Benim annemin babası Cevdet Efendi bildiğim kadarı ile zamanına göre iyi tahsilli (şimdiki lise muadili olan bir okuldan pek iyi dereceyle mezun olmuş) ve yıllarca memuriyet yapmış bir adamdı. Ancak benim çocukluğumda çoktan emekli olmuştu, dolayısı ile onu hep evdeki hali ile hatırlıyorum. Her gün yelekli takım elbisesini giyer, kravatını takar, evde bile öyle resmi otururdu.
Belinde herhangi bir sakatlık olmamasına karşılık yaz kış her sabah büyük bir özenle beline en az 3 metre uzunluğunda 10-15 santim eninde, beyaz renkli, yün bir kuşak sarardı. Bu kuşağı o kadar usturuplu sarardı ki, dışarıdan hiç belli olmazdı.
Onu düşününce gözümün önüne derhal yelek cebinden çıkarıp baktığı köstekli saati ve kulaklığı da geliyor.
Dedem muhtemelen dünyanın en sakin adamlarından biri idi, kolay kolay sesini yükselttiği duyulmazdı. Pek öyle aksiyon adamı sayılmazdı. Aslında evi çekip çeviren anneler (anneanne) idi, dedemin gün boyunca herhangi bir iş yaptığına pek şahit olmazdık.
Hatta biz torunları omuzlarına kucağına tırmanıp, saçını başını tarumar ederdik, gene de çıtı çıkmazdı.
Her gün mutlaka Saatli Maarif takviminin o günkü sayfasını okurdu. Bir de her gün mutlaka hava tahmini yapmak için evdeki barometreye bakardı. Hava tahmini yaparken her nedense pek keyiflenir, ellerini arkasında bağlar, ıslık çalma niyetiyle, fü fü fü diye üflerdi.
Yapmayı bildiğini bildiğim en önemli iş ağaç aşılamaktı. Onun bu yeteneği sayesinde evin arka bahçesindeki büyük elma ağacının bir dalı ekşi, diğer dalı aynı renk ve şekilde görülen tatlı meyveler verirdi. Bir gün onu bir ağaca aşı yaparken de izlediğimi hatırlıyorum.
Çocukluğumun en eski anılarından biri de dedemin ağır bir sarılık geçirdiği ve hastalığı süresince bizim evde yattığıdır. Bir ay boyunca bizim Trabzon Kunduracılar caddesindeki evin salonundaki çekyatta hasta yatmıştı. Ev içinde çok hunharca sevildiğim (!) için, kendimi korumak amacıyla gün boyunca koynunda yatardım. Dedem benim bu kurnazlığımı anlamayıp, onun yanında yattığım için çok memnun kalırdı.
Dedem o yataktan kör kütük sağır kalktı. Bundan sonra da tek kulağında kulaklıkla yaşadı. Kulaklığın cebinde duran bir parçası vardı, buradan zaman zaman zırıltılar çıkardı. Dedemin sık sık onun onu ayarladığını hatırlıyorum.
Aile içinde sağırlığı için hep o hastalık sırasında almış olduğu streptomisin suçlandı. Ama ben sağır olmasında genetik bir zemin de olduğunu düşünüyorum. Çünkü dayım da genç denilebilecek yaşta otoskleroz oldu.
Beş yaşında iken, bir hasat zamanı ben de büyüklerle birlikte oturup, saatlerce bütün ürün bitene kadar, fasulye ayıklamaya devam ettiğim için ”bu çocuk çok azimli ve sabırlıdır, çok güzel okuyacak” diyerek beni tescillemişti.
Sermin çok yaramazdı, onu da her yaramazlığından sonra ”yarım akıl” diye severdi.
Dedemle ilgili çok ilginç bir başka anı da şudur;
Dedemin küçük kardeşi İsmail Amca da benzer şekilde, sürekli yelekli takım elbiseler giyen, çok şık bir adamdı. Aslında İsmet İnönü’ye çok benzerdi, hatta ikisinin el sıkışırken bir resmi vardır, hangisi İsmail Amca hangisi İsmet İnönü anlamak pek mümkün değildir.
Benim dedem ise mavi gözleri ile çok daha gösterişli ve hoş bir adamdı. Bir gün Pazar’dan Trabzon’a özel araba ile geliyorduk. Dedem arka koltukta, üzerinde takım elbisesi, başında şapkası ve kulağında kulaklığı ile oturuyordu. Bütün yol boyunca insanlar dedemi selamladılar. Dedem de serde ağalık var ya, halkın onu selamlamasını normal kabul ederek, politikacılar gibi şapkasını çıkararak, insanların selamına karşılık verdi. Neden sonra insanların yaptıkları tezahürattan dedemi İsmet Paşa sandıklarını anladık. Meğer benim dedem de İsmet Paşa’ya benziyormuş.
Oldukça iştahlı bir adamdı. Sabahları bir kase içinde bal ile tereyağı karıştırır, büyük bir fincan Türk kahvesi eşliğinde kahvaltı niyetine bu karışımı yerdi. Ben kahve içtiğini sanıyordum ama, teyzemin oğlu Ahmet Dobrucalı dedemizin sabahları kahve değil, büyük ve beyaz porselen bir fincanda çay içtiğini, hatta kaşığının da gümüşten olduğunu yazdı. Onun bu konudaki anıları benimkinden daha detaylı olduğu için onun sözleri daha doğru görünüyor.
Eğer bir derdi olmasa yamuk olmazdı diye düşünerek, meyvelerin mutlaka tamamen kusursuz şekil ve boyutta olanını seçer, cebinden çıkardığı çakısı ile özenle soyar ve sadece onları yerdi. Hane halkı da bunu bildiği için en düzgün görünen meyveleri hep ona ayırırdı. Meyveyi törenle soyduktan sonra kendi yerken bir yandan da odadaki herkese dilim dilim uzatırdı.
Muhtemelen oldukça protein ağırlıklı besleniyordu ki gut hastası idi. Ayak baş parmaklarının yanlarında resmi tıp kitaplarında eğitim amaçlı kullanılabilecek kadar belirgin ürik asit birikimi vardı, ancak onun gut krizi geçirdiğini hatırlamıyorum. Doktor olan dayım ömrü boyunca hafif bir kalp yetmezliği ve gut hastalığı olan babasına diyet yaptırmak istemiş ancak pek de başarılı olamamıştı.
Annem öldüğünde dedem hala yaşıyordu. Beni ayakta karşılayıp sarılmıştı ve kulağıma ‘’kurtaramadık çocuğu’’ diye fısıldamıştı. Ben anneme ağlarken, zavallı dedem de çocuğuna üzülüyordu. Annem öldükten sonra ömrü boyunca diyet yaptırılamayan adam, üzüntüsünden hiçbir şey yemedi, içmedi, yatağından çıkmadı ve annemden 4 ay sonra bence matem ve kalp kırıklığından öldü.
Onun sakinliği aslında canı istediği zaman savaş silahı idi. Mesela annelerle nişanlandığı zaman arkadaşları şaka olsun diye nişanlın budur diye büyük teyzeyi göstermişler, dedem 7 sene ayak sürümüş. Nihayet neden artık evlenmediği sorulunca da ” ben o kara kuru kızı almam” demiş. Böylece durum anlaşılıp, bu kez doğru kız gösterilince evlenmeye razı olmuş. Demek ki gerektiği zaman ortaya koyduğu bir pasif agresif tarafı varmış.
O kadar sakin bir adamdı ki, sağır olduğu halde hiç kimse yüksek sesle konuştuğunu duymamıştı. Bütün çocuklarının ne kadar baskın ve iddialı tipler olduğunu düşünürsek bu huyu çocuklarının hiç birine geçmemişti.
Rahmetli dayım, oğlu Emre’nin sakin yaradılışını, olgun davranışlarını, daima alçak sesle konuşmasını babasına benzetmekten çok memnun kalır, ‘’bu huyunu babamdan almış’’ diye bayağı övünürdü.