Eylül ayı Hicri takvime göre Zilhicce ayının 10’uncu, Rumi takvime göre Ağustos ayının 19’uncu günü ile başlıyor. Yirmi bir Eylülde Hicri takvime göre Muharrem ayı, 14 Eylülde ise Rumi takvime göre Eylül ayı başlıyor.
Bu yıl, Kurban Bayramı, Eylül ayının ilk 4 günüdür.
Muharrem ayının ilk günü, yani 21 Eylül Kameri takvime göre, 23 Eylül ise Hicri yıl başıdır. Bir eğitimci olarak Eylül ayı, eğitim yılı başlangıcı olduğu için, benim için zaten fonksiyonel yıl başı Eylül ayıdır.
Sonbahar günlerinin de başladığı bu günlerde, 30 Eylül günü Aşure gününe denk geliyor.
Beş eylül günü Balık burcunda dolunay gerçekleşiyor. Bu gün aynı zamanda Merkür gezegeninin doğru harekete döndüğü gün. Hem iş konularında hem de özel hayatta işlerin biraz daha düzgün gitmeye başlayacağı zamanlar başlıyor, 20 Eylülde Başak burcunda bir yeniay gerçekleşecek, Merkür de başak burcunda olduğu için iş konularında , tertip, düzen gerektiren meselelerde yeni başlangıçlar söz konusu olabilir.
Yeni eğitim yılına başlayacak öğrenciler için güzel bir zaman gibi görünüyor
Çanakkale’ye ilk geleceğim zaman internetten bulduğum, daha sonra da defalarca kaldığım bir otel var. Sadece 8 yatağı olan ve zamanında, Truva antik şehrini ilk kez kazan, Schliemann’ın da kaldığı bu otelin sahipleri çok hoş bir çift. Tarihi binayı çok kötü bir haldeyken alıp, onarmışlar ve turizme kazandırmışlar. Artık ahbap olduğum bu çifti, şehre indikçe ziyaret ediyorum. Onlardan öğrendiğim kadarı ile Çanakkale’de hala, antik bir Anadolu buğday cinsi olan ‘’sarı buğday’’ ekildiğini öğrendik. Onlardan bize buğday bulmalarını rica edecekken, bizim köyde de bu buğdaydan ekildiğini öğrenip çok sevinmiştim.
Sarı buğdayı bizim köyün bakkalı üretiyor ve satıyormuş.
Geçen hafta yengemin 40 duasını yapmak için Rize’ye gitmiştik, Nermin uçağa binmediği için araba ile gittiğimiz bu yoldan, yol boyu alış veriş yapa yapa döndük. Osmancık’ta bir dükkandan ‘’siyez buğdayı’’ aldık. Normal buğdaya göre koyu renkli, iri taneli bir buğday cinsi olan siyez, en önemli antik Anadolu’daki buğday cinslerinden biridir.
Yoldan döndükten sonra bakkaldan aldığımız sarı buğday ise siyeze göre daha sarı renkli ve biraz daha küçük, ancak bildiğimiz buğdaydan oldukça iri bir cins.
Neyse zaten maceramız buğdayı aldıktan sonra başlıyor. Köyümüzde Muammer Tosun adında her köye lazım bir adam yaşıyor. Bu adamcağız, çevredeki herkesi tanır, her işi bilir, ne isteseniz bulur bir adam. Bize de geldiğimizden beri bir hayli yardımı dokundu.
Önce bakkalla anlaştık. Bakkal deyince öyle bildiğiniz bakkallardan değil, çoğu zaman yerinde oturmaz, evi bakkalın bitişiğindedir. Bir şey alacağınız zaman evinde ya da bakkalın karşısındaki kahvede otururken bulursunuz. Bakkal minicik, ama arkasında içinde yok yok kocaman bir depo alanı var. Bu depo alanı büyük marketleri kıskandıracak büyüklükte, içine araçla girilebiliyor.
Bakkal aynı zamanda köyün meydanında konuşlanmış durumda. Burada köy meydanı deyince köyün camisi ve karşısındaki kahvehane anlaşılıyor. Bizim köyün meydanı çevredekilerden daha albenili, bakkal, kahve, muhtarlık, okul, süt toplama alanı, cami ve koca bir çınar ağacı var.
Çınar ağacının gölgesinde de oturma bankları ve masalar var. Ormancılar, jandarmalar, elektrikçiler, süt toplayıcıları, ipragaz satıcısı ve daha her kim gelirse meydana gidiyor, zaten köyün erkeklerinin çoğu da orada olduğundan işler açık havada bilemedin, üstü kapalı kahve balkonunda görülüyor.
Bakkalda buğdayları almak için arabamı köyün meydanına götürdüm, buğday tartılıp, paketlenirken Sermin’le ben caminin önündeki çınarın altındaki banklarda, köyün ahalisi ile birlikte oturup bekledik. Muammer koşup kahveden çay getirdi. Kendimizi tam anlamı ile hanım ağa gibi hissettik. Biz çınar altında çay içerken, dakikalar içinde arabam yüklendi.
Bu sefer de Muhammer’le anlaştık. Çünkü buğdayı öğütecek değirmenin yerini bilmiyoruz, bizi o götürecek, biz de onun buğdayını da değirmene götürmüş olacağız.
Bu kez de Muammer, değirmenci ile anlaştı. Adamın hafta sonu işleri varmış, Pazartesi sabahı için sözleştik. Muammer’in kırk tarakta bezi olduğu için, bir türlü saati tutturamaz, bu kez bizi bekletmesin diye, ona pazartesi sabah dokuzda evinin önüne dikileceğim diyerek göz dağı verdim.
Muammer’i her ikimizin çuvalları ile değirmenin olduğu köye gidebileceğim konusunda ikna etmem oldukça uzun sürdü.
Değirmene giderken bizi ana yoldan, asfalt yoldan götürdü. Önce Umurbey içinden geçerek, muhteşem bir ormanın arasından, Bağcılar köyüne gittik.
Daha önce su değirmeni görmüştüm, ama bu elektrikle çalışan bir değirmendi. Buğday önce ıslatılıyor, daha sonra tankta kurutulup, değirmende öğütülüyor. Son olarak bir çuvala un dolarken, diğer çuvala kepek doluyor. Daha önce hemen her köyün değirmeni varken, bu çevrede şimdi sadece bu köyde değirmen kalmış, ancak onlar da sarı buğdayın tohumunu kaybetmişler.
Bizim Muammer oradaki herkesi de tanıdı. Bize sıralarını verdiler ama, değirmenci bizim buğdayın daha büyük bir cins olduğu için daha geç kuruduğunu söyleyerek, en son bizimkini öğüttü. Tabii bu arada biz, bu köyün kahvesini de keşfettik, çaylar içip, poğaçalar yedik, bulduğum bir sudokuyu çözdüm.
Değirmen buğdayını öğütünce ya kepeği bırakıyorsun, hiç para vermiyorsun, ya da çok küçük bir para verip kepeğini de alıyorsun. Bizim buğdaylardan % 60 un, % 40 kepek çıktı. Biz birkaç kilo kepek isteyince, siz hepsini alın, bunu da elekten geçirerek kepekli un elde edin, normal unla karıştırarak ekmek yapın, daha lezzetli olur diyerek, bütün kepeği verdiler.
Muammer, bu arabanın bu yolları gideceğini zaten biliyordum, ama şimdi de bu şoförün de gidebileceğini öğrendim diyerek, geriye, kestirme olan orman yollarından döndürdü. Bu kez iyice toprak yollardan, orman içerisinden, ama çok daha kısa bir yoldan döndük.
Bizim köyün 4 kilometre ötesinde, 10 haneli İğdelik denen bir mahallesi var. Ben orayı dünyanın sonu sanıyordum, meğer bizim köyden bu mahalleye giden orman yolu ta Umurbey’e kadar gidiyormuş.
Biz böyle orman safarisi yaparak, eve 60 kilo un, 40 kilo kepek ile döndük. Aynı gün azimle o kepekleri eledim ve 25 kilo kadar kepekli un elde ettim. Kalan 15 kilo talaş gibi bir şey, onu da hayvanlara vereceğiz.
Sarı buğdayın unu da normal una göre oldukça sarı renkli. Bu gün denemek için çok az miktarda kepekli un katarak ekmek yaptım. Evdeki maya iyi değildi, ben de ekmeğe tuz koymayı unutmuşum, bütün bunlara rağmen çok lezzetli bir ekmek oldu.
Bu arada siyez buğdayından bir parça haşlayıp, salata yaptım, o daha da lezzetli bir buğday.
İyi ki, birkaç bilge köylü, bu yerel tohumları özenle muhafaza etmiş. Ya da ne yazık ki Anadolu’da her türlü doğa olayına ve zararlıya dirençli, antik buğday cinsleri bu kadar az kalmış. Artık ne tarafından bakarsan.
Evi böylece tonlarca un ile kuşatmaya hazırlamış gibi olduk, ama Nermin glütensiz besleniyor.
Onun için de glütensiz tarhana yaptım. Bu benim yaptığım ilk tarhana, çünkü Karadeniz’de hiçbir şey kurumaz, dolayısıyla, tarhana yapılmaz.
Hezarfen Google efendi ne güne duruyor? Hemen tarhana tariflerine baktım. Trakya usulü tarhana içine maya koyulmadığını gördüm. Tarifi daha da basitleştirerek, sadece yeni yaptığımız, biraz sulu olan biber, domates karışımı salça, yoğurt, tuz, glütensiz un ve nohut unu kullanarak tarhana karışımını hazırladım.
Glutensiz un mayalanmadığı için sadece iki gün balkonda kurutarak, hamurda herhangi bir değişiklik olmadığını görünce 75 derece ısıda fırında kurutup, ufaladım.
Görüntü ve kokusu bayağı tarhanaya benzedi, birkaç gün içinde tadını da deneyeceğim.
Bir de glütensiz Güvem pestili yaptım. Güvem bu bölgede bolca yetişen bir çeşit yabani erik. Diyabet hastalığına çok iyi gelen bir antioksidan imiş, daha önce diabetli bir arkadaşıma marmeladını yapmıştım, bizim diabetimiz olmadığı için pestil yaptım.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi yolda Sakarya’dan aldığımız kabakları doğrayıp, buzluklara yerleştirdik. Reçeller, salçalar yaptık. Yani bu hafta sonu deli gibi kış hazırlığı yaptık.
Şimdi üçümüz de ağrı, sızı içerisinde meleşiyoruz.
Yemek yapan herkesin bildiği bir mutfak yasası vardır. Türk mutfağının en önemli yemek türü olan dolma ve sarmaları yaparken, hiçbir zaman iç ve dış malzeme bir birine tam olarak denk gelmez. Her seferinde ya sebze ve yapraklar az gelir ya da iç malzeme.
Hatırladığım kadarı ile bizim evde etli lahana dolması yapılacağı zaman, daima iç malzeme fazla gelir, evde ne kadar sebze varsa onlar da doldurulur, sonunda ortaya karma bir dolma yemeği çıkardı. Buna rağmen gene de iç bitmezse iç malzeme köfte gibi şekillendirilip, tencerenin en üstüne koyulurdu. Bu tür köftelerin adı ‘’koca görmez’’ idi.
Çanakkale deyince, akla Kaz Dağları geliyor, ancak Kaz Dağları Milli alanı dışındaki alanlar da çok güzel. Geçen ay Çan ilçesinin Bardakçılar köyündeki Termal otele gittik. Otel Kaz Dağlarının kuzey yamaçlarında bulunuyor. Yolda giderken orman içinde gündüz gözü ile geyik bile gördük. Gittiğimiz kaplıca oteli bir cennet alanı içerisinde gibiydi. Bir arkadaşım başka bir kaplıca oteline gitti, oranın manzarası da çok güzelmiş. Aslında Çan ilçesine giderken yol boyu bakir ormandan geçmek gerçekten çok etkileyici.