Yıllar önce Malatya İnönü Üniversitesi’nde çalışan Dr Ayşehan Akıncı ve Erzurum Atatürk Üniversitesinde çalışan Dr Zerrin Orbak ile baş başa verip pediarik endokrinle ilgili, bilimsel bir toplantı düzenlemeye karar vermiştik. Bu toplantı aslında bazı vakalarımız konusunda birbirimizin fikrini alma ihtiyacı ile ortaya çıkmıştı. Çünkü o sıralar Ankara’nın doğusunda pediatrik endokrinolog olarak çalışan sadece 3 hekim vardı. O üç hekim de bizdik, her birimiz ayrı illerde çalıştığımız için, herhangi bir hasta konusunda karar veremesek konsültasyon isteyeceğimiz kimseyi bulamıyorduk.
Daha sonra elbette hem bizim kliniklere başka arkadaşlar geldi, hem de bölgede yeni klinikler açıldı. Ama hem biz birbirimizin fikrini almayı çok seviyoruz, hem de böylece Türkiye’nin hemen hemen yarısındaki ilginç vakalardan haberdar oluyoruz, böylece geleneksel bir hale gelen bu toplantıyı, 15 yılı aşkın bir süredir, giderek artan bir katılımla, yılda en az bir kez yapmaya devam ediyoruz.
Trabzon, Malatya, Erzurum, Van ve Samsun illerindeki üniversitelerde defalarca bu toplantıyı yaptık. Mesela ben emekli olmadan hemen önce, Prof Dr Gülay Karagüzel ile birlikte Trabzon’da yapmıştık. Ben emekli olduktan sonra bile fikir babalarından biri olduğum bu toplantılara katılmaya özen gösteriyorum. Geçen yıl Samsun’da bu yıl da Elazığ’da yapılan toplantılara katıldım.
Bu yıl bu toplantımızı ilk kez Elazığ’da yaptık. Çünkü artık Fırat Üniversitesinde de Pediatrik Endokrin bölümü ve bu bölümde çalışan Doç Dr İnsan Esen var.
Elbette benim için ayrıca heyecan vericiydi, çünkü Elazığ Fırat Üniversitesi benim mecburi hizmetimi yaptığım yer. Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesinde mecburi hizmet yapmaya gittiğim zaman Çocuk Hastalıkları ve Sağlığı Ana bilim Dalında herhangi bir öğretim üyesi yoktu. Ben gittiğim zaman ortada bir pediatri servisi bile yoktu ama o yıl, Tıp Fakültesinin ilk öğrencileri dördüncü sınıfa gelmişlerdi. Durumun ciddiyetini görünce hızla kolları sıvamıştım bir yandan, inşaat halindeki servisi ve polikliniği işler hale getirmiş, diğer yandan da, dönem 3 ve dönem 4 öğrencilerine bütün pediatri derslerini anlatmıştım.
Böylece ikinci yarı yılda staj yaptırmak mümkün olmuştu, o yıl 4 guruba da ben tek başıma staj yaptırmıştım. Bu arada bir yandan da kendime yurt dışından kitaplar getirtip, kendi kendime bir ‘’eğitici ‘’ olabilmenin yollarını araştırmıştım.
Bir yıl kadar yalnız başıma çalıştıktan sonra çok kısa aralıklarla Dr Hüseyin Güvenç, Dr Kenan Kocabay ve hemen onların arkasından da Prof Dr Sırrı Bektaş gelmişlerdi. O kadar güzel işleyen bir sistem kurulmuştu ki Sırrı Hoca geldiğinde sadece eğitim ve vizit saatlerinin yerlerini değiştirmişti hepsi o kadar.
Şimdi geriye dönüp baktığımda o ilk yıl, yeni bir uzman olarak, nasıl olup da bu kadar işi yapabildiğime inanamıyorum.
Bu kadar güzel anılarımın olduğu, bu kadar tecrübe yaşadığım, bir sürü anı biriktirdiğim ve adeta kendime ‘’Öğretim Üyesi’’ formatı attığım bir şehirde bu toplantıyı yapmanın farklı bir heyecanı olması normal tabii.
Toplantıya o ilk öğrencilerimden biri olan Ahmet Kazez, (şu anda fakültenin dekanı ) ve Saadet Akarsu (pediatrik hematolog) ayrıca Fırat Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalındaki öğretim üyeleri de katıldı.
Dr İhsan Esen hoş geldiniz konuşmasını yapmak için kürsüye çıkıp, bir hoş geldiniz dedikten sonra, nasıl mecburi hizmet kurası çektiğim zaman şaşkın şaşkın salonda ‘’Fırat Üniversitesi hangi şehirde?’’ dediğimi söyledikten sonra sözü bana verdi. Ve o günlerden kalma, benim çoktan unutmuş olduğum bir resmimi çerçeveletip hediye etti.
Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatri AbDalındaki ilk resmi öğretim üyesi olduğum için her staj başlangıcında öğrencilere tarihçe anlatırken benim adımı da geçiriyorlarmış. Bu vefa örneğinden çok etkilendim. O kısıtlı imkanlarla kurduğumuz ana bilim dalının bu gün göstermiş olduğu gelişme oldukça etkileyici idi.
Ayrıca ben mecburi hizmet yaparken Dahiliyede asistan olan Dr Hüseyin Çeliker de hala orada öğretim üyesi olarak çalışmaya devam ediyormuş. O da ertesi gün toplantıya ve sosyal programa katıldı. Bu da çok hoş bir sürpriz oldu, bir çok anılarımızı canlandırdık.
Şehir aşırı derecede değişmiş olmasına rağmen inanılmayacak kadar çok yeri ve anıyı hatırladım. Benim kaldığım ‘’Atmışlar sitesi’’ yıkılmış, şimdi yerine çok katlı bir bina yapılıyor. Akşam yemeği için gidebildiğimiz tek mekan olan ‘’Altın Şiş’’ restoranı kapanmış, ama bir sürü yeni yer açılmış, bizi eti kurutarak terbiye eden bir et lokantasına götürdüler.
İlk gün toplantı sonrasında Harput’a çıktık. Eskiden yolu bayağı korkutucu idi, şimdi oldukça geniş. Şoförümüz bize hemen 1999’daki tam güneş tutulmasını izlemek için bu yol yapıldı diye izahat verdi. Ben 2000’lerin başında Elazığ’a geldiğimde bu yolu görmüştüm, ancak şimdi Harput’u çok daha iyi restore etmişler, hatta eski bir evi yeniden ayağa kaldırıp, adeta o zamanki yaşamı anlatan mini bir müzeye dönüştürmüşler. Kalede de çalışmalar devam ediyordu. Bütün bunlar iyi hoş da, kalenin tam karşısına çok büyük ve mimari olarak uyumsuz bir bina dikmişler, o binayı hiç sevmedim. Balakgazi’de çay içtik, eskiden oraya çoğunlukla gece gider, şehir ışıklarını seyrederdik, şimdi hava kararmamıştı ama gene de bayağı nostalji yaptım.
Endokrin derneğinin obezite gurubu bir kitap çıkarmaya karar verip, obezite tarihçesini de benim yazmamı istemişlerdi. Ben de istenen yazıyı yazmış ve editör olarak Ayşehan’a göndermiştim. Ayşehan yazıyı okuduğunu, çok beğendiğini ancak şekilleri biraz azaltmamı istedi. Zerrin’in yanında tableti olduğu için Harput gezisinden sonra otelde oturup hangi şekilleri çıkaracağımıza birlikte karar vermeyi düşündük. O gece Ayşehan, Zerrin ve ben gece vakti oturup Elazığ ışıkları manzarası ve nargile dumanı altında yazıyı okuyup, bazı resimleri çıkarttık. Bir yandan da birer Türk kahvesi ısmarladık, ama bizi öyle harıl harıl çalışıyor gören garsonlar masamıza fazladan kurabiyeler, leblebiler, çaylar ikram edip durdular. Gece yarısını geçene kadar, okuyup, konuşup, yiyip içerek zaman geçirdik.
Bu arada Zerrin’in iki kızı da Tıp Fakültesinde okuyor, büyük kızı Kübra bu sene son sınıfta hangi branşı istediğini sordum, pediatri dedi. Ben de ‘’tabii annesinin kızı’’’ diye cevap verdim. Zerrin ‘’hayır, pediatrist olmayı senin sayende düşünmeye başladı, geçen sene Samsun’da ona çocuğa dokununca hissedersin demişsin o da bu sözünden çok etkilenip pediatrist olmaya karar verdi’’ dedi. Zerrin’in bu sözü beni çok etkiledi, gurur duydum, umarım bu kararı onun için hayırlı olur.
Ertesi gün İhsan bize adrenal bez özelinde eponimik endokrinoloji diye bir konu anlattı. Eponim ne derseniz ben de ilk kez duydum. Bir şeyin, hayali veya gerçek bir insan adı ile anılmasına deniliyormuş. Konu adrenal olunca Adison’dan, Cushing’e pek çok hayat hikayesi dinledik. Adisonun intihar ederek öldüğünü öğrendim, halsizlik ve depresyonu birleştirip belki o da Adison hastalığından öldü diye fikir yürüttüm. Cushing ise aynı zamanda çok verimli bir ressam imiş, yaptığı ameliyatları kendi çizermiş, günde 10000 kelime yazabilirmiş gibi inanılmaz şeyler öğrendim.
Pazar günkü toplantıdan sonra Hazar gölüne gittik. Ancak benim gitmeye alışık olduğum tarafa değil, daha önce sadece bir kez gittiğim Sivrice tarafına gittik.
Gülay tam bir tabiat aşığı olarak göle bayıldı, resim çektirmeye doyamadı. Ama ben gölle birlikte Hazar Baba Dağının manzarasını karşıdan seyretmeye alışık olduğumdan biraz yadırgadım doğrusu. Gene de Elazığ’da yaşarken bana deniz hasreti çektirmemiş olan sevgili gölümü görmek güzeldi.
İlk göreve başladığım Üniversitede böyle bir toplantıya katılmak bana bir halkanın tamamlanması hissini verdi.
Aslında bu hissi daha önce de yaşamıştım;
İki yıl önce artık iyiden iyiye emekli olmak istiyordum, ama herkes bana evde çok sıkılacağımı söylüyordu. Ben de belki de sıkılırım, birkaç ay rapor, yıllık izin filan alıp evde oturursam kafam daha net olur diye düşünmüştüm. O akademik yılda ilk 3 stajın derslerini ben anlatmışım, dördüncü guruba bir başka arkadaşımın anlatmasını uygun bulmadığım için , 2014-2015 eğitim yılının son staj derslerini ilk hafta içinde anlatıp kendime 4 aylık bir boşluk açmaya karar vermiştim.
Böylece bir hafta yoğun bir şekilde ders anlattım. Bir yandan da içimden, bu dersleri bunca yıllar boyunca anlattım, bunlar artık son dersler, acaba öğrencileri özler miyim, acaba doğru bir karar almış mıyım, diye geçiriyordum.
Artık son dersi verdim ve dışarı çıktım. Bir kız öğrenci yanıma geldi ve Elazığ’da çalışıp çalışmadığımı sordu. Evet deyince hocam galiba benim babamın da hocası imişsiniz, babamın selamı var, siz tabii onun adını hatırlamazsınız, dedi. Ben de sen babanın ismini söyle muhtemelen hatırlarım, çünkü onlarla çok yakın bir ilişkim vardı dedim. Meğer Canatan’ın kızı imiş. Bu Fırat Üniversitesine hoca olarak başladığım yıl stajyer olan öğrencilerimden biri idi.
Son dersimde ilk dersime giren öğrencimin çocuğunun olması bir işaretti. Doğru bir karar vermiştim, halka kapanmıştı.
Artık Canatan’ın torununa da ders verecek halim yoktu.
O yıl Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesinin ilk öğrencileri olarak büyük stajlara başlamıştık. İşte artık 4.sınıf olmuş ve hastanede gerçek birer sağlıkçı olarak çalışacaktık. Hep söylendiği gibi birinci sınıfın profesörlük edası kaybolmuş yavaş yavaş hiçbir şey bilmediğimizi anlamaya başlamıştık. Bir yandan hekimliğe biraz yaklaşmanın heyecanını yaşarken diğer yandan bilinmezliğin korkusu içindeydik. Pediatri stajında topu topu 10 kişi vardı. Daha ilk karşılaşmada hastanemizin nadir uzmanlarından Pediatri Hocası Ayşenur Ökten’den ültimatom yemiştik. Bana “hocam” demeyeceksiniz “Ayşenur Abla” diyeceksiniz. Doğrusu bu bizim çok hoşumuza gitmişti. Aynı staj grubunda olan ev arkadaşım Erdoğan’la birbirimize bakıp gülümsemiştik.
Hastanede sınırlı sayıda hoca vardı. Kadın Doğum Kliniğinde Ümit Hoca, Genel Cerrahi’de Hülagu ve Mehmet Ali Hoca, Dahiliye’de Masis ve Necip Hoca, Kardiyoloj’de Cemal Hoca ve toplamda iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar asistan hekim. Fakat, herkesin birbirine saygı ve sevgi duyduğu çok nezih bir ortam. Bazen o günleri çok özlüyorum.
İşte öyle günlerden bir tanesinde çevre illerden 10-12 yaşlarında bir erkek çocuğu üniversite hastanesi olması nedeni ile Elazığ’a sevk edilmişti. Çocuk oldukça zayıf, avurtları çökmüş, rengi solmuş bir şekilde kliniğe gelmişti. Ayakta durmakta zorluk çekiyordu. Yanında sonradan babası olduğunu öğrendiğimiz çiftçi kasketli, Türkçesi çok da iyi olmayan, çaresizlik içinde yaşlı bir adam vardı. Henüz intörn de olmadığı için yatan hastanın anamnezini almak biz stajyerlere düşüyordu. İletişim kurmanın güç olduğu hasta ve babasından öğrenebildiğimiz kadarıyla son zamanlarda hızla zayıflamış ve nefes darlığı ortaya çıkmıştı. Nedense o günlerdeki kıt kanat tıp bilgimle hastanın TBC olduğunu düşünmüştüm. Neden öyle düşündüğümü hala bilemiyorum. Rutin tahliller ve röntgenden sonra sağ akciğer lobunun tamamen kapalı olduğu görülmüştü. Ön tanı biraz daha malignensi yönüne kayınca herkeste bir üzüntü oluşmuştu. Göğüs Cerrahisi henüz kurulmadığı için Genel Cerrahlarla görüşülerek neredeyse yarım litre çukulata renkli sıvı boşaltılmıştı. Tekrar ayakta ve yan yatar pozisyonda röntgen filmleri alınmış bir yandan da tahliller devam ediyordu. Neredeyse 1 hafta olmuştu fakat henüz bir teşhis konulamıyordu. Aralıklı çekilen filmlerde bir süre sonra akciğerin tekrar sıvıyla dolduğu gözleniyordu…
Çocuğun bu durumu biryandan beni üzmüş bir yandan da merakımı çekmişti. O hafta sonu pazar nöbeti benimdi. Sabah nöbeti devir almış Asistan abi ile sabah visitimizi bitirmiştik. Ben çocuğun filmlerini tek tek negatoskopa koyup bir şeyler görmeye çalışırken ayakta çekilmiş direk radyogramlarda 8. costanın üstüne denk gelen bir yerlerde artefact olması muhtemel 2-3 mm lik bir leke fark etmiştim hemen yan yatar pozisyondaki filmi de negatoskopa takıp onu incelemeye başladım. Fakat o leke yine 8. costa üzerindeydi. Bu tesadüf olamazdı. Hemen Asistanımız Ali Abiyi çağırıp filmleri ona da gösterdim. Ali abinin “Artefacttır” sözü beni pek tatmin etmemişti.
Öğlene doğru her hafta sonu olduğu gibi Ayşenur Abla visite gelmişti. Filmleri negatoskopa yerleştirip Abla size bir şey göstermek istiyorum dedim; ayakta ve yan yatar filmlerde aynı yerde sebat eden lekeleri bir kez de Ayşenur Ablaya gösterdim. Ayşenur Abla görür görmez “bu kalem ucu” diyerek çocuğun odasına doğru koştu ve soruyu sordu; “Bu çocuk hiç kalem ucu yuttu mu?”. Cevap evetti. Herkes şaşkın bakışlarla nefesini tutmuş Ayşenur Ablaya bakıyordu. Çocuk bir süre önce kurşun kalemiyle ağzında oynarken ucunu ısırıp aspire etmiş, götürüldüğü hastanede filmi çekilmiş ama bir şey yok denmişti. Ayşenur Abla ilk mesai gününde hastaneye kocaman bir yaş pasta ile gelmiş bütün servise parti vermişti. Bu aramızdaki bağları ve güveni daha da güçlendirmişti. Daha sonra Ayşenur Abla ile çok güzel anılarımız olmuştu. Belki bir gün onları da yazma fırsatı olur.
İyi ki sizleri tanıdık Abla…