Sermin çocukluktaki piyano öğretmenim Kamil Oruç ile Facebookta arkadaş olmuş. Geçen gün hocamız bizim hiç görmediğimiz iki eski resim gönderdi. Birinde hocam ve benim arkamız dönük, piyano çalıyoruz, kuzenim Ahmet Dobrucalı da koltuğun kolçağına başını yaslamış, hayran hayran bizi dinliyor. Belli ki çocuğun çok dikkatini çekmiş.
Diğer resimde ise Ablam Sermin ve ben hocanın iki yanında duruyoruz, kuzenlerim Sibel ve Ahmet de kucağında oturuyorlar. Resimlerin tarihi 1965-1966 eğitim yılı olunca, aile içinde bir hayli heyecan yarattı. Hemen sosyal medyada paylaştık, bu kez hocamızın eski öğrencileri de çok heyecanlandılar. Bütün gün, eski günleri yad etme çılgınlığı yaşadık, bir çok anı canlandı.
Ben ilk okuldayken annem, bir piyano satın almış ve Nermin’le bana piyano dersi aldırmaya karar vermişti. Piyanoyu kontrol ve akort etmek için eve müzik hocaları geldi. Meğer piyanomuz antika değeri olan bir markanın artık çıkartılmayan tahta klavyeli bir modeli imiş. Artık bütün piyanoların klavyesi metalden yapıldığı için bu piyano gibi yumuşak ses çıkartan bir piyano bulmak pek kolay olmazmış. Uzun lafın kısası adamlar piyanoya aşık oldular, akort ettikten sonra saatlerce çalarak, bize unutulmaz bir konser verdiler.
Bu konserden sonra ben de piyano öğrenmek için heveslendim haliyle. O sıralar ben henüz 8 yaşındayım. Kamil Oruç da Trabzon’a yeni tayin olmuş, müzik hocası, güzel de piyano çalıyor (En çok da Mozat’ın Türk marşını çalardı). O yıl bana piyano dersi vermeye başladı.
Benimle bayağı ilgileniyor, küçük olduğum için de durmam gereken yerlerde dilini çıkartmış küçük kafacıklar çiziyor. Kafacık dilini ne kadar uzun çıkartmışsa o kadar uzun durmam gerekiyor. Başlangıçta bu kafacıklar hoşuma gitti. Benim hoşuma gittiğini gören hocam bu kafacıkları uzunca bir süre çizmeye devam etti.
Ama hocamın bilmediği bir şey var. Benim anam bir ilk okul öğretmeni. O sıralar kreş ya da ana okulu diye bir şey olmadığı için bana siyah önlük giydirip okula götürüyor, kendi dördüncü sınıfları okutuyor, beni de birinci sınıfı okutan arkadaşının sınıfına bırakıyor. ( O zamanlar okumayı öğretmek için önce heceler öğretilirdi. Birinci sınıflarda meşhur ‘’Ali topu tut’’ fişleri olurdu.) Birkaç gün okula gittikten sonra anneme ‘’ben öğretmenimin ismini yazabilirim’’ diyorum. Henüz 4 yaşında olduğum için annem pek de inanmadan nasıl yazacağımı soruyor. Ben de elmanın ması, cicinin cisi, dedenin desiyle, Macide yazarım diyorum. Annem hemen bu çocuk okuyor diyerek beni dizine oturtup okumayı öğretiyor. Yani ilk öğretmenim annem oluyor. Okumayı bu kadar erken söktüğüm için de çok erken bir yaşta okula başladığım gün bile sular seller gibi okuyorum.
Kamil Oruç öğretmenim bana minik kafalar çizerken bilmediği şey ise o sırada 8 yaşında olmama karşılık dünya klasiklerini okumaya başlamış olmam. O yıl roman okumaya başlamışım ya hayal gücüm sınır tanımıyor, kafamda 8 yaşında olan ana karakterinin çeşitli kahramanlıklar yaptığı romanlar, maceralar düşünüyorum. Hoca da beni çocuk (!) zannedip komik kafalar çiziyor. İlk kafalar çok ilginç gelmişti, ama ben, içimden dünyaları kurtaran bir kahramanım ya, kafaları çok çocuksu bulmaya başlıyorum ve sırf hocanın kendisi mutlu olsun diye sevinmiş görünüyordum.
Bu piyano öğrenme maceram tam bir fiyasko oldu. Aslında piyano çalamadım değil, çaldım. Çünkü notları okuyabiliyorum, eh ellerimle iş yapmayı da bayağı beceririm. Hal böyle olunca da tıkır tıkır çalıyorum. Ama nafile. Çünkü hiç müzik kulağım yok, sesim deseniz evlere şenlik. Sonuç olarak bende bir müzisyen ruhu yok.
Daha sonraları liseye gittiğimde de Kamil hocamız müzik öğretmenim idi. Hiç unutmam bize bir şarkı öğretiyor. Sınıfı ortadan ikiye böldü; sağ taraftakiler re ile soldakiler fa ile başlıyor, ortalarda bir yerde bir taraf pesleşiyor, diğer taraf tizleşiyor, iki tarafın arası bir buçuk oktav kadar açılıyor, sonra tekrar sesler birbirine yaklaşıyor.
Okulun müzik odasında bir de piyano var, hocamız piyano çalarken, bizde bağıra çağıra şarkıyı söylüyoruz. Ama Kamil hocanın bir huzursuzluğu var, bir türlü tatmin olamıyor, bize doğru kulak kesiliyor. Sonunda arıza çıkaran sesi buldu; ben. Bana sen pes tarafa geç dedi. Geçtim. Gene bağı çağır söylüyoruz. Hoca dinledi dinledi. Bana sen sus dedi. Ancak bunda sonra şarkı sorunsuzca söylenebildi.
Daha sonra sözlü notu alabilmek için herkes şarkı söylerken, ben piyanoda Bethoven’in ‘’Für elise’’ parçasını çalışıp, sınıfta çaldım (hani şu telefonları bekletirken çalan sinir bozucu miremiremisiredo nameleri) da geçer notu alabildim.
Ne günlerdi. İnternette yazışırken Kamil hocam bana ‘’BEN SİZİ HALA O GÜNLERDEKİ ÇOCUKLAR GİBİ GÖRÜYORUM VE SEVİYORUM’’ yazmış.
Bu sözleri bana üzerimde çok büyük bir etkisi olan Muhammed Önkibar öğretmenimi hatırlattı. Ben liseyi Türkiye’nin en eski liselerinden biri olan Trabzon Lisesinde okudum. En çok cebir, geometri, organik kimya, coğrafya, biyoloji, asrtonomi derslerini severdim. Güya fen kolunda okuyordum ama fizik derslerimiz boş geçiyordu. Ben de fizikten hiçbir şey anlamıyor ve hiç sevmiyordum. Annem bu sefer de bana özel fizik dersleri aldırmaya karar verdi.
Muhammed hocadan ders aldım. Bana dersi örnekle anlatır ve meseleyi kendimin anlamasını sağlardı. Bir yerden sonra tamam anladım böyle olmalı diyerek dersi ben ona anlatmaya başlardım. Hocam benim düşünce tarzımı çok iyi keşfetmişti. Benim merakımı tetikleyip, güzel bir örnekle bu bilgiyi nerede kullanacağımı fark etmemi sağlayıp, keyifle fizik öğretiyordu.
Yıllar sonra hocam beni hastanede ziyaret etti. Meğer annemin arkadaşlarından biri Muhammed hocadan bana ders vermesini istediği zaman önce ‘’ben şımarık zengin çocuğuna ders vermem, sonra sınavda bir şey yapamayacak, kusuru da bende bulacaklar’’ diyerek reddetmiş. Aracı hoca da yok bu o çocuklardan biri değil, sen bir kere deneme dersi ver, beğenmezsen kabul etmezsin demiş. Böylece Muhammed hoca gönülsüzce bana deneme dersi vermeye gelmiş. İlk dersten sonra da tamam ben bu çocuğa ders veririm diyerek kabul etmiş.
Bana bayılırdı, bir saatliğine gelir, en az 3 saat kalırdı. Sohbet eder gibi ders yapardık. Bazen kitap yüzü bile açmadan bir sürü şey öğretirdi.
Ellerinde onlarca bıçak yarası vardı, hepsini tahta oyarken kendi yapmıştı. Ben de ellerimle bir şeyler yapmaya bayıldığımdan hocamı kendime çok yakın bir ruh olarak düşünürdüm.
Bir gün Sermin’le beni bir laboratuvara götürdü, bir sürü şey gösterdi. Birbirine açı yapan aynalar arasındaki açı daraldıkça görüntünün nasıl arttığını göstermek için iki tarafında da ayna olan, açılır kapanır bir nesne var. Onu bana göstermek için parmağı arasında iken bana doğru tuttu. Ben daha çok görüntü göreceğim diye kapağı kapattıkça kapatıyorum. Böylece hocanın parmağı sıkıştıkça sıkışıyor. Sermin fark edip de hocayı elimden kurtarana kadar adamcağızın parmağını morarttım.
Yıllar geçip de benimle konuşurken hala bir ‘’AYŞECİĞİM’’ deyişi var. İnsan kendini hala çocuk sanıyor.
Demem o ki öğretmen olmak bir ruh meselesi. Ne şanslı çocukmuşum ki böyle sevgi dolu, ilgili öğretmenlerim olmuş.
Son zamanlarda bu mesleğin ruhuna hiç uymayan örnekler var. Yazık çocuklara.