İnsan Orta Asya coğrafyasında gezerken umulmadık duygulara kapılıyor. Ben 2014 yılında hemen her gezimde yaptığım gibi ‘’Fest travel’’ ile Kazakistan Kırgızistan gezisine katıldım. Kazakistan’da Ahmet Yesevi ve Aslan babın türbelerine gitmek, Kırgızistan’da son derece anlaşılabilir Türkçe konuşan insanlarla karşılaşmak oldukça etkileyici idi.
Benim aile ağacımda Orta Asya’dan gelen unsurları pek bilemiyoruz, ailemizi Balkan’lar ve Kafkasya’ya dayandırabiliyoruz. Ancak Orta Asya coğrafyasında gezerken insanda gerçek bir aşinalık ve aidiyet hissi oluşuyor, üstelik de etrafta hani öyle tarihçesini okuyabileceğin, şaşaalı binalar, ibadethaneler, anıtlar filan yokken. İnsan duygularını, aile ilişkilerini, bakışları, gülüşleri, tepkileri kendine yakın, kendinden buluyorsun.
Evlerde yemek yiyorsun, aynen çocukluğumun Anadolu’sunda evlerimizde pişen, evlere henüz market alışverişleri girmemiş, pazardan alınan ya da bahçeden kotarılan yiyeceklerle kaynamış tencereler.
Türbelere gidiyorsun, adeta bir Anadolu köyünde bir alevi dedesinin türbesine gitmiş gibisin.
Oyunlarını görüyorsun evet Uzak Asya esintileri de taşıyor, ama pek ala kendi folklor ekibindeki gibi katılabiliyorsun.
Orta Asya coğrafyasında gezerken en çok gök yüzünde serbestçe ve bol bol uçan yırtıcı kuşlar dikkat çekti. Sonbaharda yırtıcı kuşlar Doğu Karadeniz üzerinden daha sıcak memleketlere göçer, sırf Orta Asya’da yaşadığım günlerin anısını uzatmak için sonbaharda yırtıcı kuş göç yolu takip gezileri düzenlemeye başladım. Ömrüm boyunca ‘’Atmaca’’ memleketinde yırtıcı kuşlara kör bir şekilde yaşadım, ancak oralara gittikten sonra yırtıcıların uçuşlarındaki farkı ve zarafeti idrak edebildim. Evet şimdi gök yüzüne baktığım zaman bunlar yırtıcı kuşlar diyebiliyorum. Garip bir tesadüfle tam Orta Asya seyahatlerinden dönüşümde, ya da bu kuşlardan söz ederken aniden başımı kaldırdığımda tepemde döne döne bana ”buradayız” diyorlar.
Kırgızistan’daki bir adam ancak bir Anadolu köylüsünden görebileceğimi düşündüğüm o asil ve mütevazi bilge tavırla ‘’Biz aslında biriz, biz karıştık Rus’a, siz karıştınız Arab’a ondan anlaşamayız. Bir hafta bir arada kalsak aramızda hiçbir ayrı gayrımız kalmaz’’ demişti. Aynen katılıyorum, ancak benim okumuş, cilalanmış zihnim bu basit gerçeği bu kadar yalın anlatmaktan aciz, ben duygularımı anlatmak için daha fazla söze ihtiyaç duyuyorum, gene de bu kadar güzel anlatamıyorum, eğitimle dizginlenmiş dilimde ‘’kelimeler kifayetsiz’’ kalıyor.
Kazakistan’da Tamgalı Say, UNESK0 Dünya mirasına alınmış son derece önemli bir taş devri kalıntısı. Almatı’dan 160 km uzakta uçsuz bucaksız bir bozkır ortasındaki taş vadilerde binlerce km2 alana yayılmış binlerce kaya resminden (petroglif) oluşan bir bölge burası. Muhtemelen bu bölgedeki göçebe kavimlerin toplanma ve tapınma alanı, yani Türk’lerden kalan ilk eserlerden biri. Benzerleri Türklerin yaşadıkları bölgelerde, dünyanın başka yerlerinde hatta Anadolu’nun çeşitli yerlerinde de var, ama Tamgalı Say boyutlarında bir bölge bulunması pek mümkün değil. Bu bölgede bulunan 3000 civarında resimlerden en önemlilerinden biri ‘’Kün Bastı’’ denilen ‘’güneş adam’’. Bu ortak figür belki de ‘’Gök Tanrı’’ nın stilize edilmiş şekli, kim bilir? Ayrıca pek çok av sahnesinin, pek çok insan ve değişik hayvan figürünün de olduğu petrogliflerde ‘’halay’’ çeken insanlar bile var.
Bu boyutlarda olmasa da Kırgızistan Issık göl çevresindeki Çolpan Ata bölgesi de hala kutsal kabul ediliyor ve orada da bazı petroglifler var. Çolpan Ata’daki resimler sanki bir selin taşıdığı taşların üzerine çizilmiş gibi görünüyor. Böylece tamamen tabiata bağlı yaşayan insanların doğanın öfkesinden korunmak için o bölgeyi kutsadıklarını henüz rehberin sözlerini dinlemeden, içinizden bir yerlerden, kolayca hissediyorsunuz.
Kırgızistan’da Issık Köl yakınındaki Çolpan Ata bölgesinde gezerken, çok etkilenmiş ve neden buraya Türkiye’den toprak getirmedim diye hayıflanmıştım. Gezi rehberimiz Yıldırım Büktel’e keşke Türkiye’den toprak getirseymişim, buraya toprak bırakmak benim için çok değerli olacaktı, şimdi bir kez aklıma geldi ya Kazakistan’daki Tamgalı’ya da bırakmak isterdim dedim. O da bu fikrimden oldukça etkilenmiş göründü, hemen hemen bütün gezilerine gittiğimi bildiği için ‘’üzülmeyin Moğolistan’da Bilge Kaan’a götürürsünüz’’ dedi.
Böylece Kazakistan Kırgızistan gezisinden döner dönmez gelecek yaz gerçekleşecek olan Moğolistan gezisine yazıldım. Yıl boyunca aklımdaki toprak götürmek fikri geliştikçe gelişti ve Bilge Kaan’a herhangi bir yerden değil Anıt Kabirden toprak götürmek gerektiğini düşünmeye başladım. Ancak şu da var ki Ankara Türkiye’nin başkenti ama insanın yolu İstanbul’a olduğu kadar kolay Ankara’ya uğramıyor. Ben de sanırım yıllardan beri hiç gitmedim, artık sırf Anıt Kabir’den toprak almak için bir günlüğüne Ankara’ya gideceğim, fakat Trabzon’dan Ankara’ya sabah gidip, akşam dönecek uygun uçak yok, en az bir gece kalmam gerekecek diye düşünüyordum.
Yine ilginç bir tesadüf, Ankara’da bir doçentlik sınavı jürisinde görevlendirildim ve de mecburen Ankara’ya gittim. Dönerken de Anıt Kabir’e uğrayıp toprak almak için fırsat çıktı. Aslında sınavda kalan bir adayın eşi kendi aracı ile, bizi Havaş’a götürüyordu, ben doğal olarak bu durumdan biraz rahatsızdım. Öyle ya hem karısı sınavda kalsın hem de jüriye şoförlük yapsın. Gene de Anıt Kabir yakınlarından geçerken, hiç utanmadan beni önce Anıt Kabir’e götür dedim, sağ olsun hiç gocunmadan götürdü çocuk. Nöbetçi askerlere Bilge Kaan’ın mezarına götürmek için toprak alacağımı söylediğim zaman onlar da bayağı şaşırdı ve duygulandılar.
Nihayet 2015 yazında Moğolistan’da idim. Elbette Orhun kitabeleri bütün grup için çok önemli idi. Babaları öldüğü zaman Bilge Kaan’ın kardeşi Kültigin henüz 7 yaşında imiş. Bilge Kaan kardeşine bir bakıma babalık yapmış, 7 yaşından sonra 40 yıl boyunca yanından hiç ayırmamış. Sonunda kardeşi kendisinden daha önce ölünce çok aşırı üzülüp onun anısını yaşatmak için bir yazıt diktirmiş. Bu yazıt 72mX36 m büyüklüğünde yani aşağı yukarı 2,5 dönümlük dikdörtgen bir araziyi çevreleyen bir duvar ve duvarın içinde küçük bir tapınak ve tapınağın arkasında temsili mezar ve sunak alanlarından ibaret bir yapı. Gerçek mezarın yeri belli değil, çünkü şamanizmde kemiklerin ruh taşıdığına ve kötü niyetli birinin gelip de kemikleri filan yakarsa bir daha huzur bulunamayacağına inanılıyor. Bu nedenle de hemen bütün büyük hükümdarların gerçek mezar yerleri gizli tutuluyor. Bu mütevazi anıtın en görkemli tarafları anıta doğru kilometreler boyunca uzanan ve her iki yanında balballarla bezeli tören yolu ve tapınağa doğru giden yolu kapatacak şekilde dikilmiş yazılı kayalar. Şimdiki halde yazıtların asılları müzede, anıt alanında replikaları duruyor.
Sonuç olarak kardeşinden 2 yıl sonra Bilge Kaan ölünce kendi oğlu da babası için Kültiğin anıtının tamamen simetriği olan bir anıt alanını da babası için yaptırıyor. Arada tek fark kitabelerdeki yazılar.
Tonyukuk anıtları ise daha farklı bir yerde, o bir kaan değil ama Bilge Kaan için çalışan önemli bir devlet adamı. O da kendisine benzer iki kitabe yaptırıyor. Dikili taşlardaki yazılar daha net görünüyor, mezarı alanı ise kaanlarınki kadar görkemli değil.
Neyse ki bütün bu anıtlara Türkiye cumhuriyeti sahip çıkmış, Orhun kitabelerine giden asfalt bir yol ve küçük bir müze yapılmış. Bu yıl itibarı ile de Tonyukuk kitabelerinin etrafı çevrilip arkeolojik kazılar başlamış.
Grubumuz Orhun kitabelerinin bulunduğu yere gelince çok heyecanlandı.
Biri Orhun kitabelerinden bir paragraf okudu.
Ben bütün ekibin önünde küçük bir tören yaparak Bilge Kaan’ın makamına Anıt Kabir toprağı serptim. Bilge Kaan’a Anıt Kabir’den getirdiğim toprağı serperken tamamen o anın hissiyatı ile aşağı yukarı şunları söyledim.
‘’Ben seni ata olarak kabul ediyorum. Sen dünya üzerinde bilinen en eski Türk anıtını dikerek yazılı tarihimizi başlatan atamsın. Manevi huzuruna çok uzaklardan geldim, ama gurbetten değil vatanımdan geldim. Bana bu yeni yurt topraklarını vatan yapan en son atamdan sana selam getirdim. Onun toprağını senin toprağın katarak aslında gücünü gücüne, hatırasını hatırana katmak istiyorum. İzin ver ve kabul et.’’
Bu konuşmayı yaparken bir yandan da kendi etrafımda dönerek elimdeki toprağı rüzgâra doğru savuruyordum.
Birden bire bütün gurup üyelerinin içlerindeki ‘’Ata kültü’’ dışarı çıktı, herkes bu törene kendinden bir şeyler kattı. Bütün arkadaşlar, büyük bir saygı ile hatta o anda karar verdikleri bir ritüele uyarak, hem Bilge Kaan’ın, hem Kül Tiğin’in, hem de Tonyukuk’un mezarlarının olduğu bölgelerden toprak alarak evine götürdü. Bu toprak dolu su şişelerini, plastik torbaları yolun bundan sonrasında gözleri gibi, diğer bütün maddi eşyalarından daha fazla önemseyerek korudular. Daha sonra bu toprağı kiminin evinde saklayacağını, kiminin dedesinin mezarına götüreceğini, kiminin de Anıt Kabir’e götüreceğini öğrendim. Ben ise hem Atatürk’ün hem de Bilge Kaan’ın mezarlarından aldığım toprağı birbirine karışık bir şekilde saklamaya devam ediyorum.
Bilge Kaan’ın huzurunda, o yoğun duygularla modern zaman halimizden koptuk, bayağı farklı bir duygu/bilinç durumuna geçtik (don değiştirmek), adeta hepimizin içinden ”yeni keşif” bir Şaman fışkırdı. Sonuçta hepimiz Gök Tanrının çocukları değil miyiz.
Orhun kitabelerinin Bilge Kaan yazıtında yazan en ünlü bölümünü buraya almaktan da kendimi alamıyorum.
‘’Türk Oğuz Beyleri, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer denizi delinmedikçe, ilini töreni kim bozabilir?
Ey Türk ulusu! Kendine dön. Seni yükseltmiş Bilge Kağanı’na, özgür ve bağımsız ülkene karşı hata ettin, kötü duruma düşürdün.
Ulusun adı, sanı yok olmasın diye, Türk ulusu için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ve iki Şad ile ölesiye, bitesiye çalıştım…’’
MUHTEŞEM ÜSTÜ MUHTEŞEM