Asıl adı Mukaddes’ti. Ama benim bildiğim çoğu kimse ona Mukaddes demezdi. En çok Muke denilirdi. Ama Mukedes, Mukades hatta Mükeskes diyeni de bilirim.
Biz yeğenleri ona hep ‘’teyzecim’’ dedik, dolayısıyla bizim vasıtamızla onu tanıyan herkes de ‘’teyzecim’’ dedi. Kendisi de herkesin kendisine teyzecim demesini isterdi.
Sadece Emre (dayımın oğlu) ona ‘’Mukaddes Hala’’ diyordu. Emre bebekken birkaç yıl teyzecim Ankara’ya gitmiş ve hepimiz gibi Emre’ye de o bakmıştı. Emre’nin 5 tane öz halası vardı, ayrıca bir sürü de baba tarafından akraba ‘’hala’’ları vardı. Bir yaz günü dayımlar Pazar’dayken, Emre ağlayarak ‘’hala, hala’’ diye aranıyormuş. Galiba Mualla teyzem efendim diyerek Emre’nin yanına gitmiş. Zavallı çocuk bunca hala bolluğu içerisinde kimin gerçek, kimin çakma hala olduğunu bilemiyor ve Mukaddes Halasını arıyor. Mualla teyzeme, ‘’ben esas halamı arıyorum’’ diye cevap veriyor. Bu sayede teyzecimin bir takma adı da ‘’ESAS’’ idi.
Güneş teyzemin torunu Nil ise, çok erken bir yaşta, çok net bir şekilde Mukaddes demeyi becerdi. Teyzecim de adını nihayet doğru söyleyen birini bulunca çok memnun oldu. Nil de bebeklikten itibaren sanki askerlik arkadaşıymış gibi koca kadına sadece ‘’Mukaddes’’ dedi.
Teyzecim altı kardeşin ikincisi, annemin bir büyüğü idi (iki de bebekken ölen kardeşleri var). Bildiğim kadarı ile muhacirlikten döndükten hemen sonra doğmuş. Aslında doğum tarihi çok iyi bilinmiyor, ama yılı doğru diye tahmin ediyoruz. Bu hesaba göre 98 yaşında öldü.
Annemlerin nüfus kayıtlarının hikayesi ilginçtir. Çünkü sadece dayımın doğum tarihi evdeki bir ‘’Kuran’’ sayfasının kenarına kaydedilmiş ve net. Beş kız kardeşin doğum sıraları biliniyor da, tarihler pek belirsiz. Annemlerin zamanında Pazar ilçesinde bir ilk okul varmış, ancak ortaokul yıllar sonra açılmış, annem ilkokuldan sonra bir hayli zaman sonra ortaokula başlayabilmiş. İşte bu okula kayıt sırasında kimlik çıkartılması gerekmiş. Galiba annem ortaokula gitmek isteğini babasına söylememiş. Böylece kız kardeşlerin hepsine annem gizlice, kendi kafasına göre bir tarih uydurarak kimlik çıkartmış. Öyle ki aralarında en az 2 yaş olan son iki kız kardeşini ikiz olarak yazdırmış.
Nüfusa yazılma hikayesinin amacı okula gidebilmekmiş ama ‘’teyzecim’’ sedef hastalığını bahane ederek okula gitmemiş.
Teyzecim benim bildiğim kadarı ile 12 yaşındayken sedef hastalığına yakalanmış. Ve son gününe kadar bütün ömrü boyunca kaşındı durdu. Son günlerinde bile sırtımı bıçakla kazıyın, tırnaklayın, yırtın, bana oh oh dedirtecek kadar kaşıyın derdi. Ölünce sırtımı kim kaşıyacak diye paniğe kapılır, Güldem’e sen de benimle geleceksin derdi.
Ailede bol bol bulunan biz doktorlardan sedefine çare bulmamızı isterdi. Hatta kendisi 90 yaşındayken o zaman 4-5 yaşında olan Civan’ı doktor yapacağını, onun da sedefe çare bulup kendini bu dertten kurtaracağını düşünüyordu. Demek ki aslında 120-130 yaşına kadar yaşamayı düşünüyordu.
Bir de sedef konusunda anne babasına çok kızardı. Ona göre ‘’savaş zamanında çocuk ekilirse’’ sonu böyle olurdu.
Teyzecimin kendine özgü bir dili vardı. Mesela Erzincan demezdi Ezircan derdi. Kaburga yerine karbuğa, bulgur / buğlur, salkım / saklum, portakal / portikal, balyoz / varyoz, zikzak / zirzag, çorap / çurap, oruç / uruç, birkaç yerine beşonyirmi, iskemle / iskembi, kerpeten / kelbettin, kurşun /kurşum , çikolata yerine çukuleta, kalabalık yerine karabaluk, Kudret yerine kuduli, Emre yerine eduli ve daha niceleri.
Buna karşılık madem söyleyemeyecektiniz neden koydunuz bu kaybana adı diyerek babasına kızardı.
Allah için ‘’urucu’’ çok severdi. Ben kendimi bildim bileli teyzecim ‘’uruç’’ tutardı. Ben çocukken ramazanda oruç tutardı, ardından üç ayları tutmaya başladı. Daha sonra 7 yıl boyunca bir yıl bütün pazartesiler, diğer yıl bütün salılar, çarşambalar, perşembeler derken tam bir yılı tamamlamıştı. Bu 7 yıl bittikten sonra her pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttu. Yıllarca üç ayları tuttu. Benim bildiğim menapoza girdikten sonra bile 6 günleri tutmaya devam etti. Her kandilde ve uygun gördüğü günde oruç tuttu. Kendine göre uruç ritüelleri vardı, ancak onun için o kadar kolay bir işti ki, oruç tuttuğunu ancak bir şey ikram edip de ‘’urucum’’ dediğinde anlardınız.
Yaşlandıkça oruç tutmasından korkmaya başlamıştık, artık sana farz değil, sen zaten 5 kişiye yetecek kadar oruç tuttun, artık tutma diye ısrar ettik. Ama o, doksan yaşına yaklaşıp, bir yaz ramazanında artık tutamadığını kendi de kabul edinceye kadar oruç tutmaya devam etti.
Teyzecimin, Emre’nin ‘’keşiş ruhlu’’ olmasıyla açıkladığı, benim de savaş görmüş nesil olmasına bağladığım davranışları vardı. Mesela hiçbir zaman yeni alınan bir şeyi giymedi. Yeni alınan giysileri dolaplarda eskirken teyzecim en eski, yıpranmış olan giysileri giyerdi.
Evde her zaman bol bol meyve olurdu ama teyzecim meyvelerin çürümekte olanlarını kesip yerdi. Buzdolabını yemeklerle doldurur, sonra da bir kaş gün bekletmeden o yemekleri yemezdi. Evden kırık olan bir şeyi bile attırmaz, her şeyi biriktirirdi.
Sedefi dışında çok sağlıklıydı. Ben Trabzon’a döndükten sonra, galiba 25 yıl önce bir meme kanseri olmuştu. Sadece ameliyat oldu ve antiestrojen bir ilaç kullandı. Tamamen kür oldu. Beş yıldan sonra artık kontrol bile gerekmedi.
Doksan dört yaşındayken bir sabah uyluk kemiği kırıldı. Eklem protezi gerekti. Ben ortopedi hocaları ile konuştuğumda hastanı getirsinler, bir değerlendirelim, ama muhtemelen yaşı dolayısı ile bir çok hastalığı vardır, bu durumda belki ameliyat yapmak doğru olmayabilir, zaten kalça protezleri çok riskli ameliyatlardır, hastaların çoğu ameliyat sonrasında birkaç gün içinde ya da 6 ayda kaybedilir dediler.
Ancak kan tahlillerini yaptıktan sonra Celal Baki hoca bana ‘’bu kadını neyle beslediniz, kan tahlilleri benimkinden çok daha iyi, neredeyse bebek gibi’’ dedi. Teyzecim bütün istatistikleri yok sayarak ameliyattan sonra 5 yıl daha yaşadı.
Hatta ölmeden 1 ay önce bir mide kanaması geçirmişti. Hastaneye götürmüştüler, orada da doktor biyokimya sonuçlarına inanamamış, bu sonuçlara bakılırsa daha 50 yıl yaşar demişti.
Bu son 5 yıl pek de kolay geçmedi, hele son 1,5 yıl tamamen yatağa bağımlı idi. Mukeyi oturduğu yerde bile bakmak çok zor olduğundan Sermin bir MUKUT (Mukeyi arama kurtarma yaşatma ekibi) kurdu. Böylece Muke bir ekip tarafından bakıldı. Yaşamasının ne kadar önemli olduğunu kafamıza çakmak için de sık sık ‘’bana bir şey olursa siz kötü yola düşersiniz ‘’ demeyi ihmal etmedi.
Son yıllarında da her zaman olduğu gibi evin kumandanı oydu. Ne var ne yok, eve kim geldi, bilmek isterdi. Özellikle de yemek yapılırken, hangi yemeğin yapılacağına, içine ne koyulacağına çok karışırdı.
Benim yaptığım yemekleri çok severdi. Bu kız anasının elini almış derdi. Ben Trabzon’a döndükten sonra Nermin’den benim yaptığım yemeklerden yapmasını istermiş. Mesela bir sefer gittiğimde patatesleri elma dilim gibi kesmiş, üzerine azıcık tuz ve zeytin yağı dökerek fırınlamıştım. Bu şekilde pişmiş patatesi çok sevmiş ve Nermin’den de aynısından yapmasını istemiş. Nermin yaparken de ona soğan da olur, sarımsak da olur, domates de olur diyerek bir çok şey kattırmış. Bundan sonrasını Sermin’den dinledim. Ortaya bayağı sulu bir fırın yemeği çıkmış, teyzecim bunu yedikten sonra Nermin’e dönüp, Ayşe gibi yapamadın demiş.
Ben liseyi bitirdiğimde, elini yumruk yapıp, parmak eklemleri ile kafama vurmuş ve ‘’Tıp yazmazsan hakkımı helal etmem’’ diyerek bana hiç düşünmediğim halde tıp yazdırmıştı. Daha sonra Ankara’da okumaya giderken de yine aynı şekilde kafama vurarak ‘’anasız kızın adı büyük olur, erkeklerin elinden çay bile içmeyeceksin, içine ilaç koyar, istediklerini yaparlar’’ diyerek namusumu koruma(!) emirleri vermişti.
O zamanlar dediklerini tuttum. Tıp okudum, erkeklerin elinden çay içmedim. Şimdi o ölünce , gene de sözünü tutmaya kararlıyım.
Çanakkale’de bir köye taşınıyorum. Yol ne kadar olsa da bir köy yolu, yani pek iyi sayılmaz. Ne yapayım, bu yaşımda kötü yola düşmenin (!) başka bir çaresini bulamadım.