Anneler (anneannem Sara hatun) sağken Pazar’daki evin arka bahçesinde bir ahırımız vardı. Anneler 80 yaşına gelip de artık iyice elden ayaktan düşene kadar o ahırda inek baktı. Her zaman en az 3-4 adet ineği bazen bir de buzağısı olurdu.
Çocukluğum bu ahırda bakılan ineklerin anıları ile dolu. Mesela bütün ahırın annesi olan ‘’Artangül’’ isimli bir ineğimiz vardı. Yıllarca iyice yaşlanana kadar bizimle beraberdi. Anneler, ineğine bol bol üresin diye böyle bir isim koymuş, inek de ismini boşa çıkartmamıştı, sanırım ahırdaki bütün ineklerin annesi ya da anneannesi o yaşlı inekti.
Süt sağmak istediğimizde, Anneler huysuzluk yapmayacağını bildiği için hep Artangül’ü sağdırırdı bize. Artangül de bizi pek severdi, o pütürlü diliyle bacaklarımı yaladığını bile bilirim. Diğer inek isimleri Tablalı, Sürmeli gibi şeylerdi.
Artangül’ün kızlarından biri (muhtemelen Tablalı) tuhaf bir hastalığa yakalandı. Hayvan başını öndeki bacaklarının arasından geçirip, bin bir zorlukla memelerine ulaşıyor ve kendi kendinin sütünü emiyordu. Anneler önce branda bezinden sutyen yaparak hayvanın kendi sütünü emmesini engellemeye çalıştı ama nafile, bir türlü başarılı olamadı. Veteriner bunun bir çeşit inek şizofrenisi olduğunu söyleyip tedavisinin mümkün olmadığını söylemişti.Sonuçta ineğin kesilmesi gerektiğine karar verildi ve kasaba gelip, hayvanı alması için haber verildi.
O zamanlar ben henüz 5 yaşlarında filan olmalıyım, ama sahne dün gibi gözlerimin önünde. İnek ahırdan çıkarıldığı andan böğürmeye başladı. Bir giden inek böğürüyor, bir ahırdakiler cevap veriyor. Giden ineğin gittikçe uzaklaştığını anladıkları için sesleri giderek daha yüksek çıkıyor.
Bu sırada dedem kapının eşiğinde, ellerini arkasına bağlamış, ineğin götürülüşünü seyrediyordu. Dedemin o güne kadar ahıra gittiğini, ineklerden biri ile ilgilendiğini hiç görmedim. Hayvanlar genellikle ahırda bakılır, nadiren arka bahçeye çıkarılırdı. O zaman bile evle aralarında en az 15-20 metre mesafe olurdu.Yani inekler dedemi tanımıyorlar. Ama kasaba giden inek, içgüdüsel olarak, merhamet istemesi gereken kişinin dedem olduğunu anladı. Evin kapısına yaklaşınca, boynundaki ipten ve onu tutan kişiden kurtularak koştu ve dedemin önünde durdu. Başını eğerek, dedemin terliklerinin üzerine yasladı, göz yaşlarıyla dedemin terliklerini ıslattı. Yani resmen ayaklarına kapandı.
Dedem hayvanın duygularını gösterme şeklinden o kadar etkilendi ki derhal hayvanı ahırına geri göndertti. Böylece o serseri/şizofren hayvan bundan sonra, sütünü son damlasına kadar kendi içtiği halde, paşalar gibi bakıldı.
Annelerden sonra uzun süre Pazar’daki evde hayvan yoktu. Ancak gene de bahçeyi sahiplenen birkaç kedi olmadı değil. Bu kedilerden biri ile Sermin arasında hoşuma giden bir hikaye vardır. Bir gün evde balık pişirmişler. Tabii kılçıklarını da bahçeye götürüp kediye vermişler. Çok kısa bir süre sonra yeniden balık pişirmişler. Sermin kılçıkları vermek üzere bahçeye çıkmış. Meğer tam da kedinin eski kılçıklarını hala muhafaza ettiği yere gitmiş. Kedi, Sermin’i görünce kılçıklarımı almaya geldi sanarak Sermin’e öyle bir tıslamış ki, Sermin kediye bu bahçenin sahibi sen değilsin, benim demek zorunda kalmış. Sonra da aylarca kedinin taklidini yaptı.
Bir sonbaharda Pazar’daki eve gittim. (Ev, Karadeniz kıyısındaki bir yalıyarın üzerine kuruludur. Bıldırcınlar göçerken deniz üzerinden, dinlenecekleri bir ada filan da olmadığı için çok yorgun bir şekilde karaya varırlar. Kıyıya ulaşınca da, yorgunluktan bitkin bir haldedirler, hemen düşercesine bir yere konarlar. ) Eve gittiğimde tam kapıdan içeri girecektim ki, bir bıldırcın, kapının kenarındaki duvara düştü. Eve almak için yanına gittiğimde ise korkarak benden kaçtı ve balkonun altına sığındı. Ben de hayvana eziyet etmemek için daha fazla üzerine gitmedim. Aradan birkaç saat geçtikten sonra, hala orada mıdır diye merak ettim. Üst balkondan aşağıya doğru baktığımda zavallı hayvanın hala yerinden kıpırdayamamış olduğunu gördüm. Tam da ben aşağıya bakarken bahçenin kedilerinden biri kaplan gibi süzülüp, bıldırcını avladı. Gözümün önünde canlı bir National Geographic belgeseli yaşandı.
Bıldırcın benden korkmasaydı, üst balkonda kendine gelene kadar rahatça oturacaktı, ama öyle olmadı. Sanki ben de neden tam da o sırada baktım, olayı görmesem sabah uçup gittiğini düşünecektim, ama öyle de olmadı.
Bütün gece üzüntüden uyuyamadım.
Bir kaç yıl boyunca bostana hiç kimyasal kullanmadılar. Geçen yıllardan birinde bunu fark eden bir çift taraklı kuş göç yolunda biraz dinlenip, beslenmek ve kilo almak için bir hafta boyunca bizim bahçeyi kullandılar.
Yıllardır Pazar’daki bahçede hayvan bakılmıyordu, bizimkiler geçen yaz yeniden hayvan bakmaya heves ettiler. İki kuzu aldılar. Bu yavruları o kadar şımarttılar ki, kendilerini insan sandılar. Nereden öğrendilerse, Sermin’i dudaktan öpmeye başladılar.
Bir de kümes yaptılar. Birkaç tavuk ve bir horoz edindiler. Hayvanlar henüz çok genç, ama horoz belalı imiş, cinsel açıdan da fena halde aktifmiş. Geçenlerde kümese yeni bir tavuk koyunca eski tavuklar yeni gelene eziyet etmek istemişler.
Horoz derhal kendini öne atmış, önce kavga eden tavukları ayırmış, sonra da egemenliğin kimde olduğunu göstermek için sıra ile üstlerine çıkmış. Eski tavuklardan kavgaya karışanlar bitince yeni gelen tavuğa, ardından hızını alamayıp kavgayı sadece seyreden bir pilice daha atlamış. Bu performansı gördükten sonra horoza artık ‘’tecavüzcü Coşkun’’ diyorlar.
Şimdi bütün mahalle kuluçkaya tavuk yatıracakları zaman bizim yumurtalardan istiyormuş, çünkü bütün yumurtalar döllenmiş oluyor, boş yumurta çıkmıyormuş.
Ama oldukça centilmen bir horoz olduğunun da altını çiziyorlar, mesela bir solucan bulunca bekleyip tavukların yemesini sağlıyormuş, ancak onlar doyunca kendi yiyormuş.
Ev tam da kuşların göç yolu üzerinde olduğundan ve bu bölgede yırtıcı kuşlar göçtüğünden, kümese doğanlar dadandı.
Bu sene artık kimse onlarla ilgilenemeyeceği için, hayvanları dağıttılar.
Ayşenur,
Etkileyici anılar, mükemmel hikayeler. Kalemine sağlık. Çocukluğum geldi gözlerimin önüne.
Teşekkürlerimle…
Faik Abicim,
Sevgi ve saygılarımla