Daha önce yazdığım aile tarihçesi yazılarıma annemin halası olan Zeynep Basa’nın torunu şimdi Almanya’da büyük elçi olan Mustafa Kemal Basa’dan birkaç katkı geldi.
Bana yazmış olduklarını aktarıyorum;
Öncelikli madde olarak ailede herkesin bildiği Zletar/Telatar meselesine oldukça geniş bir açıklama getirmiş.
Sevgili Ayşenur Abla, Aile tarihi ile ilgili yazılarını okudum,
Tarih ve etimoloji merakım ve Balkanlarda görev yapmış olmamın da etkisiyle, epey zamandır üzerinde düşündüğüm çok noktaya değinmişsin.
İzninle “Zlatar” meselesi etrafında bazı tespitlerimi nakledeyim:
1.Konuya ilgi duyan ve bir parça tarih bilme durumunda olan aile büyüklerimiz, Basalarla Telatarların aynı kökten geldiğini söylerdi. (Bu çok akla yatkın bir tez, sen de yazmışsın zaten)
2. Basaların çok eskiden Bosna’yla bir bağı olduğu, soyadımızın o dönemde “İzlandareviç ya da İzlatareviç” olduğu da aktarılırdı. Çocukken kulağımla ben de duydum bu lafları.
3. Bu ismin, Boşnakça/Sırpça’da Kuyumcu(oğlu) manasındaki Zlatar(eviç) olduğu aşikar.
Etimolojide z-t dönüşümü çok yaygındır.
Ayrıca Osmanlıca yazımda ilk iki harf sessiz olmuyor genelde.
Binaenaleyh, geçmişimizde bir “Zlatareviç” dedenin varlığı çok hakiki duruyor; isim İzlatareviç yazılmış, sonradan Tilatar(eviç) olmuştur.
İkinci önemli katkısı bu bölgeye yerleştirilme şekli ile ilgili;
Hızır Ali Telatar’ın aile tarihi ile ilgili föyünde yerleştirilme şekli şu şekilde anlatılıyor;
1461 yılında Fatih’in Trabzon’u savaşsız fethi ile Karadeniz Osmanlı hakimiyetine geçti. Yeni kurulan Trabzon sancağına önce Çorum, Amasya ve Tokat bölgelerinden, daha sonra 16.ve 17. Yüzyıllarda Balkanlardan gelen Türkler (Bu arada Telatarlar) yerleştirildi.
Mustafa Kemal’in yerleştirilme konusundaki düşüncesi ise şu şekilde;
Fetih sonrası Türkleştirme için, Trabzon’la hemen hemen aynı dönemde fethedilmiş ve o dönemde ahalisi Hristiyan olan Bosna’dan birilerinin getirilmiş olması akla yatkın bir izahat değil. (Bir bölgenin, özellikle de sınır boylarının Türkleştirilmesi, Türkmen boylarıyla yapılırdı. O tarafta bu görev, Kumbasarlara verilmiş olmalı. Çok işareti var bunun)
Yani Zlatareviç dedemiz muhtemelen asker ya da memurdu.
Bu noktada aile içinde kuşaktan kuşağa nakledilen ve tam çözemediğimiz Merzifonlu Kara Mustafa Paşa irtibatı hatırlanmalı.
Benim önermem şu: İkinci Viyana kuşatması başarısız olup Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın kellesi vurulduktan sonra, o zamanki usule göre “müsadere” yöntemine başvurulmuştur. Yani Paşa’nın bütün mal varlığı alınmıştır. Bu gibi hallerde bununla da yetinilmez, bir sorun yaratmamaları için tedbiren şahsın aile fertleri ve etrafı da dağıtılırdı.
1683’te çok yakınındakiler ve doğrudan ihmali, kusuru görülenler, kendisi İle birlikte öbür tarafa yollanmış, Paşa’ya yakın komutanlardan bazıları da imparatorluğun uzak bölgelerine sürülmüştür.
Muhtemeldir ki, bizim Zlatareviç 1683 sonrasında, o dönem için Fizan sayılabilecek kadar uzak olan Atina kazasına sürülmüş bir komutandır.
Ya da o tarihlerde görevle gelmiş bir memur ya da yeniçeridir, evlenmiş, kalmıştır.
Paşa’nın bir aile ferdine eşlik etmekle görevli bir muhafız bile olabilir. Eşlik etme keyfiyeti, mecburi bir evlilik de olabilir.
Bu konularda araştırma yapılması gerektiğini yazarak mektubunu bitirmiş.
Mustafa Kemal’in bu açıklaması oldukça düşündürücü.
Bu konularda kendi fikrimi de söylemem gerekirse; biraz da efsanevi bir şekilde bildiğimiz ilk dedemizin şimdiki Bosna/Sırbıstan olan bölgelerden geldiği konusunda herhangi bir kuşku yok. Bu bölgelerde adı Zletar ya da olan ya da buna çok yakın olan birkaç yerleşim yeri var.
Mustafa Kemal’in bu açıklamaları bana oldukça ilginç geldi, çünkü bu güne kadar Zletar’ın hep köklerimizin çıktığı kasabanın adı olduğunu düşünmüştüm. Ama bu ismin ailenin kuyumculuk yaptığına bir gönderme olması da pek ala mümkün, ayrıca yine de aile köklerini aynı coğrafyaya bağlıyor.
Benim gönlüm Zletar adının yerleşim yerinden gelmiş olmasından yana oy kullanıyor, çünkü sülalemizin yeni nesil erkeklerinin pek öyle el işi, kuyumculuk filan gibi işleri yapacak becerilerine tanık olduğumu söyleyemeyeceğim. Sülalede böyle bir sanatkarlık geni varsa neden hiç ortaya çıkmadı değil mi? Gene de Mustafa Kemal’in bu ‘’Zlataroviç/Kuyumcuoğlu’’ tezini çürütmek çok kolay görünmüyor. Zaten gerekli de değil.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa irtibatını ise ben pek bilmiyorum, ancak tarihlerdeki örtüşme ve Mustafa Kemal’in Osmanlı Devlet işleyişindeki inceliklere olan hakimiyeti beni de etkidi, bu açıklamaya da bir derece aklım yattı. En çok da ailenin resmi sözel tarihçisi Zeynep Halanın torunu olması onu ciddiye almayı gerektiriyor. Zeynep Hala ömrü boyunca gelinlerine, torunlarına aile hikayeleri anlatmış çünkü.
Aslında ben bu Atina’ya yerleşen ilk büyük dedenin memur değil de asker olduğunu düşünüyorum. Padişah fermanlı bir bey olduğu söylenen ve mezar taşlarında da tuğra bulunan bu dedelerin eğer memur olarak gelmiş olsalardı böyle bir rütbeye sahip olmak için vali filan olması gerekirdi ki bunun böyle olmadığını biliyoruz.
Asker olması durumunda da böyle taltif edilmesi için bölgenin fethinde görev alması gerekirdi ki, Atina’ya geliş tarihi nedeniyle bu varsayım da ihtimal dışı.
Yani eğer askerse, böyle toprak sahibi edilmesi için sürgün edilmiş ve uslu durması için de kendine toprak bağışlanmış bir komutan olması akla yatkın gibi görünüyor. Sürgün edilen isyankar bir komutan olması fikri bana çok cazip geldi. Bu ilk Tilatur dedenin üzerindeki sis perdesini de açıklar.
Mustafa Kemal’in söylediği gibi de bu konular araştırılmaya muhtaç, ama aslında hala insanların hafızalarında bazı bilgi kırıntıları varken yazılmaya muhtaç. Çünkü bizler yazmasak iki nesil sonra bu bilgilerin hiç biri kalmayacak.
Bu konuyu Mustafa Kemal’e tekrar sorduğumda, konunun Dr Seyfi Basa tarafından da incelendiğini ancak pek de bilgi bulunamadığını yazdı.
Ayrıca Zeynep Halanın annesi Feraye Basa’ya anlatmış olduğu çok hikaye olduğunu asıl onu dinlemem gerektiğini yazdı. Bu konuyu ablası Sönmez de daha önce yazmıştı. Yani annesini sorgulayacağım.
Bu konu bütün akrabaların katkılarına ve düşüncelerine açıktır.
Merhaba, 1972 İstanbul doğumlu bir uzak akrabanızım. 1951 doğumlu annem Günay Siral’ın kızlık soyadı Basa doğum yeri Pazar. Babası Mehmet Cemil Basa’dır. Annem Seyfi Basa’ya gerçek amcası olmamakla birlikte Seyfi Amca diye hitap ederdi. Pazar’dan lise okumaya İstanbul’a teyzesinin yanına gönderildiğinde bir süre bu itibarlı amca ikinci dereceden yeğenine manevi bir destek olmuş. Aslında annemin babası Mehmet Cemil Basa ile Seyfi Basa’nın babası kardeş çocuklarıymış anladığım kadarıyla. Bizim ailede sanki herkes geldiği yeri unutma derdindedir. Kimse efsanevi zenginlikler, hovardalıklar, delilikler dışında bir şeyden bahsetmez. Gerçi onlar da tarihtir ama her seferinde farklı anlatmalara açıktır bu efsaneler. Annem Seyfi Basa ile daha sonra uzun bir süre bazı özel nedenlerle görüşmediyse de sonunda yıllarca iyileşmeyen bir cilt hastalığına (püstüllü sedef) çare bulması umuduyla, ölmeden kısa bir süre önce Seyfi amcasını ziyarete gitmişti. Arayı kapatmak için biraz muhabbet etmiş olsalar gerek, laf arasında annem kendisine “Amca bizim ailede neden hiç dinle imanla alakalı kimse yoktur?” mealinden bir soru sormuş. Seyfi amca da “Kızım biz Yahudi’ymişiz, sonradan Müslüman olmuşuz” deyiverir. Annem Sabetaylıkla, masonlukla, komplo teorileriyle ilgili bir insan değildir yanlış anlaşılmasın. Bu bilgiyi bir komiklik olarak aktardığında aklıma kazınmıştı. Yazdıklarınızı ve büyükelçi akrabadan gelen tahminlerle birleşmiş bilgileri bu kaynaksız bilgiyle birleştirince ben de şöyle bir hayal kurdum:
Fatih’ten sonra gelen II. Beyazıt İspanya’dan kaçan Yahudilere kapılarını açar. Devşirme usulüyle Osmanlı’ya katılan bu topluluğa Balkanlarda sığınma şansı tanınır. Ve daha sonra da Balkanlardan çeşitli yerlere şu veya bu nedenle artık Osmanlı’nın yönetim, askeri kademelerinde olarak dağıtılırlar. Bizim dedelerin dedesi belki de bu yollardan geçmiş biridir ve belki de aslen Sefarad yahudisidir. Hayallerimi süslemek için Balkanlarda Zlotar/Zlatar isimli yerlere bakınıyordum. Karşıma yine soyadı olarak çıktı. Saray Bosna’da saat kulesinin muvakkiti olan bir abiye denk geldim. Videosu da var. (https://www.ensonhaber.com/galeri/saraybosnadaki-kadim-saat-kulesinin-yarim-asirlik-muvakkiti#6 ) Adam bizim akrabalara o kadar benziyordu ki. Senin deden 1964 yılında ölmedi, aslında bu adam odur, deseler inanırdım. Mesela teyzem Günseli Basa bu adama adeta öz kızı olabilecek kadar benziyordu. Özel hayatların tarihinin genel tarihi aydınlatmasıyla ve genel olarak tarihle ilgili çok sevdiğim bir ablamın da Telatarlardan hısımı vardır. Bir aile toplantısında işittiklerini bana aktarması internette size denk gelmeme ve bu hayallere dalmama vesile oldu. Sizin gibi birine denk gelince de haliyle selam etmeden olmuyor. Sevgiler, saygılar.