Son ada olarak da Mauritus’a uçtuk, ama benim hiç keyfim yerinde değil, gözlerimi açacak halim yok. Bu adaya uçarken rehberimiz bize elinizdeki vanilyaları valize saklayın, çünkü Mauritus’a yiyecek madde sokma yasağı var, elinizden alabilirler, hatta mümkünse iki valize bölün, belki birini fark etmezler demişti. Bense bütün aldığım vanilyaları kendi valizime koymuştum. Valizler inince benimkinin sapına plastik bir tel bağladıklarını gördüm. Bunun içine bakılacak valizler için bir işaret olduğunu anladım. Teli valizimden çıkarmaya karar verdim ama ellerimde hiç güç yok, üstelik görevlinin biri de gözlerini üzerime dikti ne yaptığıma bakıyor. Ben çakı gibi bir şey bulmak üzere arayışa geçtim, Sermin ise sakince görevlinin gözleri önünde ipi çözüp yere attı. Nedense adam bizi görmezden geldi, gerçekten de ip bağlı bütün valizleri açtılar, ben ise içinde kilolarca yiyecek maddesi bulunan valizimle sakince gümrükten geçtim.
Bu olayın adrenalini o gün beni ayakta tuttu. Bu da oldukça iyi bir şeydi, çünkü havaalanına sabah indik, akşama kadar geze geze adanın diğer sahilinde bulunan otele vardık. Bu arada Fransa’dan Hindistan’a uçmanın en kısa yolu Reunion’dan Mauritus’a gitmek olmalı, çünkü bu son adada gene insan popülasyonu değişti, çok fazla miktarda Hintli var.
Gün boyunca bir Hindu tapınağı, bir çay fabrikası, bir rom fabrikası, biraz şeker kamış tarlaları, iki ayrı dereden oluşan bir çağlayan ve rengârenk toprağı olan garip bir eski volkan arazisi gezdik. Sanırım o gün rom fabrikasında yediğimiz yemekte de timsah eti yedik.
Zaten Mauritus sönmüş bir volkan, oldukça eski bir volkan olduğu için Reunion gibi yüksek ve keskin coğrafyası yok, çoğu yerde oldukça düz bir arazi, yer yer topraktan fışkıran tepeler var, artık göz alışkanlığı oldu, arazideki bütün volkanik izleri gözleyebiliyoruz.
Deniz ise klasik güzel görünen ama sığ mercan kıyısı, gelgit olunca denizin altı görünüyor, bu bana çok acıklı gelen bir manzaradır. Herkes denize girmek için hevesli idi, ama artık hava bozmuştu, kimse ne denize ne de havuza giremedi.
Mauritus’taki otele vardığımızda artık iyice hastaydım, içinde pasaport ve paramın bulunduğu çantayı ortalık yerde unutacak kadar kendimden geçmiştim. Bundan sonra da iki gün boyunca alev ateş yattım. Halimi gören oda görevlisi derhal bana otelin hemşiresini gönderdi. Hemşire küçük boylu, Hint asıllı bir adamdı. Buz gibi terli halimle koltuk altı ateş bakınca hiç güven duymadım, uyduruk stetekobunu alıp kendi göğsümü kendim dinlemeye çalıştım. Ama hakkını yemeyeyim benim doktor olduğumu duyunca bana ne ilaç istediğimi sordu ve istediğim ilacın elime geçmesi için kendini paraladı.
Sermin son iki gün bensiz gezdi. O günlerden birinde üzerinden kıpkırmızı kan gibi bir sıvı sızan ağaçların resmini çekti, bunlara gerçekten de kan ağacı deniliyormuş ve kanama durdurulmasında kullanılıyormuş, bu adalardaki ormanlar orman değil eczane mübarek. Son gün de balina gözlemek için denize açıldılar ama yunustan başka bir şey göremediler.
Son birkaç kelime söylemek gerekirse; dünya oldukça küçük, bu geziye giderken gezi listesinde bulunan kimseyi tanımıyordum. Kızları doktor olan aile Elazığ’dan bir arkadaşımın yakın tanıdığı çıktı. Doktor bey ise Vietnam gezisine birlikte gittiğimiz bir adamın kardeşi çıktı. Diğer doktor hanım da erişkin endokrinci olduğundan bir çok ortak tanıdığımız vardı. Biz Mauritus’da iken iki sınıf arkadaşımın çocuğu balayı için oradaydı. Yani facebooktan nerede olduğumu gören arkadaşlarım sayesinde orada mini bir ahbaplar meclisi oluşturmak mümkün oldu.
Her üç adanın da geçmişinde sömürgecilik olduğu için hemen her adada güzel konaklar ve bu konakların eczane gibi düzenlenmiş muhteşem bahçelerini gezdik. Her üç adada en geçerli yabancı dil Fransızca idi. Ortak bir başka özellik de bu kadar bol su olmasına rağmen yerel rehberlerin bizim şişe sularını heba etmememiz için gösterdikleri özendi. Bir şişeyi bitirmeden ikinci şişeyi vermediler. Hele bir seferinde Madagaskar’daki rehber açılıp da içinden azıcık içilmiş bir şişe suyun sahibini bulmak için bayağı seferberlik ilan etti.
Yemeklerden de söz etmek lazım. Aslında umulmadık derecede Avrupai yemekler yedik, sadece birkaç kez yerel mutfak tatmamız mümkün oldu.
İki kez timsah eti yedik, pek matah bir şey değil. Gezen tavuk gibi kahverengi ve sert bir et, ancak yerken balık tadı alınıyor. Bol bol organik tavuk yedik, ben yıllardır tavuk yemem ama bunlar çok lezzetli idiler, bayılarak yedim. Tavuk özellikle de yerel usulle yapılmış ise suyu sebzeli bir çorba gibi yapılıyor. Tabağınıza önce biraz haşlanmış pirinç alıp, üzerine bu sulu yemeği koyarak yiyorsunuz.
Aslında her üç adada da Fransız etkisi olduğu için ekmekleri çok güzeldi. Ben bir otelde bulduğum, pirinç unu ve muz ile yapılan birazcık tatlı yerel bir ekmeğe de bayıldım.
Bir başka ilginç yemek de xuxu (şuşu) denilen bizde Girit kabağı diye bilinen bir çeşit sebze idi. Bunun turşusundan türlüsüne her türlü yemeği yapılıyormuş, biz graten halini yedik.
Bir de palmiye kalbini çok sevdik. Bayağı ağacı kesip içini rendeleyip salata gibi yapıyorlar, çok güzeldi.
Tabii bol bol ve çeşit çeşit tropikal meyve yedik. Meyve sabah yemeği, kahvaltıda yeniliyor. Bir de Sermin’in favorisi olan muz cipslerinden söz etmem lazım galiba.
Bol bol ananas ve muz tarlası gördük. Bu arada ananas ağaçta değil, ota benzeyen küçük bir bitkide yetişiyor. Muz ise sanıldığı gibi ağaçta yetişmez muz ağacı sandığımız şey de aslında bir çeşit ottur. Muz ağacının gövdesinde odun yok mesela ve her bir ağacın ömrü de sadece bir kaz muz yetiştirecek kadar yani 2 yıldan daha kısa süre. İlk yıldan sonra bu ağaç görünümlü bitkinin yanına bir dal sokarak yeni bitkinin yetiştirilesi mümkün oluyor.
Buna karşılık Hindistan cevizi ve hurmanın yetiştiği ağaçlar görüntüde muza benzese de onlar bildiğimiz odun gövdeli uzun ömürlü ağaçlar.
Madagaskar’da tattığımız biralı gazozlar ve Reunion’daki fabrikada tattığımız çeşit çeşit baharat ile tatlandırılmış romlarda da söz etmek lazım. Ama ben hiç birini alıp da getirmeye değecek kadar sevmedim.
Bir sürü baharat getirmek isterdim ama kendimi zor getirdim diyebilirim.
Ben gezi boyunca yemeklere özel önem veriyorum ve gruptakilere her gezi dönüşünde arkadaşlarıma o gezide tattığım mutfaktan örneklerle davet verdiğimi anlatıyorum. Son gün Ömer amca bana ‘’Ayşecik hani arkadaşlarına yemek yapacaktın, timsahı nerden bulacaksın?’’ diye sordu. Ben de ‘’ne yapalım, timsah bulamazsak kertenkele mertenkele idare edeceğiz artık’’ diye cevap verdim.