Son haftalarda gerek Çanakkale’ye gelip beni ziyaret eden, gerekse İstanbul’a gittiğimde buluştuğum bir çok arkadaşım bana aynı soruyu sordular. Anladım ki en çok merak edilen konulardan bir neden yerleşmek için Çanakkale’yi seçmiş olduğum. Sadece burayı sevdim demek yeterli olmuyor anlaşılan. Benim çevrem hep aklını kullanarak yaşayan, analitik beyinli insanlarla dolu, bir şeye inanmak için mutlaka kanıt gerekiyor, yoksa ikna olmuyor.
Ben de, kendi kendime, burayı neden sevdim sorusuna somut cevaplar aradım. Çok garip gelebilir, ama bu somut şeylerden biri, bu şehirde her nereye gitmiş olursam olayım (ister iç mekan, ister açık hava), tuzluklardaki tuzun hiç arıza çıkartmadan sular seller gibi tabağa dökülebilmesiydi.
Bu ne saçmalık diye düşünen biri muhtemelen Karadeniz’de yaşamayan biridir. Bizim memlekette tuzlar aşırı nemden birbirine yapışır, tuzluk içinde yeniden kaya tuzu haline gelir, sonra da dök dökebilirsen. Tuzlukların içine nem alması için, bir avuç pirinç koyulur. Karadeniz’de tuzlukların içinde tuzdan çok pirinç bulunur, hatta çoğu zaman tuzlukta hiç tuz bulunmaz, içinde sadece pirinç kalmıştır.
Bir Karadenizli olarak tuzluklardan serbestçe dökülen tuzlar beni her zaman çok etkilemiştir. Sırf bu nedenle köyün havası şehir içinden de daha az nemli olduğu için aklımdan ‘’oh ne güzel, burada tuzlar hep kuru kalacak’’ diye kuvvetli bir düşünce geçmişti.
Bu sözlerimi Karadeniz’de bazen aylarca güneş yüzü görmeden, yağmayan, ama havayı da terk etmeyen, nem içerisinde yaşayıp ‘’ solungaç çıkartacağım ya da kemiklerim iliklerim küflendi’’ diye düşünmemiş biri elbette anlayamaz.
Yıllar önce Olcay İstanbul’dan bir günlüğüne Trabzon’a gelmişti. Gelmeden bana hava nasıl diye sormuş, ben bir saniye durup ‘’eeee- ıslak’’ demişim, o da ‘’bizim kızın delilikleri’’ herhalde diyerek, üzerime varmamış, birlikte geleceği arkadaşına da Trabzon’da yağmur varmış, ona göre giyin demiş.
Ertesi gün geldiklerinde yağmur filan yoktu, Trabzonluların çok iyi bileceği, o havada asılı duran nem damlacıklarının ciğerlerini doldurduğu, ne sis ne de yağmur, resmen suyun içinde dolaştığın havalardan biri idi. Ben bu havalara ‘’GARUHA’’ derim (Bu terimi de ben uydurmadım, Peru’da puslu havalara öyle deniliyor, benim de çok hoşuma gitti, kullanıyorum). Olcay geldikten yarım saat sonra ‘’ISLAK HAVA’’ ne demekmiş şimdi anladım demişti.
Tabii bu kadar nem olunca her şey, suyla kimyasal reaksiyona giriyor, tuz, tuzlukta taşlaşıyor.
Sonuç; benim için tuzluktan akan tuz çok önemli.
Böylece köydeki eve ‘’KURU TUZ’’ demeye başladım. Bizim kızlara anlatınca bu adı hemen benimsediler. O sırada yanımızda bulunan (inşaatımızı yapan müteahhit), Serdar Şamlıoğlu ‘’tabi neden olmasın ne de olsa tuzunuz kuru’’ dedi. Bu da pek karşı çıkamayacağımız bir anlamdı, ama ben kuru tuz kelimelerinin sözlük anlamını vermek istemiştim, mecazi anlamını değil. Böyle geyik yaparken, kuru tuz kelimeleri ile kuru kız (kız kurusu) kelimeleri arasındaki uyak dikkatimi çekti. Evde üç adet bekar kız yaşarken böyle bir isim oldukça talihsiz bir isim olacaktı.
Serdar Lazca biliyor, hemen kuru ve tuz kelimelerinin Lazcasını sorduk, kuru söyleyemeyeceğimiz kadar karmaşık bir kelimeydi, tuz ise mcumu yazılan ama cumu diye okunan ve kuru kelimesi ile de güzel bir uyum sağlayan bir kelimeydi. Sonuç olarak evin adı ‘’KURU MCUMU’’ kaldı.
Neden mi bu kadar uzun uzadıya yazdım? Çünkü Sermin sosyal medyada Pazar’daki evden paylaşımda bulunurken ‘’Büyük Ev, Soğuksu’’ diye lokasyon bildire bildire, sonunda Facebook’u oranın adının büyük ev olduğuna ikna etti. Buraya taşındıktan sonra da Kuru_mucumu diye lokasyon bildiriyor. Geçen gün ben de öyle bildirince arkadaşlarımdan biri anlamını sordu, bir diğeri de tuzu kuru diye tercüme etti. Ben de bu ismin hikayesini yazmak istedim.
Şimdi gelelim Kurumucumuda yerleşmeye başlayan yaban hayatına.
Zaten çevrede güzel bir orman var, bu ormanda bu güne kadar, sincap, tavşan, tilki, kirpi, sansar ne aklınıza gelirse gördük. Hatta bir gün sincabın biri bahçemizden transit geçti. Bahçedeki sincap, eyvallah, iyi de, eve bizimle birlikte bir sürü de börtü böcek yerleşti, onlara hadi yallah dedik. Şimdi de bitkisel ilaç kullanan bir ilaçlama şirketi ile anlaşıp yılda iki kez evi ilaçlatacağız. Bu ilaçlar tamamen bitkisel içerikle hazırlanıyor ve 6 ay kadar etki ediyormuş. Tabii artık bitkisel olduğuna ne kadar inanmak lazım bilemiyorum, ama evin içinde böcek istemediğimize göre, öyle olduğuna inanacağız.
Evin çatısında kırlangıçlar ve bir çift kukumav yuva yaptı. Dört ay üzerine kukumavlardan birinin resmini yakından çekmeyi başardım. Bu resimle kuş fotoğrafçısı olan bir arkadaşımdan bile övgü aldım. Öyle ya kuş fotoğrafçılığı çok zahmetli bir iş, dağ taş gezip, saatlerce siperde hareketsiz bekleyip, son derece gelişmiş, bazuka gibi fotoğraf makineleri ile resim çekiyorsun. Makinin kaç para olduğunu bilmiyorum, ama onları taşımak için bayağı kol kuvveti gerektiği açık. Ben ise oturduğum odanın penceresinden cep telefonuyla, 30 santim yakından kukumav resmi çektim.
Eğer eve daha önceden bu kadar benimsediğimiz bir isim koymamış olsaydık, kesinlikle bundan sonra artık kukumavın evi diye isimlendirirdik. En yakın komşularımızdan o kadar memnunuz yani. Kukumav ailesine de, kırlangıçlara da eyvallah, başımızın üzerinde yerleri, hatta evleri var.
Geçen hafta İstanbul’daydık, döndüğümüzde yatak odalarından birinin penceresine bir yaban arısı kolonisi yerleşmiş, pervaza 10 santim çapında bir de petek kondurmuşlar. Sermin’den Rize çevresinde yaban arısına ŞEPİDİ denildiğini öğrendim. Gerçek arı gelseydi çok sevinirdik, ama şepidilere de hadi yallah dedik. Şimdi de peteklerini bozacağım ki, yarın öbür gün başka bir koloni yerleşmesin.
Kukumava eyvallah, şepidiye git yallah. İşte böyle, hayat Kurumcumuda da pek adil değil.