Cerrah olmadığım için cerrahi branşlarla ilgili ahkam kesemem ama dahili branşlar zordur. Bence en büyük zorluk doğru tanı koymaktır. Her şeyden evvel normal olanı ve normal olanın uç sınırlarını çok iyi bilmek lazım ki, patolojik olanı ayırt edebilesin. Ancak normali ve onun sınırlarını bilen bir hekim hasta olana doğru tanı koyabilir.
Zaman içerisinde laboratuvar incelemeleri, görüntüleme yöntemleri geliştikçe gelişiyor, gittikçe daha güvenilir hal alıyor.
Mesela 1979 yılında kadın doğum stajı yaparken ultrason cihazı yeni çıkmıştı, daha önce anne karnındaki bir bebeği görüntülemek pek de akla hayale sığan bir şey değildi. Bir gün hocalarımızdan biri, bizi de yanına alarak gebeliğinin son dönemindeki bir kadına ultrason yapmıştı. O gün hocamızın hayal meyal bir karanlık görüp, büyük bir heyecanla bize ‘’işte bu bebeğin kafası’’ diye gösterdiğini hatırlıyorum. O gün içimden bu ne saçmalık, kafayı görsen ne olacak görmesen ne olacak, acaba bu yöntemi daha işe yarar bir şekilde geliştirebilecekler mi diye düşündüğümü de çok net hatırlıyorum. Bundan 10 yıl sonra ultrasonla bebeğin hemen her sağlık problemlerini büyük bir başarıyla tespit edebileceğimizi, 30 yıl sonra ise kime benzediğini anlayacak kadar ayrıntılı fotoğrafını çekebileceğimizi düşünmek imkansızdı.
Hemen her konuda benzer gelişimler oldu. DNA, PCR gibi analizlerin keşfedilip, hemen herkes tarafından bilinen, sıradan tetkikler haline geleceğini de ön göremezdik.
Cep telefonlarının keşfedileceği akla gelmezken, şimdi dağdaki çoban cep telefonu sahibi ve yakın zamanda da telefonlar tıbbi tetkikleriniz yapabilecek hale gelecek.
Ben mezun olurken Hacettepe’de büyük yenilik olarak CT cihazları vardı. Şimdi MR cihazının olmadığı hastane kalmadı. Bu cihazlarla bütün vücudu dilim dilim, kesit kesit görebiliyorsunuz.
Ve daha nice gelişme oldu.
Ama hala dahili branşlar zordur. Çünkü bütün bu gelişmeye rağmen gene siz kapalı bir kutunun dışından, o kapalı kutunun içindekini teşhis etmeye çalışırsınız. Bütün bu veri bolluğuna, festivalleri anımsatan bu tetkik çılgınlığına rağmen gene de tanı koyulamayan bir çok hasta olur. Çünkü aynı belirtiler, aynı biyokimyasal sonuçlar bir birinden farklı bir çok hastalığın göstergesi olabilir. Bazen en sık görülen bir hastalık bile başka bir hastalığı taklit eder.
Dahili branşlarda doğru tedavi edebilmek için öncelikle hastaya doğru tanı koymalısınız. Bunun için de hafiye gibi hikaye almalı, ayrıntılı bir fizik muayene yapmalı, akılcı bir seçimle tetkik istemeli, tetkikleri doğru yorumlamalı ve ondan sonra tanı koymalısınız. Bir kez tanı koyduktan sonra da işiniz bitmez, hastadaki yeni gelişmeleri, hastalığın seyrini açık bir zihinle takip etmek lazımdır. Gerekirse tanınızı gözden geçirmeniz, başka meslektaşlarınızdan fikir almanız çok önemlidir. Tanı koyarken en büyük desteğiniz hala tecrübeleriniz ve mesleki bilgi ve becerinizdir.
Ben hep Üniversite Hastanelerinde çalıştım, hekimlerin en az görülen, ya da en son okudukları bir tanıyı koymaya meyilli olduklarını fark ettim. Az görülen bir hastalığa tanı koymanın ve tedavi etmenin de ego okşayıcı bir yönü olduğunu kabul ediyorum. Ama benim düşünceme göre en iyi doktor, hastanın bulgularını güzelce yorumlayıp en önce en sık görülen hastalıkları düşünerek, hastaya en kısa yoldan yardım edebilen doktordur. Böylece ileri tetkik ihtiyacı da daha az olur.
Geçen yıllardan birinde iş yerimde oldukça zor günler geçirmiş ve kendime gelebilmek için bir hafta kadar rapor almıştım. İşe geri döndüğüm ilk gün vizitte bilinci yarı kapalı, son derece huzursuz olan bir hastanın başına gittik.
Asistan hekim bana hastayı limbik ensefalopati ve paraneoplastik sendrom ön tanıları ile sundu. O güne kadar birkaç tane paraneoplastik sendrom görmüştüm, ama limbik ensefalopati tanısını ilk kez duyuyordum.
Asistanlarıma ‘’çocuklar siz neler geveliyorsunuz şuna tanı koyamadık desenize’’ diye çıkıştım.
Kıdemli asistan ‘’aslında haklısınız hocam, bu çocuğun tuhaf bir bulgusu daha var. Bakın elleri ve ayakları nasıl da şiş ve kırmızı, üstelik çok da kaşınıyor’’ dedi. Peki cildiyeye gösterdiniz mi diye sorunca da evet ama onlar da bizim tanılara bakıp bu muhtemelen neoplaziye bağlı bir şey dediler.
Peki neoplazi (kanser)i neymiş çocuğun? Bilmem tespit edemedik(Çocuğa bir sürü MR, türlü çeşitli kan tahlilleri yapılmış). E peki o zaman neden tanınızı gözden geçirmediniz? Cevap yok.
Hadi öyleyse ilk baştan başlayalım. En basit ‘’semptomdan teşhise’’ kuralını işletelim. Bu hastanın bilinç bulanıklığı ve huzursuzluğu var, bu belirtiler bir çok hastalıkta olur, ayırıcı tanıda işin içinden çıkmak çok zor olur. O halde ellerindeki bu çok belirgin ve ayırt edici bulgudan gidelim.
Bu bulguya akrodini (uç ağrısı) denir. Evet hocam biliyoruz. Akrodini hangi durumlarda olur? Hemen hemen tek bir cevap var. Ağır metal zehirlenmesinde olur. Tamam o zaman ‘’babaannesi bu çocuk hiç cıva ile oynadı mı’’? Kadın önce hayır dediyse de birkaç dakika sonra evet ablası okuldan cıva getirdi, cıva halıya dökülmüştü, o halının üzerinde bu çocuk çok oynamıştı dedi.
Hemen zehirlenme merkezi ile irtibat kurup, tetkiklerini yaptırdık, tanısı koyuldu, ilacı bulundu, Trabzon’a getirtildi. Hasta iki günde mucize gibi iyileşti. Asıl önemli olan da henüz hiçbir bulgu vermemiş ancak zehirlenme dozunda cıvaya maruz kalmış kardeşleri de tedavi ettik.
Büyük büyük tanılar çöpe gitti ama çocuklar da tedavi oldu.
Bir kez daha genç meslektaşlarıma sesleniyorum. Hastanın hikayesini ve fizik muayenesini zinhar ihmal etmeyin. Tetkik çılgınlığına kapılmayın. Sadece gerektiği kadarını isteyin, tetkik sonuçlarınızı da mutlaka bilinçli bir şekilde yorumlayın. Siz tetkik sonuçlarına değil hastanıza tanı koyuyorsunuz. Bunu hiç aklınızdan çıkartmayın.