Nihat İlhan’ın ölüm haberini aldım. O günden beri aklımdan hep Elazığ’da geçirdiğim mecburi hizmet günlerim geçiyor. Bin bir anım canlandı. Aslında benim onunla hiç yüz yüze tanışmışlığım yok ama hayatımda çok önemli bir kelebek etkisi var. Ne demek istediğimi biraz laf kalabalığı yaptıktan sonra anlatacağım.
Elazığ’a bir gece vakti varmış ve hemen üniversitenin misafirhanesine yerleşmiştim. Ertesi gün (11 Kasım 1886) hastaneye gittim ve başhekim Erol beyin yanına vardım. Gözümü korkutmamak için olacak, bana önce hastaneyi dolaştırdı. Sonunda beni henüz duvarlarında sıva bile olmayan bir koridora sokup burası pediatri servisi, henüz servis filan yok tabii, senin kuracağın servis burası olacak dedi.
O gün büyük bir telaşla bana bir de oturacağım odayı beğendirdi. Ne yazık ki size tek başınıza bir oda veremeyeceğiz ancak Muhlise hanım yarım gün çalışıyor ve odasına hiç uğramıyor, sizi de o odaya yerleştireceğiz, odayı tek başınıza kullanacaksınız dedi.
Gerçekten de kapıda ‘’Muhlise İlhan’’ yazan ancak içine girilince hiç kullanılmadığı belli olan bir odaya geldik, oda temizlendi, benim için de bir masa koyuldu ve pencere kenarındaki masaya yerleştim. (Ve sisli günler başladı, 3 gün boyunca odanın penceresinden ağaca bağlı beyaz bir eşekten başka bir şey görmedim.)
Muhlise hanımla sanırım bir hafta sonra tanışmışımdır. Galiba sırf beni merak ettiği ve tanışmak istediği için odaya gelmişti. Çünkü rengarenk kıyafetlerim, bilekten dirseğe bileziklerim, üç renkli saçlarım ve mavi kirpiklerimle bayağı dikkat çekmiştim.
Önceleri bana karşı oldukça ihtiyatlıydı, sonra bayağı kanı kaynadı. Bütün arkadaşlar her öğlen odamda toplanır çay içerdik. Yani en şenlikli oda bizimki olmuştu. Muhlise Hanım da artık bazı öğlen saatlerinde odamıza uğrar, ellerini göğsünün üstünde bağlar, sandalyesinin arkasına yaslanarak bizimle sohbet ederdi. O odaya gelmeye başlayınca yeğeni Necip İlhan da (biyokimyacı) odaya gelmeye başlamıştı. Necib’e o kadar hayrandı ki dayanamadım bu ne sevgi diye sordum. O zaman yeğenlerinin onlar için neden bu kadar değerli olduğunu uzun uzun anlatmıştı.
Aslında bu benim çoktan öğrenmiş olduğum bir hikaye idi, ama bu kez aile içinden birinden dinlemiştim. O güne kadar Necibin babası Nihat paşa sanıyordum meğer amcası imiş.
Günlerden bir gün cerrahideki Yavuz Hoca ile birlikte Muhlise Hanımların evine çaya gittik. Bize aileden kalma gümüşlerle çok güzel bir sofra kurduklarını ve Nihat paşanın ikinci eşi ve bu evliliğinden olma oğlu ile tanıştığımızı hatırlıyorum. Bu ev eski evlerinin olduğu yerde bir apartmandı. Aile mülkünün önünden geçen cadde de ismi daha Elazığ’daki ilk gün dikkatimi çeken Şehit İlhanlar Caddesiydi.
Elazığ’dayken bir hayli çevre gezisi yapardık. Bir kez de Hüseyin Güvenç ve daha bir kaç arkadaşımızla Kıbrıs’a gitmeye karar vermiştik. (Bizim gençliğimizde şimdiki gibi zırt pırt yurt dışına çıkılmıyordu. Pek çoğumuzun pasaportu bile yoktu. Mesela ben ilk pasaportumu o zaman Kıbrıs’a gitmek için Elazığ’dayken çıkarmıştım. O zamanlar demek ki, Kıbrıs için de pasaport gerekiyormuş. Fakat bir sebepten gidememiştik.)
Nedense 2000’li yıllara kadar bir türlü Kıbrıs’a gitmek kısmet olmamıştı. Sonra en az 8-10 kez gittim. Ancak İlhan’ların şehit edildiği müze eve sadece bir kez gidebildim. O simge resim, çocukluğumdan beri aklımdan hiç çıkmaz ama o olayların yaşandığı evde elbette çok daha yoğun duygular hissediyor insan.
O müze evi ziyaret ettikten birkaç ay sonra bir metabolizma kongresine gitmiştim. Burada sınıf arkadaşlarımdan biri ile konuşurken nedense konu Kıbrıs’a gelmiş ve ben de o evde yaşadıklarımı arkadaşıma anlatmıştım. İnanılır gibi değil ama meğer Necip de o kongrede imiş, biraz önce müze evdeki duygularımı konuştuğum arkadaşımla birlikte kahve molasında onunla karşılaştık. Ben Necip’le Elazığ’dan ayrıldıktan sonra tek bir kez, o da kuzenlerini derin bir duygu ile anlattıktan hemen sonra karşılaştım.
Böyle bir tesadüf olur mu?
Şimdi de kelebek etkisine (the butterfly effect) gelelim. Bu teoriye göre; dünyanın bir ucunda bir kelebek kanat çırpsa, etkisi dünyanın diğer ucuna kadar ulaşır.
Elazığ’a gittikten sonra henüz bir ay bile dolmadan öğrendiklerimle başlamam lazım.
- Elazığ’a gittiğim ilk gün aklıma takılan caddenin adı, çocukluğumdan beri aklımdan çıkmayan resimdeki Kıbrıs şehitlerine ithaf edilerek verilmişti. O küvetteki kadının eşi ve çocukların babası Nihat İlhan, Elazığlı idi. Odasını paylaştığım kadın doğum doktoru Muhlise İlhan, bu çocukların babası Nihat İlhan’ın kız kardeşiydi.
- Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi, hiçbir köklü Tıp Fakültesinin desteği olmadan, sadece rektörün isteği ile kurulmuştu. Fakülteye öğrenciler alındıktan sonra Hastane ve doktor aranmaya başlanmış, bir türlü bulunamadığı için, son çare olarak Nihat İlhan, Kenan Evren’e gönderilmişti. O sıralar Kenan Evren’in yanına varmak her babayiğidin harcı değil, ancak Nihat paşa bütün ordu mensuplarının gönlünde özel bir konuma sahip, bu nedenle elini kolunu sallayarak yanına gidebiliyor. Kenan Evren de, bu acılı babayı kırmayarak hemen doğum hastanesinin fakülteye verilmesini ve doktor açığını kapatmak için mecburi hizmet kurasına Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi kurası koyulmasını sağlıyor.
- Ben de bu kurayı çekiyorum. Aklımdan bile geçirmezken, mecburen akademisyen oluyorum. Yani benden bir kelime öğrenen her öğrencimin ve bu bilgileri kullanarak tedavi ettikleri her hastanın üzerinde bu şehitlerin kelebek etkisi ve hakkı var.
Benim yazım burada bitti. Ama biraz da Kıbrıs tarihi derledim. Lütfen üşenmeyip okuyunuz.
Kıbrıs, Akdeniz’in üçüncü büyük adasıdır. Türkiye’ye 65 km, Yunanistan’a 965 km, İngiltere’ye kuş uçuşu 3000 km’den fazla uzakta bulunmaktadır. Orta Doğu ülkeleri ve Mısır’a Yunanistan ve İngiltere’den kat kat yakındır. Parmağını yön gösterir gibi İskenderun körfezine doğru uzatmış, Akdeniz’in doğu bölgesindeki tek adadır.
Akdeniz ve dünya gezegenindeki coğrafi konumu itibarı ile bu adanın tarihi neredeyse dünya tarihinin bir yansımasıdır. Egemen güçler ada halkına huzur nedir yaşatmaz.
İnsana ait ilk buluntular MÖ 9000’li yıllara kadar uzanır. MÖ 6000’lerde ise Kıbrıs halkı çoktan neolitik çağa girmiş hatta çanak çömlekte kendine has bir üslup bile geliştirmişti. Yani İngiltere’nin en eski insan yapısı Stonehenge’in yapılmasına daha 3000 yıl varken, Kıbrıslılar oldukça ileri bir medeniyete sahiptiler.
MÖ 3000’li yıllarda oldukça önemli bir ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor. O zamanlar dünyanın medeniyet merkezi olan ‘’Bereketli Hilal’’ topraklarda, yani Suriye, Mısır, Filistin ve Mezopotamya arasında kaldığını unutmamak lazım.
MÖ 1500’lü yıllara kadar Kıbrıs bağımsız bir yönetimle yaşadı. Bu tarihten sonra bölgeye hakim olan bütün üstün devletlerin gözünü diktiği ve egemen olmak istediği bir toprak parçası haline geldi.
Mısırlılar, Hititliler, tekrar Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, kısa bir bağımsızlık dönemi daha, sonra tekrar Mısırlılar ve Perslerin (Ahameniş Krallığı) egemenlikleri arasında gidip geldi. MÖ 333’de ise Makedonyalı Büyük İskender Persleri yenerek Kıbrıs’ı kendi topraklarına kattı.
Perslerin hakimiyeti sırasında Kıbrıslılara uygulanan ağır vergiler nedeniyle Kıbrıslılar bu savaşta Büyük İskender’in yanında yer aldılar ve böylece özerk bir eyalet olma hakkı kazandılar. Ancak Büyük İskender öldükten sonra Kıbrıs bu kez Mısır ve Roma İmparatorlukları arasındaki savaşlarda pinpon topu gibi bir o tarafa bir bu tarafa savrulup durdu. Roma İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ise MS 323’de Kıbrıs’ın Bizans dönemi başladı.
Kıbrıs Hıristiyan’lığı kabul eden ilk Roma vilayetlerinden biriydi, MS 431 yılında Ortodoks Kıbrıs Kilisesi kuruldu.
MS 649 yılından itibaren adaya Arap/Emevi hücumları başladı ve 654 yılında Kıbrıs Araplar tarafından alındı. Adaya büyük bir askeri garnizon bırakıldı ve böylece ada halkı arasına İslamiyet de girmiş oldu. Bundan sonra 200 yıla yakın süre ile Kıbrıs bir Arap/Bizans konsorsiyumu tarafından yönetildi. MS 866’da konsorsiyum bozuldu, kısa bir süre Bizans’ın eline geçti, Araplar tarafından geri alınıp, 100 yıl Arap egemenliğinde, sonra tekrar Bizans tarafından ele geçirilip 130 yıl civarında Bizans egemenliğinde kaldı.
Üçüncü haçlı seferleri (1189-1192) sırasında İngiltere Kralı 1. Richard Kıbrıs’ı Bizanslılardan aldı. Ancak ada halkı bu yönetimi beğenmeyip ayaklandığı için Tapınak Şövalyelerine sattı. Kıbrıs halkı gene ayaklandı, Şövalyeler adayı Richard’a geri verdi. Richard da Kudüs Kralı Guy de Lüsinyan’a sattı, Filistin’den gelen Guy tarafından kurulan Lüsinyan krallığı 300 yıl kadar hüküm sürdü.
Durun, henüz bitmedi. Adayı 14. yüzyılda Cenevizliler, bir ara Memlüklüler daha sonra da gene satış yolu ile Venedikliler ele geçirdi. 1571 tarihinde II. Selim tarafından büyük bir donanma savaşı ile Venediklilerin elinden alınıp, Osmanlı topraklarına katıldı.
Osmanlı Rus savaşı sırasında, 1878 yılında, Ruslara karşı Osmanlıya yardım vaadine karşılık 92.000 altın karşılığında Birleşik Krallığa (İngiltere) kiralandı.
- Dünya savaşı sırasında 1914 yılında Birleşik Krallık tarafından ilhak edildi.
Osmanlı İmparatorluğunun yenilen tarafta yer aldığı I. Dünya Savaşından sonra herkesin bildiği gibi Osmanlı İmparatorluğunun kalan toprakları da Sevr anlaşması ile İtilaf Devletleri arasında pay edildi.
Ancak bu tarihten sonra dünyadaki egemen güçlerin ön göremedikleri bir şey oldu; tarih sahnesine bir Mustafa Kemal çıktı.
Aslında Mustafa Kemal, Osmanlı İmparatorluğunun I. Dünya Savaşı sırasında da Çanakkale’den, Filistin’e her cephede bir Osmanlı askeri olarak vardı. Her ne kadar itilaf devletlerine I. Dünya harbi sırasında almış oldukları tek ve muazzam yenilginin muzaffer komutanı da olsa, 1915-1916 yıllarında geçilemeyen Çanakkale, Mondros Mütarekesi ile geçilmiş, İstanbul, 13 Kasım 1918 tarihinde itilaf devletlerinin işgali altına girmişti. İşler İtilaf devletlerinin (yani dünyanın bütün egemen güçleri, yani yedi düvel) kurguladığı gibi devam etseydi, Çanakkale savaşını kazanan komutanı da unutulup gidecekti.
Ama pes etmeyi bilmeyen bu adam mavi gözlerini kısarak boğazdaki gemilere baktı ve ‘’geldikleri gibi giderler’’ diyerek 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ve dünya tarih sahnesine çıktı. Ne Mondros tanıdı, ne de Sevr.
Yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı verildi ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Sonrasında Türkiye Cumhuriyetinin meşruiyetinin bütün dünya tarafından tanındığı bir antlaşma imzalandı (24 temmuz,1923). Lozan antlaşmasının 21. maddesi ile Türkiye Cumhuriyeti tarafından Birleşik Krallığın (İngiltere) Kıbrıs’taki yönetimi tanındı.
Bundan sonra Kıbrıs’ta gene sular durulmadı. Adalı Rumlar Enosis (Yunanistan’la birleşme) isteği ile Birleşik Krallık yönetimine karşı ayaklandılar. Doğu Ortodoks Kilisesinin 1950 yılında düzenlediği referandumda enosis lehine sonuç çıktı. Elbette adada yaşayan Türk nüfus bu düşünceye karşı çıktı.
Kıbrıslı Rumlar 1955 yılında EOKA adında silahlı bir örgüt kurarak silahlı eylemlere başladı. Bu tarihten itibaren bölünme isteğinde bulunan Türkler ile enosis isteyen Rumlar birbirleri ile çatışmaya başladı.
Bu karışıklıklar sonucunda, Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan arasında 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşması imzalandı ve 1960’da bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu.
Ancak bundan sonra da adada Rumlar ve Türkler arasında asimetrik bir silahlı mücadele devam etti. Nihat İlhan paşanın ailesinin şehit edildiği o meşum ‘’Kanlı Noel’’ 1963 yılında yaşandı.
Yirmi Temmuz 1974’te Türk Silahlı Kuvvetleri Kıbrıs Harekatına başladı. Harekat 14 Ağustos’ta Türk Birlikleri’nin başkent Lefkoşa’ya girmesiyle sonuçlandı. Böylece ada fiilen ikiye bölündü. Türkiye Cumhuryeti harekâtın Zürih ve Londra anlaşmasının 4. maddesine istinaden gerçekleştirildiğini savunmaktadır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi bu harekâtı işgal olarak değerlendirmektedir.
24 Nisan 2004 tarihinde BM genel sekreteri Kofi Annan tarafından hazırlanan birleşme planı adada referanduma sunulmuştur. Güney Kıbrıs birleşmeyi ret edince,1 Mayıs 2004 tarihinde adanın Rumlar tarafından yönetilen güney kesimi adanın tamamını temsilen, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adıyla Avrupa Birliği’ne katılmıştır.
Senaryo günümüzde de devam etmektedir.
Merhabalar Ayşenur Hocam,
Bloğunuz’a bugün rastladım ve okumaya başladım. Çok sevindim. Bundan sonra da inşallah takip edeceğim sizi. Emekli olmuşsunuz. Hayırlı ve sağlıklı bir ömür dilerim.
Sizi Fırat Üniversitesinden iyi bir abla, iyi bir dost ve iyi bir doktor olarak her zaman muhabbetle yad ediyoruz. Anlattığınız fıkraları bile “bunu Ayşenur Hoca ablamız anlatmıştı” girizgahından sonra anlattığımız çok olmuştur. Ayrıca 1998 yılında Trabzon’a bir Sempozyum vesilesi ile geldiğimde gösterdiğiniz misafirperverlik ve ikram ettiğiniz Akçaabat köftesi Ayşenur ablamızın eski dostluklara verdiği değerin ölçüsüydü.
Ancak geçen yıl veya daha önceki olabilir, hatırınızı sormak vesilesi ile telefon görüşmesi yaptığımızda beni tanımadığınızı söyleyince üzülmüştüm.
Ama biz Ayşenur ablamızı unutmadık ve her zaman iyi bir dost ve iyi bir insan olarak hatırlayacağız.
Başınızı ağrıttım. Hakkınızı helal ediniz.
Selam ve saygılarımla.
Prof. Dr. İhsan DAĞTEKİN
Fırat Üniversitesi
Mühendislik Fakültesi
Makina Mühendislği Bölümü
ELAZIĞ
Güzel bir yazı merakla okudum. Yazının baştarafında bir tarih hatası var. 11 Kasım 1886 tarihinde işe başladığınız yazılmış. Düzeltirmisiniz lütfen. Saygılarımla.
haklısınız 1989 olmalı