Bu yaz, her tarafı denizlerle çevrili bir ilde yaşarken, denize girmek için birkaç güzel yer keşfetmeye çıktık. Denize girecek farklı yerler araştırırken birkaç kez de Bozcaada’ya gittik.
Denize girmek için düşük ısıya ayarlanmış benden termostatı gerektiren güzel plajlarını, midene bayram, cebine hüsran yaratan lokantalarını, şaraplarını, kekik çeşitlerini, sarı kantaronunu, feribot kuyruklarını öğrenmeye ve kanıksamaya başladığımızı söyleyebilirim.
İlginç olarak yeğenim Nil Özgür de bu yıl bir Bozcaada merakı geliştirdi. Aklına estikçe, bir arkadaşı ile hafta sonu kafa dinlemek için adaya gitmeye başladılar. Yollarının üzerinde olduğumuzdan gelirken ya da dönerken bize de uğruyorlar. Gençlik zihin yapısı ile ada hakkındaki izlenimleri bizimkinden daha renkli elbette. Yani yaz boyunca ada ile ilgili bir hayli zihinsel mesai yapıp, hakkında çene patlattık.
İlk gidişimiz yanlışlıkla oldu. Gökçeada’ya gidelim diye evden çıkmıştık, fakat o gün bir hafta sonu idi ve sanırım Türkiye’deki ilk öğretim okullarının yarısı, Gelibolu’ya geçmek üzere feribot kuyruğunda bekliyordu. Çanakkale’de feribot kuyruğu deyince bunun kilometrelerce uzayabildiğini ve trafiği tamamen felç edebildiğini söylemem gerek. Gökçeada’ya gitmeye karar verdiğimiz o gün de böyle bir feribot kuyruğu çılgınlığı olan günlerden biriydi. Biz de Çanakkale şehrine giremeyeceğimizi anladığımız için Gelibolu üzerinden Gökçeada’ya gitmekten vaz geçip, Bozcaada’ya gitmeye karar verdik.
Çünkü o gün Hıdrellezdi ve biz de sular üzerinden geçmek için can atıyorduk. Adaya gidene kadar saat öğleni geçmiş olduğu için biraz meydanda dolaşıp, bir de yemek yiyip geri döndük.
Diğer gidişlerimiz bundan biraz daha organize idi. Denize girip, şarap tadımı yapıp, etrafta gezinip, balık yiyerek adanın keyfini çıkardık.
Son gidişimizde Eylül ayının son günü, adada sık sık olan festivallerden birinde Teoman’ın da açık hava konseri olduğunu gösteren afişler dikkatimizi çekmişti. Ben Teoman’a bayılırım. Meğer benim Semra (Haver Uğurgelen) da Teoman hayranı imiş, konsere gitmek kararı aldık tabii.
Bu aralar Sermin diş provası için İstanbul’da bulunuyor. Ona ayın 29’unda Bozcaada’da kalıp, konsere gideceğiz, sen de Çanakkale’de ol diye tembih ettim. Zavallı kız diş hekimi ile anlaşıp randevularını bu tarihe göre ayarladı. Yani dün gece Teoman konserine gitmek ve adada yatıp, iki gün boyu güzel zaman geçirmek için İstanbul’dan kalkıp geldi.
Semra da eski bir hastasının ailesinin adada işlettiği bir pansiyonda yer ayarladı, hatta deniz otobüsü ile gidip, adada o ailenin arabası ile dolaşmak üzere de anlaştı.
İlk hüsranımız Cuma günleri adaya deniz otobüs seferinin olmadığını öğrenmek oldu. Böylece gene araba ile Geyikliye gidip, feribotla karşıya geçecektik. Semra arabayı Geyiklide bırakıp, yaya geçeriz, nasıl olsa adada emrimizde araba olacak diye düşündü.
Tabii insan planlar yapar, ama gerçekleşmesi şart değil.
Bütün Eylül ayı boyunca bir damla yağmur yağmamışken, bizim adaya gitme günümüz yaklaştıkça, bol bol yağmur yağmaya başladı, Gelibolu’da sel bile oldu.
Gene de biz üçümüz, Semra’yı mesai saatinden sonra alıp, bir heves adaya gittik. Yolda arabadan feribota kadar yürümeyi göze alamadığımız için karşıya kendi arabamız ile geçmeye karar verdik. İyi ki öyle yapmışız.
Feribota bindiğimizde bayağı dalga vardı. Feribot sağa sola sallanmakla kalmıyor, zaman zaman alttan da darbeler alıyordu. Arabamız platformun ortasında bir yerlerde olduğu halde, kovalar dolusu deniz suyu arabanın camlarına çarpıp durdu. Semra bize bu sallanmanın pek de önemli olmadığını, kendinin çok daha fazla sallandığı feribot seferleri olduğunu, zaten tehlike olsa seferlerin iptal edileceğini söyledi.
Ama bizim Nermin’in canı pek kıymetlidir. Yıllardan beri uçağa filan binmez, en ufak bir yanıkta, kesikte eli kolu kopmuş gibi çığlık atar, biraz yorulsa kendini öyle bir kanepeye serer ki öldü sanırsınız.
Çocukluğumda bizim evde Louvre Müzesindeki resimlerin reprodüksiyonları olan bir kitap vardı. O kitaba baka baka büyüdüm diyebilirim. O kadar kaliteli bir basımdı ki, Louvre Müzesini gezerken kendimi çocukluğumda bulmuştum ve o kitaptaki resimlerin her birini görebilmek ümidiyle saatler boyunca klasik resim galerilerinde gezmiştim.
O kitapta, daha sonra aslını da gördüğüm bir resim vardı. Resimde İsa peygamber, üzerinde sadece bir bezle edep yerleri örtülmüş, başının çevresinde dikenli tellerden, ellerinden, ayaklarından kanlar süzülerek yani çarmıhtan yeni indirilmiş, zayıflıktan kemikleri sayılan, ölü bir adam olarak betimlenmişti. İşte Nermin koltuğa aynen o pozisyonda yatar. Zaten bembeyaz bir teni olduğu ve her zaman zayıflıktan kemikleri çıkmış halde olduğu için, kolları açık halde uzanması bana daima o İsa resmini hatırlatır.
Feribotta iken, Nermin’in dalgalardan ödü başı patladı, arka koltukta çarmıktan indirilmiş İsa pozunu aldı. Sorsan sadece başı dönüyormuş, ama nasıl baş dönmesi ise limana girer girmez dindi.
Adaya indiğimizde yağmur devam ediyordu, konser açık havada olacağı için olup olmayacağı bile belli değildi. Sermin ben haftaya dişçiye gideceğim, grip falan olmak istemiyorum diyerek otelde kalmaya karar verdi. Sonuç olarak sadece Semra ve ben konsere gitmek üzere şehre indik, bir yemek yiyelim derken saat dokuz buçuk olmuş, biz aheste aheste konser alanına gittik. Alana vardığımızda Teoman yeri göğü inletiyordu. Biraz şarkı söyleyip, tepindikten sonra da hava şartları nedeni ile konser bitti. Topu toplamı 2,3 şarkı dinleyebildik. Yani bütün bu maceraya sadece ikimiz, o da iki şarkı için gitmiş olduk, paramparça değil aynı zamanda sırılsıklam olarak. Allahtan Sermin, benden de Semra’dan da daha tedbirli çıktı, bana bir kaban, Semra’ya da bir kalpak vererek canımızı kurtarmış oldu.
Gene de büyük keyif aldık. Semra’nın anne babası yeni evli iken Bozcaada’da yaşamışlar, bu nedenle onun için adada olmak çok önemli anıları canlandırıyor.
Bozcaada otelleri bir ev büyüklüğünde ve sadece odalardan ibaret, kahvaltı filan her zaman bahçede yapılıyor. Fakat bu durumda bahçede kahvaltı imkanı olmadığı için bize depolarında kahvaltı verdiler. Biz de üst üste yığılmış, masalar, sandalyeler, tuvalet kağıtları arasında oldukça hoş bir kahvaltı yapıp geri döndük. Dönerken adadan birkaç kilo üzüm ve bir de asma fidanı almayı da başardık.
Öğlen yemeğimizi Çanakkale’de yedik. Yani, o kadar zihinsel hazırlık yaptığımız, bütün maceramız topu toplamı 16 saat sürdü.
Meğer eğlenmek için boşuna o kadar yol tepmişiz, köyde okulun bahçesinde çadır kurdular ve neredeyse sabaha kadar, havai fişekler, davul zurna ile mükellef bir eğlence yaptılar.
Sevgiler arkadasim.
Bence yine de guzel gecti..Degisik bir ortam yaşadık. .