Artık Egeli oldum ya, Hacette sınıfımızın Ege taifesine dahil oldum. Bu arkadaşlar, son yıllarda, birkaç ayda bir toplanıp, bir hafta sonu geçiriyorlarmış. Bu kez de Marmaris’te (Servet Baysal’ın ev sahipliğinde) bir hafta sonu geçirmeye karar verilmiş. Semra Haver Uğurgelen ile birlikte mademki bu kadar yol gideceğiz, bari biraz da çevreyi gezelim düşüncesi ile mini bir tatil planı yaptık.
İlk gece Ayvalık, Cunda adasında Özerbey Konağı isimli çok hoş bir butik otelde kaldık. Otel, birkaç ay öncesine kadar içinde yaşayan aile tarafından işletiliyor. İnanılmaz temiz ve nezih bir oteldi. Kadıncağız bizimle evine gelmiş misafirmişiz gibi ilgilendi, benim endokrinolog olduğumu öğrenince ana kız diabet olduklarını söyledi. Uzun uzadıya danışmanlık yaptım.
Cunda adasında, Koç müzeleri özellikle eski binaların başarılı restorasyonları açısından övgüye layık. Bu arada bize yol göstermek için kendilerini paralayan iki çocuk (Ege ve Ada) ve köpeklerine de sevgiler gönderiyorum.
Tabii bu gün Ege tatları, balık, meze derken gurme yolculuğumuza da attığımız ilk adım oldu. O gün daha önce hiç tatmadığım paulina gibi bir ismi olan balık yedik. O kadar yiyince gece sabaha kadar karın ağrısı çektim.
O gece o kadar çok yağmur yağmıştı ki sabah, adayı karaya bağlayan köprü tamamen sular altında kalmıştı. Arabama suda da gidebildiğine göre ‘’taka’’ plakası takmak istiyorum artık.
Ayvalık’tan, Marmaris’e bir hayli yol var, bir ara tuvalete gitmem lazım, Semra’ya hadi bir çay çorba molası verelim diyorum, o bana sabah çok güzel kahvaltı yaptık, henüz acıkmadım diyor. Bu sefer de hadi çiş çay çorba yani çiçaço molası verelim diyorum. Semra kahkahayı patlatıyor. İlk çiçaço molamızı Çine’de verdik, vallahi kafiye için değil, öyle denk geldi.
Marmaris’te, Servet’in sıcak ev sahibeliğinde, güzel evinde, rahat bir gece geçirdikten sonra, ertesi sabah Rodos feribotuna bindik. Marmaris’te hava ve deniz gayet iyi idi. Ne zaman ki koyun dışına çıktık, aman ki ne aman, bir fırtına bir kıyamet. Deniz tanrısı Poseidon öfkesi burnunda, yabasının üzerinde atladı, alın size deniz diyerek, bizi yerden yere vurdu.
Dalgalar katamaranın tepesinden diğer tarafına aşıyor, tekerlekli valizler oradan oraya geziniyor, görevliler yolculara kusmuk torbaları dağıtıyorlar. Beni deniz tutar, midem alt üst, yüzüm yemyeşil oldu. Aklımdan, Nazım Hikmet’in muhteşem dizelerini geçirip, kusmamaya gayret ediyorum. İniyor kayık, çıkıyor kayık. Devrilen bir atın sırtından inip, şahlanan bir ata biniyor kayık.
Semra ise her zamanki tedbirliliği ile, paraşütü, hücum botu çantasında, yakası kürklü pelerini sırtında, kaya gibi sağlam yanımda oturdu, eminim kar bile yağsa uygun kıyafeti vardı. Bana gelince, hava o günkü gibi devam edecek olsaydı, sırtıma giyecek bir polardan başka bir şeyim yoktu.
Berbat bir yolculuktan sonra güzelim Rodos’a indik. Geçen yıl Gülçin Olcay ( bana göre Gökseyitoğlu) ile Rodos’a gelmiş ve çok beğenmiştim. Mutlaka mevsim dışı bir zamanda gelip, günlerce, hayal kurarak, Şövalyelerin kalesini gezmeye karar vermiştim. Rodos şehrinin asıl eski şehri şimdi harabe halde ve arkeolojik kazılar yapılıyor, günümüzde ‘’Old City’’ olarak isimlendirilen yer ise eski tapınak şövalyelerinin muazzam kalesinin iç kısmı.
Bilindiği gibi, Kanuni Sultan Süleyman’ın tahta çıktığında yaptığı ilk işlerden bir Rodos’u almaktır. Adanın kuşatmasının ve fethinin neden aylarca sürdüğü kaleyi görünce çok net anlaşılıyor. Rodos kalesi ve kale içindeki şehir neredeyse hiç değişmeden o günlerden bu günlere kadar aynı kalmış, insan kendini bir orta çağ şehrinde buluyor, orada gezinirken Kanuni’nin kadırgalarını filan hayal etmek çok kolay. UNESCO da benimle aynı fikirde olmalı ki Dünya mirası olarak tescillemiş. Gerçi şimdi kale içi tamamen turistik eşya dükkanları ve lokantalarla dolup taşıyor, ancak bunca curcuna bile o tarihi havayı bastıramıyor.
Elbette Rodos’ta da bazı hayal kırıklıkları yaşamadık değil. Semra, Rodos turumuz için bir paket satın almıştı, ancak rehber filan hak getire, oteli ise pek özensizdi, yani Türkiye’den ayarladığımız tur şirketi fiyasko çıktı. Geçen yıl kendim internetten daha iyi bir tur ayarlamıştım.
Bir de elimizde olmayan hayal kırıklıkları vardı. Mesela, denize gireriz diye mayolarımızı filan götürmüştük ama ilk iki gün, hava o kadar soğuk ve rüzgarlı idi ki denize girmek bir yana saçımızı kafamızda tutabilmek bile mesele oldu.
Bunların dışında çok eğlendiğimizi söylemek zorundayım. Geceleri rembetiko dinleyip, tepsi boyutlarındaki tabaklarda yemek yedik. Gündüzleri, birbiri ardınca sıralanmış tarihi limanlarda, sokaklarda yürüyerek, karşımızda el uzatsan tutulacak gibi görünen Bozburun yarımadası manzarasını seyrederek ya da turistik trenlerle, yeni şehir sokaklarında yada asıl eski şehrin kalıntılarında gezerek güzel zaman geçirdik.
Adada bol miktarda Türk turistle, Türkçe bilen adalılarla karşılaştık, birkaç mekanda önümüze Türkçe menüler koydular.
Yemekler tamamen bizim yemekler, insanlar tamamen bizim insanlar. Garsonun birinden Türk kahvesi istedin mi parmağı ile Bozburunu gösterip ‘’oraya git’’ diyor, diğer birine Greek coffe diyorsun ‘’geç bu işleri, Türk kahvesi bu yaww’’ diyor. Ama istisnasız bütün garsonlar, iki kadını yalnız görünce, hemen çapkına yatıyor, sizinle kırıştırıyorlar.
Sadece garsonlar değil tezgahtarlar da bizimkilerle aynı. Sokakta dantel, örtü filan satan bir kadın, Semra’nın alıcı olduğunu anlayınca bütün satıcılık atraksiyonlarını yapıp, bizimkine bir sürü dantel satıyor. Semra’nın koluna yapışıp zorla olay mahallinden uzaklaştırıyorum, yoksa kadın bize bütün tezgahı satacak.
Üçüncü gün, nihayet hava biraz düzelince Simi adasına gitmeye karar veriyoruz. Önce bir turdan bilet alıp sonra vaz geçiyoruz. Biletini geri verdiğimiz kadın başka bir turdan bilet aldığımızı görünce koşarak yanımıza gelip bize bağırıp, küfür ediyor. Semra çok üzülüp keşke bileti geri verirken turdan vazgeçtik değil de daha büyük gemiyi tercih ettik deseydim diye vicdan azabı çekiyor.
Ertesi sabah son anda turumuza yetişiyoruz. Gerçekten kocaman bir gemi ile Simi adasına gidiyoruz. İlk durağımız çok güzel ve kapalı bir koyda bulunan bir manastır. Bu manastıra insanlar bir çeşit hacı olmaya gelirlermiş. Gerçekten kadının bir feribottan manastıra kadar elleri ve dizleri üzerinde emekleyerek gitti. Feribotta bir başka kadının koca bir torba dolusu bizim Vakfıkebir ekmekleri kadar büyük bir çok ekmek getirdiğini görmüştüm. Bu ekmekler bir papaz tarafından kutsandıktan sonra dilimlendi, bütün insanlar birer dilim ekmek alıp yediler.
Güzel bir Ortodoks şapelini ve küçük müzeyi gezdik. Sanırım eskiden bu manastırda kalan insanlar kendi yemeklerini kendileri yetiştirip, pişiriyorlardı. Kocaman kazanlar, dev tepsiler, ambar küpleri, gibi mutfak malzemelerinin ve duvarlarına asılı haçlar olmasa kendinizi bir Anadolu müzesinde sanabileceğiniz ev eşyalarının olduğu müze, bayağı güzeldi. Kapkara çarşafları içinde rahibeler, yine kapkara cübbeleri, uzun sakalları ile rahipler geziniyor. Ortam gene hayal kurmaya çok yatkındı.
Ancak Simi adasının asıl şehri çok güzel, oldukça korunaklı bir koyun çevresinde kurulu şehir, denize sıfır dizili çarşısı, daracık ve dimdik merdivenlerle çıkılan evleri, tepelerdeki muhteşem manzarası ile çok şık bir ada. Zaten Bozburun ve Datça yarımadaları arasındaki konumlanmış, tepeden Datça’nın evleri görünüyor. Burası da en çok Türk turist ağırlarmış, özellikle de yatları ile gelip bakir koyları tercih eden bir çok Türk olurmuş.
Semra, zaten birkaç Rumca kelime biliyormuş, bu gezide birkaç kelime daha öğrendi. Ben de arkadaşım hakkında birkaç yeni bilgi edindim. Mesela gezi için ortak kasa yapmıştık, Semra harcadığımız her bir kuruşu ve nereye harcadığımızı yazdı ve hesabı kuruşu kuruşuna tutturdu. Kasa bende olsa yazmak hiç aklıma gelmezdi, yazsam da bir çoğunu unutacağım için hesabı tutturmam imkansızdı.
Dördüncü gün Rodos’tan Marmaris’e nihayet sınıf arkadaşlarımızla buluşmak üzere güzel memleketimize geri döndük.
Oyle guzel ve etkileyici bir anlatimin var ki geziyi sanki yeniden yasadim Aysenurcugum..tebrikler