Gene ayak tabanlarım gıdıklanıyor, bir an önce kendimi yollara atmam lazım. Aslında zaten aylardan, hatta yıllardan beridir kendimi ruhen bu geziye hazırlıyorum. Madagaskar için hazırlamak, bir çok geziye valiz hazırlamaktan daha oyalayıcı oldu. Normal bir gezide yanıma alacağımdan daha fazlası lazımdı. Mesela dürbün, avcı botları ve yağmurlukları, el feneri, çakı, güneş şapkası, sinek kovucular, su ısıtıcı, sıtma ilaçları filan da almak gerekiyordu.
İstanbul’a kadar Atlas jetten (ekonomi biletleri bittiği için) business clas bilet almıştım. Uçağa binip en öndeki koltuklara paşalar gibi oturduk, önümüze önce meyve suları sonra da kocaman bir tepsi yemek geldi. Derken, tam da bu sırada acıklı bir ‘’uçakta doktor var mı’’ anonsu yaptılar. İçimden bir ses benden başka doktor olmadığını fısıldadı ve hemen en arkadaki sırada oturan hastanın yanına vardım.
Gittim ama ne göreyim; çenesine kadar bembeyaz kesilmiş, elleri buz gibi, nefes alamayan bir adam canı ile cebelleşiyor. Hayatım boyunca hiç KOAH’lı bir hasta ile uğraşmamışım, ayrıca durumu da bir hayli kritik, adamın nabzı 140 civarında, kalp atışları son derece dengesiz. Gene de yiğitliğe her hangi olumsuz bir şey sürmemek için ‘’ben doktorum’’ diyerek elini tuttum. Benim bu dışarıdan rahat görünen halimden adamcağız belirgin derecede rahatladı.
Neyse yanında ilaçları ve ailesi vardı. İlaçlarından ek dozlar ve bir de tüpten oksijen verdirmeye başladım. Adam biraz olsun kendine geldi, ama ne zaman elini bıraksam bir panik daha geliyor, adamcağız yeniden kötüleşiyordu. Adamın durumu o kadar kötü ki mecburen stresi azalsın diye yanında duruyorum.
Sözüm ona en ön sırada prensesler gibi oturacaktım, ama uçuşun büyük kısmını, en arka sırada tuvaletin önünde oturan hastanın elini tutarak uçağın koridoruna çömelmiş bir şekilde geçirdim. Sonunda hasta belirgin derecede düzeldi, yerime döndüğümde hostesler bana bir tane çikolata hediye ettiler ve üstüne bir de dua üzerine dua ettiler, böylece çektiğim korkuya değdi. Hosteslerin gözünde bir çeşit kahraman olarak uçaktan indim.
Atatürk Havaalanında ikimiz de yeşil pasaportlu olduğumuz için erkenden pasaport işlemlerine başladık, ancak kontrol işlemi düşündüğümden çok daha erken, neredeyse hayal kırıklığı yaratacak kadar çabuk bitti. Oysa ben kendimi büyük bir karmaşaya hazırlamıştım, kafamdaki en iyi senaryoya göre, ellerimizde yeşil pasaportlarla oradan oraya koşacak, damgalar bastıracak, internet polis araştırmaları yaptıracak, uçağa zar zor yetişecektik.
Bu durumda ise havaalanında oldukça uzun süre oyalanmak zorunda kaldık, nihayet gece 01,30 da THY’nin Madagaskar uçuşuna bindik. Bu uçuş çok yeni bir zamanda başlamış, daha önce Madagaskar’a gitmek için önce Fransa’ya gidip orada bir çok saat bekleyerek aktarma yapmak lazımmış. Şimdi ise THY direk Mauritus’a uçuyor, orada bir saat bekledikten sonra aynı uçak Madagaskar’ın başkenti olan Antananarivo’ya gidiyor.
Madagaskar’ı her zaman çok merak ettim, hakkında ne kadar belgesel, televizyon programı varsa seyrettim. Hatta bundan üç yıl kadar önce İzlanda gezisinde o gezideki arkadaşlarla Madagaskar’a gitmeyi planlamış ve kendimize kapalı gurup ile gezi planını bile oluşturmuş, ancak o yıl Madagaskar’da veba salgını çıktığı için son dakikada vaz geçmek zorunda kalmıştık.
Veba hastalığının Madagaskar dışında bütün dünyadan kökü kazındı, ama Madagaskar’da hala görülüyor, zaman zaman da salgın yapıyor. Madagaskar dünyanın en fakir ülkelerinden bir olduğu için sağlık programı yok, çok fazla yağmur alıyor, dolayısı ile bataklıkları, sivri sinekleri oldukça fazla ve bol miktarda sıtma vakası da var. Bir de yetkililerin bir türlü önünü alamadıkları bir şekilde Avrupa’dan oldukça yoğun seks ticareti alıyormuş, böylece frengi, gonore, HIV gibi cinsel yolla bulaşan hastalıklar da cirit atıyor.
Buraya neden gitmeye can atıyorsun diye düşünülebilir, ama gerçekten eşsiz bir coğrafyaya gidiyorum. Madagaskar Afrika’ya bu kadar yakın olmasına karşılık aslında Avusturalya-Hint-Madagaskar kıtasının bir parçası ve bundan 88 milyon yıl önce Süper kıta Gondvana’nın parçalanması ile Hindistan’dan ayrılmış. Olağanüstü izolasyonu sayesinde dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen fauna ve floraya sahiptir. Grönland, Yeni Gine ve Borneo’dan sonra dünyanın dördüncü büyük adası kabul edilmesine rağmen gerçek anlamda ayrı bir kıta sayılır. Çünkü daha önce sözünü ettiğim gibi üzerinde yaşayan hayvan ve bitkilerin ezici çoğunluğu sadece Madagaskar’a özgüdür. Yani bence illa görülmesi gereken yerler listesinde olması son derece normal.
Sonunda Antnanarivo’dayız. Havalalanından şehre gidene kadar bataklıklardan, pirinç tarlalarından, teneke kulübelerden meydana gelen bir karmaşadan geçiyoruz. Halk son derece fakir, bize şehirde hırsızlık oranının çok yüksek olduğunu ve çantalarımıza dikkat etmemiz gerektiğini söylüyorlar. Şehrin göbeğinde bir Fransızların anlamsız bir ‘’bizim için (bok yoluna) ölen insanlara selam olsun’’ anıtı var. Bu anıt küçük bir göletin içerisinde, suların üzerinde kalın yapraklı, sarıcı bir bitki var. Bu bitki o kadar ısrarcı imiş ki temizlenmezse gölleri tamamen kullanılamaz hale getiriyormuş, onlar da bu yeşilliği hayvan yemi olarak kullanıyorlarmış. İnsanlar bu durgun sulardan hiç korkmuyor, bellerine kadar suyun içinde bu yaprakları temizliyor, balık avlıyorlar.
Otelimiz tam da bu göletin yanında, etrafta sömürge döneminden kalma birkaç gösterişli ancak eskilikten dökülen kolonyal bina dışında sefalet manzaraları görünüyor. İnsanlar nehirlerde çamaşır yıkıyorlar, aynı nehrin kenarında da Pazar yerleri mevcut.
Sermin bir türlü şehrin adını aklında tutamıyor, bana sorarsanız tutmak için de bir çaba sarf etmiyor. Hemen Alzeimer olmak istemiyorsan, derhal ‘’nasıl olsa aklımda tutamam’’ fikrinden vaz geç diye onu zorladım. Sıkıyı görünce derhal hafızası tazelendi, bu gerçekten akılda tutulması zor ismi bir nefeste ezberledi. Sonraki günlerde de birkaç sefer sordum hiç unutmadı.
Halk garip bir karmaşa gösteriyor, yerel halkın yanı sıra Çin’den, Hindistan’dan, Arap yarımadasından, Afrika ana karasından ve Okyanusya adalarından da birçok insan var. Böylece çekik Asya gözlü zencilerle, Okyanusya adası suratlı pigmelerle karşılaşmak son derece olası. Mesela yerel rehberimiz yarı yaşında görünmesi ile Asyalı, esmer teni ile Pakistanlı, kısacık boyu ile Afrikalı Pigme gibi görünen, iyice İngilizce, mükemmel Fransızca bilen bir adamdı.
Biz hemen ertesi gün şehirden uzaklaştık, otobüsle minibüs arası bir araçla adanın derinliklerine doğru yol almaya başladık.
Rehberimiz bütün bu bilgiler zaten yeterince korkutmamış gibi bir de sakın durgun sulara sakın el sokmayın, burada Bilhariasis (Şistozomiasis) hastalığı da var demez mi? Bu rahatsızlık ilk önce Antik Mısır mumyalarında fark edilmiş çok ciddi bir çeşit parazit hastalığıdır. Rehberimiz sağ olsun bize hastalığın tarihçesini, bulgularını, insanı nasıl öldüreceğini de ballandıra ballandıra anlattı. Böylece bizi gölgemizden korkar hale getirdi, sıkıysan sinek ilacı sürme, sıtma ilacı içme ya da söylediklerini yapma bakalım.
Şehirden uzaklaştıkça giderek evler seyrekleşti, pirinç tarlaları arttı, orman sıklaştı. Evler tek bir oda büyüklüğünde tahtadan yapılmış kulübelere dönüştü. Bu kulübeler kazıklar üzerinde, yerden en az 15 santim yukarıda yapılmış, böylece hemen her gece yağan yağmurlar sırasında su evin altından geçiyormuş. İnsanlar evlerin yanında sıra sıra oturmuş yola bakıyorlar. Ya da şehirden itibaren sanırım bütün kadınlar derelerde çamaşır yıkıyordu. Yıkanan çamaşırlar öyle iplere filan asılmıyor, direkt yerlere seriliyor. Bu oldukça renkli bir manzara yaratıyor ama ne derece temizlik yapmış oluyorlar işte onu söylemek benim için oldukça zor.