Madagaskar tarihi aslında kısaca dünya sömürgecilik tarihinden ibaret. Batılı insanın dünya üzerindeki çirkin açgözlülüğünden, sömürgecilikten, korsanlıktan o kadar çok çekmişler ki şimdi öyle dünyaya açılmak istemiyorlar, yok turist gelsin, yok ticaret yapalım gibi şeyler umurlarında değil. Beyaz adam uzak dursun yeter ki, ‘’ne Şam’ın şekeri ne arabın yüzü’’ diyerek ülkelerinin o görkemli yalnızlıklarına ve bunun sonucu 100 geride yaşamaya, sefalete rıza gösteriyorlar. Biraz Fransa ve Çin’le irtibatları var, mesela Türkiye’nin büyük elçiliği de sadece bir kaç yıl önce açılmış. Adanın özellikle güney tarafında oldukça acımasız değerli taş mafyaları varmış. Yani adamların dünya ile ilişkileri hep acı çekmek, baştan kaybetmiş olmak üzerine kurulu.
Toprak kıpkırmızı ve oldukça verimli görünüyor, gerçekten de pirinç üretiminin çok yüksek olduğu bir ülkedeyiz. Ana besin kaynağı olarak pirince çok saygı duyuluyor ve çok güzel ata sözleri var. Mesela her şeyin bir zamanı var demiyorlar ‘’Ay ışığında pirinç ayıklamak tavukları uyandırır’’ diyorlar. Gururlu ama saygılı olmak lazım demiyorlar ‘’İnsan pirinç sapı gibi dik durmalı, ama gerektiğinde yine pirinç sapı gibi saygı ile eğilebilmeli’’ diyorlar. Aşk emek ister demiyorlar ‘’Aşk pirince benzer, ekersin, bakarsın, büyütürsün ve biçersin’’ diyorlar.
Bu yolculuk boyunca rehberimiz yerel inanışlarla ilgili bize bilgi vermeye devam etti. Halk pek çok değişik dinlere inanıyor, ama animist dinler de oldukça geçerli, bir çok batıl inanış yaşam şekilleri üzerinde oldukça etkili oluyor.
Köylerde iki türlü büyücü var. Bunlardan bir kısmı kötü ya da kara büyücülermiş, onlarla konuşmak bile doğru olmazmış. Kötü büyücü sayılman için peş peşe gelen birkaç şanssızlık yeterli oluyormuş, diğer insanlar kötü şansını onlara da bulaştırmaman için seni izole ediyorlarmış. Artık bu düşkünlerden isen kimse yüzüne hatta evinin olduğu tarafa bile bakmıyormuş. Ak büyücüler ise astrologlar denilen iyi büyücüler, bunlardan hala sık sık faydalanılıyormuş.
Madagaskar’ın bu bölgesindeki ölü gömme adetleri çok ilginç. Biri ölünce kurban olarak Zebu (hörgüçlü inek) kesilip, ızgara yapılıyor tamamen yağdan ibaret olan hörgücü de köyün en yaşlı ya da hatırlı kişisine yediriliyormuş. Ayrıca köyde toplu halde çamaşır yıkanıp, toplu temizlik yapılıyormuş. Bu temizlik sırasında ölüyü bir gün evinde bekletiyorlarmış. Bu sıcak iklimde hemen kokmasın diye ölünün bağırsaklarına formol koyuyorlarmış. Kolayına bir ilaç bulamayacağınız bu memlekette her köyün eczane işlevi de yapan bakkalında formol kolayca bulunan bir malzeme imiş. Formol ölüyü bir dereceye kadar mumyalıyor ve daha sonra başına geleceklere de hazırlıyor.
Ölü mezara gömüldükten sonra aradan 2-3 yıl geçince astrologların söylediği bir günde törenle mezar açılıyor, ölü evine getiriyormuş. Bu arada cesedin bakımı yapılıyor, kokusu belirgin olmasın diye ananas dilimleri ile süslenmiş bir yatağa yatırılıyor, yani ölü dünyalık evinde bir gece daha misafir ediliyormuş. Bu özel günde evde içkiler içiliyor, danslar yapılıyor, misafirler ağırlanıyor, resmen düğün yapıyorlarmış. Ölünün ruhu ancak bundan sonra nihai yerine gidebiliyormuş. Bazı yerlerde ise kemikleri mezardan çıkarıp ailesi bir gece otelde kemiklerle birlikte kalıyormuş. Bu törenden sonra artık mezar bir daha açılmıyor, ancak herhangi biri rüyasında ölü kişiyi görür de ölü ona ben burada rahat değilim derse hemen mezar yeniden açılıyor, ceset mevtanın tercih ettiği yere naklediliyormuş.
Bizim rehber eski bir gezisinde ölüyü mezardan çıkarma törenine rastlamış, ölüye ‘’bak seni görmek için çok uzaklardan misafir geldi’’ diyerek pek sevinmişler. Rehberimizin dediğine göre hayatta bir daha denemek istemediği kadar sert bir rom ikram etmişler, bir de şeref misafiri olduğundan ona kızarmış sığır hörgücü yedirmek istemişler, artık onu denemeyi göze alamamış. Bütün gurup olarak içimize bir ölü seviciliği duygusudur yerleşti, mutlaka bir cenaze evine denk gelmeyi istedik, her gördüğümüz kalabalığı cenaze zannederek çığlıklar attık, ama neyse ki denk gelmedik.
Bu hikayeleri dinlerken bir yandan da yol almaya devam ediyoruz, ben aman resim çekeyim, onu bunu göreyim derken oturduğum yerde zıp zıp zıplıyorum. Arabamız ise Allahlık, koltuğumun arkası gittikçe geriye doğru yatıyor, bir yerde durunca, koltuğumun arkasının tamamen arka sıramda oturan Ömer (Aydın) beyin bacağının üzerine yattığını fark ettim. Büyük bir utançla ‘’bunu nasıl yaptım ki’’ diye mırıldandım. Adamcağız dayanamadı ‘’itiyor, itiyor, sonra da nasıl yaptım diyor, halbuki bunu yapmak için bayağı uğraştı’’ dedi. Bundan sonra gezi boyunca adamcağıza bir bacak borcum kaldı. Eşi Hüroy hanım da bir daha onlara eziyet etmemem için olacak, ne yese hemen bana da ikram etti, ne zaman ıslak mendil açsa önce bana verdi.
O gün bir yağmur ormanının içinde kurulu çok hoş bir otelde kaldık. Bu otele giderken yolda ilginç hayvanların olduğu bir hayvan barınağına uğradık. Bukalemunlar, dev kelebekler, çok değişik kertenkeleler gördük. Bukalemunların el ve ayak parmakları sindaktilik, yani birbirine yapışık, parmaksız eldiven giymiş gibiler. Renkleri de öyle rengarenk olmuyor, ama bulunduğu yere göre bir dakika içerisinde rengi açılıp koyulaşarak ortama uyum sağlıyor. Gözleri ise teleskop gibi her birini ayrı ayrı oynatabiliyorlar. Boy boy çeşit çeşit bukalemun ve kertenkele gördük. Kertenkelelerin parmakları ise yelpaze gibi açık, onların da renkleri o kadar kamuflajlı ki ağacın kabuğundan ayırmak gerçekten çok zor.Otele gittiğimizde gece vakti bizi yağmur ormanında gezdirdiler, o barınaklarda gördüğümüz hayvanların çoğunu doğal ortamlarında da gördük.
Bu gezi sırasında aklımda en çok kalan Sermin’in sürekli bir şekilde ‘’buralar bizim oralara ne kadar çok benziyor’’ demesiydi. Evet burada da Rize’deki gibi yağmur ormanlarındayız ama eğrelti otundan başka tanıdık çok az bitki var, onlar da dev boyutlarda, ama Sermin’e sorarsan orman aynı bizim ormanlara benziyor. Bana sorsan bu orman tarif edilebilir bir şey değildi, hemen her bitki ve ağaç şifalı ve bir o kadar da yabancıydı. Ağaçların üzerlerinden başka ağaçlar çıkıyordu, karınca yuvaları yerde değil ağaç dallarındaydı, çiçekler böcek yiyordu, yapraklardan ayırt etmesi imkansız böcekler vardı.
Aslında Madagaskar’ın hem yeraltı hem de yer üstü zenginlikleri çok bol. Bir sürü madenleri ve değerli taşları var, ama tarihlerinden gelen bir çekingenlikle bunları işletmemeyi ve dünyanın aç gözlerine açmamayı tercih ediyorlar. Şimdilik en büyük ihraç kalemleri baharatları ve astımdan, kansere, öksürükten, sancıya kadar her şeye iyi gelen çeşit çeşit şifalı otları ve bitkileri imiş.
Grubumuzda benimle birlikte 4 doktor vardı. En gencimiz anne babası ile geziye katılmış yeni mezun bir kızdı. Mezun olunca hemen beyin cerrahisi bölümüne girmiş, ancak aylar sonra dayanamayıp istifa etmişti, ama beyin cerrahisini çok sevdiği için hala içinde bir uhde vardı. Hala spinal cerrahi ile dermatoloji arasında bir seçim yapmaya gayret ediyordu. Ben iyi yapmışsın daha kolay, hastaları daha yüz güldüren bir bölüm seç derken, gurubumuzdaki beyin cerrahı olan bey, benim asistanlarımdan ikisi kız neden sen de olmayasın diye kızcağızın aklını çelmeye çalışıyordu.
Bu kızcağız yollarda en değerli ve kısıtlı şey olan modern tuvaletlerden birinde en yeni model cep telefonunu, bir başkasında ise tuvalet kağıdını tuvaletin içine düşürdü. Ben de ‘’sen tek başına tuvalete gidemiyorsun, bir de beyin cerrahı olmaya kalkmışsın’’ diyerek kızın ihtisas arayışına son noktayı koydum.
Oldukça güzel, uzun boylu ve göze çarpan bir kızdı, saçlarını parça parça gri, mavi ve mor boyalıydı, bu çarpıcı görünümüne rağmen anne kuzusu bir prensesti. Bir ara diğer çiftlerden birine ‘’sizde sakız var mı’’ diye sordu. Bundan sonrası körler sağırlar diyaloğu ‘’yok, bizde kız yok, ama iki oğlumuz var, seni onlara alalım, bizim kızımız sen ol’’. Sakız diyorum sakız. Ha bak hemen bir kız torun isteriz ona göre, zaten başka da bir şey istemeyiz. Bak kızım beyin cerrahisinden vaz geçer geçmez nasıl da kısmetin açıldı. Büyük sözü dinle biraz dimi ama?