Çanakkale deyince, akla Kaz Dağları geliyor, ancak Kaz Dağları Milli alanı dışındaki alanlar da çok güzel. Geçen ay Çan ilçesinin Bardakçılar köyündeki Termal otele gittik. Otel Kaz Dağlarının kuzey yamaçlarında bulunuyor. Yolda giderken orman içinde gündüz gözü ile geyik bile gördük. Gittiğimiz kaplıca oteli bir cennet alanı içerisinde gibiydi. Bir arkadaşım başka bir kaplıca oteline gitti, oranın manzarası da çok güzelmiş. Aslında Çan ilçesine giderken yol boyu bakir ormandan geçmek gerçekten çok etkileyici.
Geçen hafta bir arkadaşımızın Saroz Körfezinin el değmemiş koylarından birindeki evine gittik. Doğa ve deniz harikaydı. Allahtan gittiğimiz bu koylar doğal milli park ilan edilmiş de şimdilik o koylar güvence altında.
Geyikli, Ayvacık, Gökçeada, Bozcaada, Gelibolu her nereye giderseniz gidin, bir cennet köşesi gibi. Umarım Çanakkale boğazından geçecek köprü ve o köprünün devamı olan yollar çevreye en az zarar verecek şekilde düşünülmüştür, yoksa çok yazık olacak.
Bizim köy çevresinde ise orman vasfını bazı yerlerde yitirmiş, zengin bir sarıçam, karaçam ormanı var. Orman açıklıklarında ise çınar, meşe, ayrıca yabani ayva, ahlat, kuş üzümü, yabani asma, çakal eriği, sumak gibi Karadeniz bölgesinde alışık olmadığımız yabani meyve ağaçları mevcut. Nermin’in KTÜ bahçesinde görüp de çok sevdiği, daha sonra Rize Pazar’da yetiştirmeye kalkınca metrelerce boy atıp, ancak ikinci katın balkonu hizasına gelince çiçeklenmeye başlayan gülhatmi çiçekleri ise, yol kenarlarında her yerde ‘’Hüda-i nabit’’ büyüyor. Semiz otu burada yabani bir ot, daha bin bir türlü yenilen yenilmeyen yabani ot, salep orkidesi ve daha bir çok adını bilmediğimiz çiçek var.
Bütün bu ticari değeri olan olmayan çiçekler ağaçlar aslında toprağın altın değerindeki dünya miraslarıdır.
Çünkü yöresel flora ve fauna, öyle insan aklının kolayca algılayabileceği gibi değil, milyonlarca yıl içerisinde her bir vadide, dağda, dere yatağında o mikro çevrenin rüzgarına, nemine, suyunun kalitesine, hava basıncına ve daha kim bilir ne gibi çevresel koşullara uygun olarak evrilerek bu günkü hale ulaştı. Üstüne bir de bin yıllar boyunca toprağı kendi isteklerine göre işleyen, tarım ustalarının bilgilerini de eklersek, bu günkü bitki örtüsü öyle kolayca gelişmedi. Her çiftçi o yıl yetiştirdiği ürünün en güzelini tohumluk olarak saklaya saklaya yüzyıllar içerisinde bulunduğu çevrenin koşullarına dayanıklı en güzel ürünü elde etmeyi başardı.
Ancak son on yıllar içerisinde insanoğlunu, toprağı kolayca değiştirilebileceği düşüncesi sardı. Önce toprağa çeşitli kimyasallar koydular, daha sonra da genetiği değiştirilmiş ürünlerle bitki örtüsünün iyice canına okudular.
Şimdi genetiği değiştirilmiş ürünlerin tohumları her yıl satın alınmak zorunda. Çünkü bu tohumlardan üreyen bitkiler tohum olarak kullanılamıyor. Çünkü hazır tohumların DNA’ları içerisinde ölüm geni ( kısırlık geni) var. Böylece her yıl yeniden tohum almak gerekiyor. Ayrıca bu tohumların DNA’ları içinde diğer bitkilere bulaşmasını sağlayan genler de var. Siz bu tarlada hazır tohumdan bir şey üretiyorsanız, çevredeki tarladaki ürünlerin de DNA’ları değişiyor. Sadece onların da değil, bayağı yabani otların bile DNA’ları bu tohumların içinde bulunan antibiyotik direnci ve bunun gibi DNA’ları içine alıyor. Yani bütün çevrenin bitki genetiği değişiyor.
Oysa yerli tohum o mikro çevrenin bütün koşullarına uyacak şekilde evrilmiştir. Bir bakıma tohum dediğin, bir bitkinin anasından çok daha fazlasıdır, adeta o çevrenin Levh-i Mahfuzudur. (Levh=levhalar, Livha=lifler)(Arapçada sesli harfler yazılmaz)(Mahfuz=muhafaza edilmiş, zarflanmış) ( ben bunlardan DNA anlıyorum)
Çanakkale’de en çok hoşuma giden şeylerden biri de belediyenin yerli tohumlar için ‘’Tohum Bankası’’ projesini hayata geçirmiş olması.
Bu proje için tarihi bir binayı restore edip, bankayı kurdular. Çevre ilçelerden, köylerden elde kalmış yerli tohum, mısır, börülce, sarı nohut, sarı buğday, alaca karpuz, kavun ve daha bir çok ürünün tohumlarını elde edip, bir kısmından üretime geçtiler, diğerlerini de en kısa zamanda üretecekler.
Şu anda bizim köyde bu projeden bağımsız olarak zaten 3 türlü yerli buğday, kavun, karpuz, bezelye ve diğer bazı ürünler üretiliyormuş. Biz bu yıl kendi bostanımızda yerli tohum mısır, lahana, domates, kavun ve karpuz ürettik. Buğday üretecek halimiz olmadığı için bakkalımızın kendi ürünü olan yerli buğdaylardan alıp, kara değirmende öğütüp, bundan sonra ekmeği de o unlarla yapacağım.
Pazara gittiğimizde herkesin kendi köyünün ürününü gururla sattığını görüyorum. Örneğin burada Bursa şeftalisi bulamıyorsunuz, yerli olanı satıyorlar.
Umarım belediyenin bu yıl hayata geçirdiği tohum bankası projesi yaygınlaşır ve yerli tohum daha çok kullanılır. Doğamızı kendi zenginliği içerisinde muhafaza edebilmek için yapılması gereken daha çok iş var.