Yıllar önce Olcay’la birlikte Datça’ya gitmiştik. Can Yücel’in evine çok yakın bir yoga evi vardı. Bir sabah vakti, bu evin bahçesindeki ahşap bir platformda, açık havada gerçekleştirilen bir yoga saatine katıldık. Bu benim ilk yoga deneyimimdi ve çok güzel bir anı olarak aklıma yer etti. Şimdi geriye dönüp baktığımda o güzeller güzeli, Zonguldak’lı olduğunu hatırladığım, ama ismini bir türlü aklıma getiremediğim zarif kızcağızın bize ne kadar yumuşak bir ders yaptırdığını anlıyorum.
Büyük bir merakla evin içini de gezmiş ve ev sahibinin aynı zamanda oldukça ciddi bir avurveda deneyimi olduğunu öğrenmiştik. Her bulduğum fırsatta ve yerde masaj yaptırmaya bayıldığım için ikimiz de ayurvedik masaj yaptırmıştık (Anlatmaya doyamadığım ‘’büyük don’’ hikayem de işte bu masaj seansında yaşanmıştı).
Bu ilk yoga deneyiminin üzerinden birkaç yıl daha geçti. Bir gün Duygu Dokgöz bana Trabzon’da yoga yapılan bir yer olduğundan söz etti. Bir adam (Gökhan Karaveli), özel bir ana okulunda çocuk yogası yaptırıyormuş, bazı akşamlar da normal yoga saatleri oluyormuş. Yoga saatinin olduğu bir akşam anaokulunun olduğu tarihi taş binaya gittik ve bir kız (Burcu Karaveli) beni karşısına oturtup, bir çok soru sordu, cevaplarımı dikkatle kaydetti, sonra derse başladık.
Niyetim o günden itibaren yogaya başlamaktı. Ancak o gün, o salonda inanılmaz derecede üşüdüğüm için bir daha gitmeyi düşünmedim. Öyle ya, gevşemek üzere şavasana (ölü adam pozu) ya yattık, Gökhan bize elini, ayağını gevşet, dilini, dişini gevşet diyor ama, kapının altından Sibirya rüzgarları eserken gevşemek ne mümkün. Soğuktan çenem titredi, bedenim kaskatı kesildi.
Ama çıkarken ‘’ben Çarşamba akşamları Muhteşem Yüzyıl izliyorum, bir daha gelemem’’ diye bir bahane uydurmuşum. Bu sözlerimi, Burcu kendi de unutmuyor, bana da unutturmuyor.
Daha sonra benim hem çocukluktan tanıdığım, hem de aynı hastanede çalıştığım arkadaşım, Dr Zerrin Pulathan, Gökhan’a babasının apartmanının en alt katının boş durduğunu söyleyerek oraya taşınmalarını önerdi.
O ilk stüdyo, Trabzon’un tam merkezinde, benim çocukluğumun geçtiği evden 150-200 metre uzaklıkta, Kemerkaya Camiinin hemen yanındaki apartmanda idi. Kunduracılar Caddesindeki evimizden Dumlupınar ilkokuluna giderken her gün bu ara sokaktan geçerdim.
Böylece 2012 yılının Haziran ayında o stüdyoya gittim. Hayatımın oldukça zor bir zamanındaydım, kendime günlük hayat akışına yetecek, işe gidecek kadar enerji yaratmam gerekiyordu. Gökhan’dan sabahın erken saatlerinde bir ders istedim. O da açtı. Önce sadece bana ait olan bu saat zamanla diğer arkadaşların da katılması ile genişledi. Hala Salı ve Perşembe sabahları erken saat seansı var.
Bu sefer çok hoş ve güzel ısınan bir mekanda çalıştığımız için hayatımızdan çok memnunduk. Gerçekten çok güzel bir apartman dairesi idi. Ön tarafta oldukça büyük, yerleri çok kaliteli ahşap ile döşeli sıcacık bir salon vardı. Bu salonun geniş pencerelerine sarı, turuncu ve yeşil Japon tarzı, parça parça perdeler asılıydı.
Koridorda her türlü malzemenin rahatça sığdığı oda büyüklüğünde bir dolap, kocaman bir mutfak, bir giyinme odası, bir plates odası, bir de dinlenme odası vardı.
Direnin arka tarafında olduğu için hiç gürültü gelmeyen bu oda, loş bir ışıklandırma ile aydınlatılıyordu. İçinde Zerrin’in annesinden kalma ahşap bir etajer, yer yatağı şeklinde, turuncu renkli oturma yerleri ve etajerin üzerindeki duvarda haftalık programın yazdığı bir kara tahta vardı.
Odanın, küçük bir avluya bakan, bahçe mobilyası ile döşenmiş, kapalı küçük bir balkonu vardı. Avludaki bitkiler uzun süredir pek bakım görmedikleri için yağmur ormanına dönmüştüler, içinde muhteşem güzellikte ama artık yabanileşmiş çiçekler ve bir Yasemin ağacı vardı, çiçek açınca kokusu bütün odayı sarardı.
Bu odanın kendine özgü garip bir enerjisi vardı, oraya bir giren bir daha çıkmak istemezdi. En azından ben o odada oturmaya doyamazdım. Cansın’ın da Ankara sonrasında acaba Trabzon’da neler yapabilirim, sırf bakmak için stüdyoya geldiği ilk gün o odanın efsununa kapılıp yogaya başladığını biliyorum.
Mekan güzel olunca, işleri açıldı. Hem Gökhan’ın yoga, hem de Burcu’nun plates sınıfları kalabalıklaştı. Bu kez o stüdyo yetmez hale geldi. Daha da elverişsiz olan, salonun camii ile iç içe olmasıydı. Spor yaparken ezan okunmaya başlayınca insanın eli ayağı birbirine dolanıyordu.
İster istemez akıllara daha uygun bir mekana taşınma fikri gelmeye başladı. Bu sırada bizim sabah sınıfımıza Arzu Samancı hanım gelmeye başlamıştı. Arzu Hanım, Burcu’nun akrabası imiş, bir gün evlerine misafirliğe gitmişler, o gün Burcu’nun aklına o evden ne güzel bir yoga stüdyosu olacağı fikri düşmüş. Sonradan itiraf ettiğine göre otururken salona kaç tane mat sığacağını bile göz kararı hesaplamış. Çay servisinde yardımcı olmak için mutfağa girdiğinde mutfak dolaplarından çok güzel yoga malzemeleri vitrini olacağını düşünmüş. Apartmanın yerinin çok merkezi olduğuna, ulaşım kolaylığına ve alttaki otoparka kadar her şeyi ile buranın çok güzel bir stüdyo olacağına karar vermiş.
Böylece o eve kendi düşünce enerjisini göndermiş oldu.
Ertesi yıl Arzu Hanım başka bir eve taşındı. Bizimkiler boş evine taşınmak istediklerini ilettiler, ancak Arzu’un annesi oturduğu apartmana iş yeri yapılmasına şiddetle karşı çıktı.
O yıl Gökhan ilk kez yoga hocalığı eğitimi kursu açtı, ilk mezunlardan biri de ben oldum. Ben ilk hocalık derslerimi o eski stüdyoda kendi asistanlarıma bir cehennem sıcağında vermiştim. Ben de artık taşının dediğimde hala taşınıp taşınmayacakları belli değildi.
Sonra ne olduysa sulh olundu, ev kiralandı. Hocalık eğitimimiz bittikten sonra, o yaz, Pastoral Vadide, bir haftalık yoga kampına gittik. Kamptan döndükten sonra yeni stüdyoya taşınılacaktı. Burcu, kampta bile sürekli şöyle böyle istiyorum, onu ben yaparım, bunu şuradan alırım gibi aklındaki projelerden söz ediyordu.
Kamp dönüşü hep birlikte daireyi gezdik, kaldırılması gereken duvarlara, yenilenmesi gereken kapılara, duvarların boyanacağı renklere karar verdik. Gökhan ustalarla anlaştı. O elektrikçiden, boyacıya, duvarcıdan, pencereciye bütün usta milletine sevgi gösterir ve kazık yerken biz de kadınca işlere el attık.
Her salona uygun renklerde kumaşları, aksesuarları özenle seçtik. Burcu’yla sabahlara kadar çalışıp minderleri diktik. Hatta öyle bir an geldi ki ben kumaşları biçip birbirine bitiştirip, Burcunun eline veriyorum, şu şu şu kenarları sülfile yap, şu şu şu kenarları birbirine dik, çevir, katla, buraya makine dikişi çek filan diye gestapo subayı gibi emirler veriyorum. Zavallı kız ne yaptığını bile anlamadan makinenin başında çalışıyor. Bir ara başını kaldırıp ‘’hocam ben şimdi ne yaptım’’ diye sordu. ‘’Bir dakika’’ deyip saydım ve ‘’ 3 saatte tam 20 adet büyük yoga minderi diktin’’ diye cevap verdim.
Bu işler benim de zihnimi bayağı meşgul ediyor olmalı ki, kampta birinde görüp beğendiğimiz, ama internet fiyatları çok fazla olan meditasyon yastıklarını pratik olarak nasıl dikebileceğimiz hastanedeyken aklıma geldi. Hemen tarifi power point programında çizerek Burcu’ya ilettim, o modelleri başka bir yerden bulduğumu sandı. Bu yastıkları da neredeyse bir günde diktik.
Yoga stüdyosuna uyacak bazı aksesuarları da onlara hediye ettim. Mesela yeşil salondaki ‘’OM’’ işaretini sanayide yaptırdım, aynı salondaki çuhadan çakra panosunu ve lotuslu perdeyi de kendim yaptım.
Osman Okumuş paletlerden oturma yerleri yaptı. Bu oturma yerlerini yeni studyoda bir dinlenme köşesi olarak kullanmaya başladık. Bu oda gözümüze çok soğuk geldiği için bir halı almaya kalktık. Halıcıya yoga merkezinde kullanacağımızı söyleyince adam bu da neymiş diye merakından beğendiğimiz halıları eliyle ta merkeze kadar taşıdı.
Geçen yıl haftada bir gün ders de veriyordum ama bu yıl vaz geçtim. Gene de Karaveli Yoga Plates diye girince adım hocalar listesinde çıkıyor. Bir çok kişi stüdyo benim zannediyor. Burcu hala zaman zaman bana muayene olmak isteyen hasta sahipleri ile muhatap oluyor.