Bu hafta sonu, (19-21/Mayıs) yıllık 81 Hacettepe mezunları buluşması için Çorlu’ya gideceğim, bu gezi aylar öncesinden belliydi. Birkaç hafta önce, ayın 15’i pazartesi günü Türk Eğitim Vakfının 50. Yıl kutlamaları çerçevesinde bir öğlen yemeğine katılmak üzere İstanbul’a davet edildim.
Arada bu kadar kısa süre olunca, ben de Çorlu’ya gidiş güzergahımı değiştirip, arada birkaç gün İstanbul’da kalıp, fırsattan istifade, birkaç arkadaşımla görüşmek istedim, böylece korsan(!) bir İstanbul haftası geçirdim.
Bloğumda TEV ile ilgili yazdığım yazı, TEV camiasında bir hayli dikkat çektiği için, benden bağışçılar adına bir konuşma yapmamı rica etmiştiler. Ben, bütün hayatım boyunca ders anlattım, televizyonlarda, radyoda canlı yayınlarda, bir çok panelde insanlar karşısında konuşmalar yaptım, hiç sahne korkum yoktur, buna güvenerek, tamam tabii ki konuşurum demiştim. Ancak anladım ki konuşacağım konu üzerinde bilgi sahibi olduğum, kendimi otorite hissettiğim için herhangi bir sahne korkusu çekmiyormuşum.
Beş dakikalık konuşmayı hazırlamak başlı başına stres kaynağı oldu. Köyde kendimle baş başa kalacağım bir yürüyüş yaparak konuşmamın ana hatlarını belirledim. Kendimi rahat hissedeceğim, eğitim ve Atatürk’ün eğitimle ilgili düşünceleri üzerine yoğunlaşınca, artık konuşmanın konusu bana çok yakın geldi. Hem eğitimi, eğitimin insana kattığı değeri, hem de Atatürk’ü, değil 5 dakika, 5 saat bile anlatabilirim nasıl olsa. Konuşmayı hazırlayınca ancak içim rahat etti ve sahne korkum uçtu gitti. Tabii ben en sevdiğim konuları harmanlayıp konuşunca yaptığım konuşma da çok beğenildi ve ilgi gördü. Acık konuşmak gerekirse artık ben de kendimi TEV ailesine dahil hissediyorum.
Yemekte bir de Erol Evgin konseri vardı. Adam sanki söyleyeceği parçaları benim için seçmişti. Çanakkale türkülerinden tut, sınıfımızın şarkısı diyebileceğim aldırma gönüle kadar en sevdiğim türküleri, şarkıları söyleyerek bizi bir hayli eğlendirdi.
Çıkarken bize bir de kitap hediye ettiler, içinde blogda yazdığım yazının bir özeti de vardı, bu beni çok mutlu etti.
Aynı akşam Sermin için, aynı zamanda kuzenimiz olan Selçuk Basa’dan, diş randevusu almıştık. Sermin’in dişleri her zaman başına büyük dertler açmıştır, ama şimdi çene eklemleri de bana çok sakat görünüyor. Haklı imişim Selçuk bayağı ciddi bir ameliyat önerdi, ben de ne gerekiyorsa yap, vallahi kızın çenesi elimde kalacak diye korkuyorum, çene çıkığı nasıl yerleştirilir diye öğrenmeye bile çalıştım, ama becerebileceğimi sanmıyorum dedim. O da evet haklısın, her an çenesi çıkabilir, yerleştirmek de zor iştir dedi. Yeminle bu sözün üzerinden daha 24 saat geçmeden Sermin’in çenesi çıkmadı, ama ağzında kalan birkaç dişin üçü birden kırıldı. Kırık dişlerin bir önemi yok zaten pek de işe yaramıyorlardı anladığım kadarı ile ama diş kökleri dilini kestiği için acilen diş hekimi bulup, dişlerden kalan kökleri törpületmek zorunda kaldık.
Bu birkaç gün içinde ben de birkaç arkadaşımla biraz zaman geçirdim. İlk gün blog yöneticim Zeki Öztorun ve devlet tiyatro sanatçısı Duygu Dokgöz ile buluştum. Zeki vegan olduğu için önce vegan bir restorana gidip, buğdaydan elde edilen seitan isimli bir maddeden yapılmış İskender yiyip, pirinçten yapılmış ayran içtik. Her ikisi de ‘’şiddetsiz iletişim’’ üzerinde çalışmalar yapıyorlar. Duygu bana bu konuda bir kitap hediye edecek.
Ertesi gün sevgili kuzenim Tülin Basa ile bir AVM’de buluştuk, beni beklerken bira alışveriş yapmış, baktım elinde sadece kitapçı poşeti var, hemen içindeki kitapları kontrol ettim, hepsi ya okumuş olduğum, ya da çok benzerini okuduğum kitaplardı.
Aynı akşam da Tansu ve Nuran Salman hocalarımla buluştuk, çok hoş bir yemek yedik. Tansu hocam bana kendi yazdığı Gallateria kitabını hediye etmeye söz verdi.
Bütün bu buluşmalarda konuşulan konular, ortak anılar bir birinden tamamen farklı. Bir insan bu kadar farklı ilgi alanları ve düşünce şekilleri olan bu kadar arkadaşı nasıl biriktirir? Birden bire fark ettim ki benim arkadaşlarımın hepsinin ortak bir noktası var; etrafım kitap sever insanlarla dolu. Demek ki okuyan insanlara çekiliyorum.
Bir de benim çektiklerim var. Nerede empati arayan bir ruh varsa işte o da bana çekilir. Selçuk’un muayenehanesinde beklerken, her söze atılan, kimse yardım istemediği halde illa herkese yardım etmek isteyen bir kadın vardı. Yanında hamile bir kadıncağız vardı, kadının kocası doktorun yanına gidene kadar sadece ona bakıyordu. Adam içeri girince de bizim yardımsever kadını dinlememek için kendini elindeki dergini içine gömdü. Kadıncağız ondan yüz bulamayınca bizim Nermin’i esir almaya gayret etti, Nermin baktı olacak gibi değil hemen klasik baygınlık numaralarından birini sahneledi. Nermin hem 45 kilo hem de resmen renksiz olduğu için gözlerini kırpıştırıp kafasını koltuğa yaslayınca ölümcül hasta görünür. Kadın derhal ilgisini artırdı ama Nermin’de ses yok.
Baktım ki hiç kimse kadına yüz vermiyor, dayanamayıp ben biraz ilgi gösterdim. Merak edilecek bir şeyi yok sadece biraz yorgun dedim, bu sefer benim de yorgun olduğumu düşündü. Ayak ağrısına kantaron yağı ile masaj yapmanın çok iyi geleceğini anlattı. Şaka yollu ben masaj çok severim, söylediklerine dikkat et, borçlu çıkarsın dedim. Bu andan itibaren kadın gidip kantaron yağı almaya ve ayağıma masaj yapmaya karar verdi. Onu vaz geçirene kadar resmen kadınla cenk ettim. Hele de çok sevdiği doktorunun akrabaları olduğumuzu öğrenince artık bizi evliya muamelesi yapmaya çalıştı, özellikle de beni gözüne kestirdi, vay ben ne kadar iyi bir insanmışım anlata anlata bitiremiyor.
Neyse işimiz bitti muayenehaneden çıkma zamanı geldi. Meğer ne çok ilgi ihtiyacı vardı ki, oradan çıkarken kadıncağız kapıya kadar peşimizden geldi. Ben kısaca vedalaştım gitmek için galoşumu çıkarmaya davrandım. Kaşla göz arasında eğilip galoşumu kaptı, öteki ayağımdaki galoş için bayağı bir mücadele ettik, elinden zor kurtuldum.
Bu gün de metroda yanımda oturan adam, bir kadına yer verdi. Baktım ki kadın sessizce ağlıyor, biraz şefkat göstermek için kolunu tuttum, meğer kadıncağız bunu beklermiş, birden muslukları açtı, gözlerinden seller gibi yaşlar, ağzından masallar gibi sözler dökülmeye başladı. Kadının 5 yıldır baktığı tavşanı ölmüş, onu gömmüş ve evine dönüyormuş. Neyse ki iki durak sonra indi, yoksa beni de ağlatacaktı.