Geçen hafta Hacettepe Tıp Fakültesinden hocamız Ferzan Telatar vefat etti. Hacettepe’nin kurucu öğretim üyelerinden biri olduğu için vefatı bizim camiada üzüntü ile karşılandı. Ardından çok güzel paylaşımla ve dileklerle uğurlandı.
Ben vefat ettiği gün direkt olarak defin işleminin yapılacağı Pazar’a gittiğim için Ankara’daki törenlere katılmadım. Ancak Ferzan hocanın benim yengem olduğunu bilen, Hacettepe’de çalışan sınıf arkadaşlarım orada yapılan töreni bana aktardılar. Törende onun kürsüsü olan Endokrin bölümünden Selçuk Dağdelen çok güzel bir konuşma yapmış. Bu konuşmanın son cümlelerini buraya da yazmak istiyorum; Allah rahmetini esirgemesin, güzel bir hekim, tesiri kuvvetli bir hoca, iyi bir insandı. O güzel insanlar, o güzel atlarına binip gittiler seferinin bir neferi…
Bu güzel konuşma için buradan ona teşekkür ederim.
Tesiri kuvvetli bir hoca deyişi benim için çok anlamlı bir söz, çünkü Ferzan Telatar, Dahiliyenin Endokrin hocası idi. Her ne kadar ben Pediatrist olsam da yan dal olarak Endokrini seçmemde onun etkisi çok büyüktür.
Hasan Telatar benim öz dayım, oldukça titiz bir hoca olduğu için, vasat bir sınav verip de onları mahcup etmemek adına, hem onun hem de yengemin derslerine insan üstü bir gayretle çalışmış ve en yüksek notları almıştım. Özellikle de dönem üçteki endokrin komitesi en zor puan alınan komiteydi, her komiteden A alan öğrenciler bile endokrin komitesinden orta karar not alınca sevinirdi. Ben yengeme karşı mahcup olmamak için öyle çalışmıştım ki, o komitede bizim sınıfta en yüksek puanı alan üç kişiden biri olmuştum. O günkü gayretim, pek de kolay anlaşılmayan bir konu olan hormon bilimini etraflıca kavramama ve artık endokrin hastalarının benim için, en kolay anlaşılır hastalar olmasına sebep olmuştu. Bunun sonucunda Hacettepe’de pediatri ihtisasısı yaparken ben kura çekilmeden endokrinde tez almıştım. Tabii burada da bol bol hasta görerek bilgilerimi pekiştirmiştim.
Daha sonra Fırat Üniversitesinde mecburi hizmet yaparken hastanedeki dahiliyeci arkadaşlarım bile endokrin hastalarını bana sorarlardı. KTÜ’ye gittiğim zaman da Tahsin Hoca oradan ayrılmıştı, geride kalan öğretim üyeleri endokrin hastalardan biraz uzak durdukları için, gene bütün endokrin hastalar bana kalmıştı.
Yani yengemi utandırmayayım diye deli gibi endokrin çalışmam benim kariyerimde belirleyici bir rol oynamıştır. O komiteden almış olduğum sağlam temel eğitim, o zamanlar herkese çok anlaşılmaz gelen bir branşın benim için çok anlaşılabilir olmasını sağlamıştı ve ben de kariyerimi bunun üzerine geliştirdim.
Yani yengemin tesiri kuvvetli hoca diye anılması, benim için oldukça gerçekçi bir tespit.
Yengem 28 Şubat 2017 günü 89 yaşına girmişti. Bundan sonra başka bir doğum günün göremeyeceğini tahmin ettiklerinden olsa gerek, o gün, yıllardan beridir yatmakta olduğu Başkent Üniversitesi hastanesinde onun için bir kutlama yapmışlardı.
Evet, son yıllarını hiç de sağlıklı geçirmedi, bedeni artık onu terk etmiş gibiydi. Ancak son dönemlerine kadar, o keskin zekasını ve olağan dışı hafızasını kaybetmemişti.
Bu blokta aile tarihi ile ilgili yazıları yazarken, yani daha birkaç ay önce, annemin dayılarından birinin adını benim teyzem hatırlamadı da, aileye gelin olarak girdiğinde çoktan ölmüş olan büyük dayının ismini yengeme sorup ondan öğrendi.
Gerçekten yengemin oldukça güçlü bir hafızası vardı, çok da akıllıydı. Emekli olduktan yıllarca sonra, bir gün bana yapay pankreası sormuştu. Ben de ona, sürekli glukoz monitörizasyonunu ve insülin pompasını son derece kısa izah ettim. Yengem, yıllardan beridir tıbbi kitap, dergi filan okumamış olduğu halde, temel bilgileri ile bana o tedavinin olumlu ve olumsuz olabilecek sonuçlarını öyle bir değerlendirip anlatmıştı ki şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Oysa bu bilgiler son katıldığım kongrede saatlerce anlatılmış gene de bir çok kişi tarafından tam anlaşılamamıştı. Yengem hiç unutmadığı temel bilgilerle benim kısa açıklamamı yorumlamış ve inanılmaz doğrulukta çıkarımlar yapmıştı. O kadar da akıllı idi.
Bir başka özelliği de oldukça mükemmeliyetçi bir insan olmasıydı. Öyle ki yıllar öncesinden ölüm ilanını bile kendisi kaleme almıştı. Oğlu Emre bu ilan üzerinde sadece küçük eklemeler yaparak gazeteye verdi. O ilanda benim çok içime dokunan bir ayrıntı var; doyamadığı kızı merhume Canan Demet ve Prof Dr Emre Telatar’ın anneleri cümlesi.
Yengem 2017 yılında 89 yaşında iken öldü. Kızı ise 1958 yılında henüz 16 aylık iken ölmüş. Demek ki, aradan geçen 59 sene 16 aylıkken ölen bebeğini unutmasına yetmemiş.
Aslında bu bebek hem dayım hem de yengem için hiç dinmeyen bir gönül yarası idi. Onun resimlerini ancak Emre doğduktan sonra çerçeveleyip evlerine koyabildiler. Dayım ne zaman kızından bahsedecek olsa, adını anmaya içi elvermez, ondan ‘’çocuk’’ diye söz ederdi.
Bu kuzenim benden 6 ay önce doğmuş ve sadece 16 aylık iken kemik iliği yetmezliği (aplastik anemi) ya da lösemiden ölmüş. Dayımlar o zaman Amerika’da ihtisas yapmakta imişler, çocuğu Amerika’da defnetmişler. Ömrümce bu bebeğin hikayelerini dinlemişimdir.
Anneler (benim anneannem, bu bebeğin babaannesi), Pazar’da oldukça hatırlı ve sevilen bir şahsiyet olduğundan bir bebek doğduğunda ne isim verelim diye ona sorarlardı. Bu durum Annelerin o kadar alışık olduğu bir şeydi ki, bebeğe derhal bir isim verirdi. Ancak isim verirken dikkat ettiği bir nokta vardı. Şahin isminde bir yeğeni vardı, o 40 yaşında ölmüştü, Demet ismindeki torunu da böyle bebek yaşta öldüğü için ‘’Kuş çabuk uçar, çiçek çabuk solar’’ diye asla bir çocuğa kuş ismi ve çiçek ismi koyulmasını istemezdi.
Hacettepeli arkadaşlarım Hasan Telatar’ın kız öğrencileri daha çok sevdiğini söylerler, gerçekten de kız asistan ve öğrencilerine erkeklerden daha şefkatli davrandığına ben de şahidim, muhtemelen kız öğrencilerinde bebekken kaybettiği kızından bir şeyler görürdü.
Ben ilandaki ‘’doyamadığı kızı’’ lafına bu kadar takılınca Ankara’da yaptığımız duada Emre bana ablası öldüğü zaman, yengemin kendi anne babasına bu haberi verdiği mektubunu okuttu. Okumadan önce, ben okurken salya sümük ağladım diyerek beni ikaz etti. Ben, Sermin(ablam), Sibel(teyzemin kızı) ve Emre mutfakta oturup, yengemin yazdığı uzun mektubu gözyaşları içerisinde okuduk.
Yengem bu mektubunda hem uzakta olan anne babasını üzmemek istiyor, bebeğini kaybeden tek anne ben değilim ya diyerek onlara biraz teselli vermeye çalışıyor. Öte taraftan kendisi o mükemmeliyetçi ruhunu yansıtacak şekilde, bu süreçte bütün yaşadıklarını kayıt altına almaya çalışır gibi hiçbir ayrıntıyı atlamamaya çalışıyor.
Okurken kuzenimin hastalığının lösemi değil, aplastik anemi olduğundan emin oldum. Tedavi olarak, sadece birkaç kez kan transferi yapıldığını, biraz kortizon verildiğini ve bir kez de penisilin verildiğini ayrıntıları ile yazmış, şimdiki zamana bakarak neredeyse hiçbir tedavi almamış yani.
Daha sonra da orada gördükleri yakınlıktan, insanlıktan söz etmiş. Yengem anne babasını üzmemek için kendi duygularından hiç söz etmemiş ama satır aralarında gurbetteki genç bir çiftin, ne kadar doktor da olsalar, hasta bebeklerinin başında beklerken duydukları çaresizlik hissi açıkça fark ediliyor.
Bir başka yere de doğduğun zaman çok sevinmiştim meğer 15 ay 21 gün, şu kadar saat ve şu kadar saniye yaşayacakmışsın gibi bir şey yazmış.
Biz yengemin aile tarihine not düştüğü o acı mektubu okurken o kadar sarsıldık, o kadar üzüldük ki anlatamam. Ağlamaktan gözlerimiz şişti.
Emre son aylarda annesini ziyaret etmek için geldiği zaman bu evde değil, arkadaşlarının evinde kalıyordu. Biz de, yengemin duasını yapmak için Ankara’ya gittiğimizde, önce Emre’nin arkadaşları olan Şule ve Mustafa çiftinin evinde kahvaltı yaptık. Daha sonra yengemin her ne kadar son günlerde mevlüt için temizletilmiş de olsa evini misafirlerine hazırlamak ve son kez gözden geçirmek için erkenden eve gittik.
Mustafa bizi eve bıraktığında ağlamıyorduk, bizi bırakıp ofisinden birkaç sandalye getirdi, geldiğinde gözlerimiz şişmişti. Adamcağız bu arada size ne oldu diye sordu, mektubu okuduk deyince de kızını anmak için güzel bir gün dedi.
Yengemin mektubundan öğrendiğim kadarı ile Demetcik, yürümeye başladıktan hemen sonra hastalanmış ve yavaş yavaş halsizleşerek artık emeklemek bile istememiş. Hasta olarak yaşadığı birkaç ay önceleri kemik iliği tam olarak iflas etmemiş, sadece trombositler ortadan kalkmış, bu dönemde sık sık cilt altı morarmaları olmuş. Yengem onları saklayacak şekilde kurdeleler filan takıp öyle resimlerini çektirmiş. Daha sonra da tüm kan hücreleri azalınca enfeksiyon ve kanamadan kaybedilmiş. Galiba tek tük kelimelerle konuşmaya da başlamış, son sözleri de by by ya da baba gibi tam anlaşılmayan bir kelime imiş.
Bence Hasan Telatar’ı da Ferzan Telatar’ı da herkes biliyor, ya da onların yaşam hikayesine ulaşmak kolaydır. Oğulları Emre Telatar ise kendi konusunda, sadece Türkiye’de değil, dünya çapında tanınan bir akademisyen oldu ve isteyen onunla ilgili bilgilere de kolayca ulaşabilir.
Ancak her ikisinin de ömürleri boyunca özledikleri kızlarının, Emre’nin hiç tanımadığı ablasının kısa hayatını bilen bizden başka kimse kalmadı.
Ben de ailemizin küçücük yaşta kaybettiği, ama hiç unutmadığı kuzenimi anarak, artık bu dünyada olmayan, her iki değerli aile büyüğümüzün ruhlarına bir hediye vermek istedim.
Ferzan hanım sakin tavrı ve derin bilgisi ile çok değer verdiğimiz bir hocamızdı.
Kızları ile ilgili hikayeyi bilmiyordum. Çok duygulandım.
Bunları paylaştığınız için teşekkürler. Ben de 70 mezunları ile paylaştım…
Sevgi ve saygıyla anıyorum.
Tülay Kansu
Sevgili Ayşenur sevgili hocalarımızın gönül yarasını ben önceden biliyordum.Ancak senin kalemin,duygu dolu anlatımın beni çok etkiledi.Dingin bilgeliği ,içten zarafetiyle hepimizin gönlünde ayrıcalıklı yeri vardı.Mekanı cennet olsun.Onu unutamadığı sevgili kızıyla anarak ruhunu şad ettiğin için teşekkürler
Gülsev ablacığım, çok teşekkürler, saygı ve selamlar
Sevgili arkadaşım
Hiç tanımadığım insanların hikayesine aktarışındaki duruluk ve his patlaması, sanki beni ailenin bir ferdi gibi içine çekti ve inanılmaz etkiledi.
Çok saygıdeğerdi yazıp paylaştıkların.
Sağlıcakla kal, selamlar…
Hasan Hoca paramedikal espri ve hoşgörüsünü ,gerek Ferzan hanımla ilişkisinde,gerekse vizitlerde ileterek genel kültürüme çok şey katmış Çelebi kişiliği ile özgüven ve kendi kültürünün önemini komplekssiz yaşamanın tadını öğretmişti.’20 gün önce yakın bir aile dostlarından alzhaimer olduğunu duyunca Ferzan hocama üzülmüş..Hiç bağırmadan,monoton sesiyle eksiksiz bilgilendirmelerinihatırladım ve hayat döngüsünde kusursuz ve günahsızlığın emsali insanların ne kadarda sessiz ve dingin olduklarını ansadım.Kubbede sedaları hep saygın devam edecek…Kayserili
Merhabalar
Galiba hatalı bir bilgi almışsınız. Ferzan Yengem hiç Alzaimer olmadı. Parkinson idi. SOn iki ayına kadar aklı tamamen yerindeydi.
saygılar