Mesela 2003 yılının aralık ayında, Erzurum’da bir Ulusal Pediatrik Endokrinoloji Kongresi yapıldı. Bundan birkaç ay önce sanırım Kayseri’deki bir toplantıda , İstanbul Üniversitesinde fizyolog olan Prof Dr Ümmühan İsoğlu Alkaç (o zaman prof değildi) ile tanışmış ve birbirimizi çok sevmiştik. Onu Erzurum’daki kongreye davet etmiştim, sponsör bulamadığı için otelde benimle aynı odada yatacaktı.
O kongreye giderken, kardeş Üniversitemin kongresini desteklemek için, KTÜ’deki asistanlarımdan Fatih Mert, Murat Çakır ve İlke Mungan’a da bir sürü bildiri hazırlatmış ve onları da kongreye götürmüştüm.
Benim doğum günüm de kongre tarihleri arasında idi. O yıl benim kutladığım doğum günü gibi bir doğum günü kutlaması kolay kolay kimseye nasip olmaz. Akşam bütün kongre katılımcılarına karlar üzerinde sucuk ekmek partisi yapılıyordu. Gecenin bir vakti en az 20 kayakçı, ellerinde meşaleler ve ‘’İyi ki doğdun Ayşenur’’ yazan bir pankartla, dağdan aşağı kayarak mangal alanımıza geldi.
Ben daha bu olayı içime sindiremeden, doğum günüm olduğu kulaktan kulağa yayılmış, herkes bir sürpriz hazırlamış. Kimse diğerinden geri kalmak istemediği için de pastalar kesildi, şampanyalar patladı: Bir eğlence, bir cümbüş ki sormayın.
Gecenin sonunda yorgun argın, kollarım devasa büyüklükte çiçek demetleri ile dolu odama döndüm. Ama benim asistanlar da peşimden odama gelip oturdular. Hepimiz yorgunluktan bitik vaziyette olduğumuz için hepsi de yatağımın üzerinde oturuyorlar. Oturdular dediysem de yarı uzanıp, yarı yattıklarına göre yatağıma ‘’yerleştiler’’ demek daha doğru. Aman bir sohbet, bir kıyamettir gidiyor.
Ümmühan’dan biraz çekiniyorum, öyle ya kadıncağız da yorgun, uyumak ister, lakin biz, bir türlü huzur vermiyoruz. Ben asistanlarımı kovalamaya çalışıyorum ama bir türlü gitmek bilmiyorlar, herhalde burada yatacaklar diye düşünmeye başladığım bir anda kapı çalındı. Odadaki herkes ‘’hah tamam benim hediyem geldi’’ diye kapıya koştu. Görevli bir tabak meyve ve bir şişe şarap getirdi. Herkes bir ağızdan ‘’tamam, doğru oda, benim hediyem’’ dedi ama kartvizitte başka birinin adı yazıyordu. O tabağı başka bir arkadaşım göndermişti, ama Ümmühan ve benim asistanlarım da aynı hediyeyi yapmışlardı.
O gece 15 dakika aralıklarla kapı çalınıp, bir şişe şarap ve bir tabak meyve daha geldi odaya. Her seferinde oda ahalisi ‘’tamam bu benimki’’ diye kapıya baktı. Sanırım toplamda 5 tabak geldi. Nedir bu hal, bari biriniz farklı bir şey söyleseydiniz deyince de, ne yapalım otelde ancak bunu yapabileceklerini söylediler diye bir cevap aldım.
Sonunda benim çocukları zorla kendi odalarına gönderdim de sabaha karşı biraz olsun uyuyabildik.
Düşününce, Elazığ’da o arabayı iteklettiğim gecenin üzerinden geçen 15 yılda pek de akıl getirmemişim.
Ondan sonra hiçbir zaman klasik, oturaklı, ‘’orta akım’’ hocalardan olamadım. Asistanlarımla yoga da yaptım, dağda kamp da yaptım, hamam sefası da yaptım, piknik de yaptım, şamata da yaptım, balık da tuttum. Ne hikmetse her zaman en çok korkulan hocalardan biri olmayı da başardım.
Aşağıda da arkadaşlarım psikolog Serra Gürgön ve tiyatro sanatçısı Duygu Dokgöz’ün de katkılarıyla asistanlarımla çocuk yuvası ziyaretlerimizden birinin resimlerini paylaştım. Görebildiğim kadarı ile Sevcan, Serpil, Semra, Nurçin, Fulya, Esra, Ayşe ve Nil var. Galiba biz çocuklardan çok eğlenmişiz.
Ümmühan mı? Hala arkadaşız. Bu yazıyı okuyunca tanıştığımız toplantının Kayseri’de değil Konya’da olduğunu ve bana hediye ettiği fuları başka birinin hediyesi sandığımı, bana kendi hediyesi olduğunu söyleyene kadar bir hayli kıvrandığını yazdı.