Sanırım 1990‘lı yıllardı. Ergenlik yaşında bir kız çocuk dizlerinden birinde tekrarlayan artrit şikayeti ile yatırıldı. Daha önce dizi şişince ortopediye gitmiş, antibiyotik tedavisi, ameliyatla enfeksiyonu boşaltma tedavilerinden fayda görmeyince bize tetkik amaçlı göndermişler.
Hastaya tek eklemi ilgilendiren bir romatoid artrit tanısı koydum. Kızın babası bizim dershanelerde temizlik işçisi olarak çalışan bir adamdı. Ben o sıralar oldukça genç bir öğretim üyesiydim, hasta sahibinin beni pek gözü tutmadığı için tedavimi reddetti ve çocuğun sevkini istedi ve Hacettepe’ye götürdü. Ayşın Bakkaloğlu Hoca, hasta ile özel olarak ilgilenmiş ve tanımı doğrulayarak tedavi başlamış, yılda bir bize gelirsin diğer kontrollerini Ayşenur yapabilir diyerek hastayı geri göndermiş.
Aradan bir hayli zaman geçti. Bir gün kadın doğum ana bilim dalından bir gebelik tasfiyesi kararı için etik kurul daveti aldım. Söz konusu vaka, 18 yaşında, bekar ve 7 aylık hamile bir kız, 2 yıldan beri romatoid artrit diye izleniyor ve tedavi alıyormuş, bebek ultrasonda sağlıklı görünüyormuş. Ancak aile kızın bakire olduğunu iddia ediyor ve gebelik süresince ilaç kullanmasını da sebep göstererek bu bebeğin alınması için ısrar ediyormuş.
Kızın kullandığı ilaçların bebeğe etkilerini araştırıp etik kurula gittim. Kurulda bu bebeğin tıbbi olarak tahliye edilmesinin etik olarak mümkün olmadığına karar verdik. Aslında bebek normal yolla o gün doğsa bir iki hafta kuvöz bakımı ile yaşayacak kadar büyümüştü.
Önce kızla konuştuk, (kızı görünce yukarıda anlattığım romatoid artritli vaka olduğunu anladım) hamileliği ile ilgili duygusal bir sorunu yoktu, bebeğinin babası ile kendi gönül rızası ile bir ilişki yaşıyordu.
Sonra kızın babası ile konuştuk. Adam illa bu bebeği alın, hem de sezaryen ameliyatı ile alın, benim kızım kızdır, sadece biraz oynaşmışlar, bebeği karından alırsanız kızımın kızlığı bir zarar görmemiş olur diyor. Biraz da sinirlenerek ‘’ne yani biz şimdi senin kızının kızlık zarı zarar görmesin diye canlı bebeği mi öldürelim, zaten bu bebek doğunca yaşayacak büyüklüktedir kesinlikle bebeğin alınmasını gerektiren bir tıbbi durum da yoktur. Sen madem kızının adının çıkmasından korkuyorsun, kızın zaten senin gözünün önünde aylardır gayri resmi evlilik yaşıyormuş, en iyisi bu çocukları resmi nikahla evlendir’’ diye öğüt verdim. Adamı ikna etmek için bir hayli uğraştım, konuştum.
Aradan birkaç hafta geçti geçmedi, tam maaşların alındığı gün adam odama geldi ve hocam sağ ol, sayende benim kızı evlendirdim, namusu kurtuldu, bundan sonra benim için peygamber demek sen demek, her gün sana beş vakit dualar ediyorum. Ve bunun gibi neler söylüyor, aklınız durur.
Bu gibi yalakalıklardan hiç hoşlanmam, bayağı sinirlenir ve daralırım. Hatta beni tanıyan herkes bilir ki bana ‘’önce Allah sonra sen diyen’’ biri çıkınca benden bir araba azar işitir. Çünkü bilirim ki dalkavuk koyun, kasabın bıçağını över. Ben kendime zaten güveniyorum, bu gibi cilalara neden ihtiyacım olsun? Gönülden gelen bir teşekkür neyime yetmiyor?
Böyle yağcılık içimi bulandırır, mutlaka altında bir çapanoğlu vardır diye düşünürüm. Gerçekten de adam bu girizgahtan sonra, Ayşın hoca telefon edip bizi kontrole çağırdı, mutlaka gitmemiz lazımmış, ama hiç param yok diyerek benden para istedi. Ayşın hocanın telefon etmeyeceğini bildiğim halde, kız evlendirdi, ihtiyacı vardır, biraz da aman daha fazla yağlamasın diye düşünüp, istediği parayı verdim.
Bundan sonra aylarca her maaş günü odama gelip ‘’Ayşın hoca telefon edip bizi Hacettepe’ye çağırdı’’ diyerek para istedi. Ben de yüzüm tutmadığı için 5-6 ay boyunca her ay verdim.
Gene bir maaş günüydü. O kadar yoğun bir gündeyim ki bir türlü maaşımı almaya fırsat bulamadım. O zamanlar maaşımızı şimdiki gibi kredi kartlarıyla çekmiyorduk, bizzat gidip bankadan alıyorduk. O gün değil bankaya gitmek, servisten, polikliniğe, dershaneye, tekrar polikiliğe gezmekten odama bile uğrayamadığım günlerden biriydi.
Bir şey almak için odama gittiğim anlardan birinde bu adamı koridorda beklerken gördüm. Gene Ayşın Hoca numarası ile para istedi, henüz maaşımı çekemedim deyince gitti. O gün sanırım 3 kez filan adam odamın kapısında saatlerce bekledi, ben de her seferinde geri gönderdim.
Son gelişinde ben hala maaşımı çekemediğimi söyleyince adam sinirlendi, ‘’vereceğin üç kuruş para, beni ne oynatıyorsun, utanmadan saatlerce kapında bekletiyorsun’’ diye bağırmaya başladı. Bazen bu gibi durumlarda çok yerinde tepkiler veririm, o gün de sakince ‘’Ben dün Ayşın Hoca ile konuştum, senin kim olduğunu hatırlamıyor, sana hiç telefon etmemiş’’ dedim.
Ben böyle sakince cevap verince adamın sinirden elleri titredi. Artık hakkı haline gelmiş parayı alamadı ya, kapıyı çarparak odamdan çıktı.
O günden sonra koridorda karşılaşsak nefretle başını çevirdi. Yıllarca, diğer personelden, bu adamın arkamdan çok kötü şeyler konuştuğunu duydum. Artık ne işe yaramaz doktorluğum kaldı, ne vicdansızlığım ne de para gözlülüğüm.
İşte ben bu sebeple dalkavuklardan korkarım.
Ne der bir Japon atasözü; Hava biraz soğusun, gölge veren ağacı unutursun!
Genç hekim arkadaşlarım, eğer bu tecrubeli meslektaşınızı dinlerseniz, siz de kendinizi böyle gereksiz methiyeler düzen kişilerden sakının. Eğer biraz özgüven eksikliği çekiyorsanız, dalkavuğa inanmayı tercih eder ve maazallah narsist bir ruh haline bürünebilirsiniz.
Cosino de Gregrio’dan bir son söz; Dalkavuktan sakınınız, çünkü o insanı boş kaşıkla besler.
Aysenurcugum inanamiyorum ne ahlaksiz arsiz utanmaz adam..Canim benim bosver “balik bilmezse Halik bilir”..Tum yazilarini zevkle okuyorum.Bilenler icin alinacak buyuk dersler var..