Dün Umurbey’e yine orman yolundan gittik. Geçen gün ıssızlığı, tahta köprüsü, sonbahar renkleri ve olağanüstü güzel manzarasıyla bizi büyüleyen yol gözüme çok farklı göründü. Sanırım geçen ay off road yarışması yapıldığında nasıl göründüğünü anladım çünkü yol boyunca ikili üçlü guruplar halinde, en az 15-20 adet park halinde araç vardı.
Bu çok ilginç, çünkü daha önce bu yoldan iki kez geçtik ve sadece bir kez bir ormancı arabasına rastladık.
Ama meğer bu mevsim yaban domuzu av zamanıymış, o ıssız ve romantik orman yolu adeta bir savaş alanı gibiydi.
Eline tüfeğini kapan buraya koşmuş, ben diyeyim 30, siz deyin 40 avcıyla karşılaştık. Basbayağı bir askeri nizam içerisinde, hayvanları belli bir alana kıstırıp öldürmek için iş birliği yapıyorlar. Gözümün önünde yaşanan, insanlık tarihinin derinlerinde kalmış bir manzara değil, günümüzde çok daha eşit olmayan şartlarda süregelen, insanın vahşi doğa ile savaşı.
Vallahi bu yol beni film senaristi yapacak.
Aslında ‘’şehirli kız, Ayşecik’’ ruhuma avcılık çok ters, hiç mantığı olmayan bir davranış. Hiç böyle spor olur mu, vahşet bu, tripleri de var elbet. Ancak burada ‘’köy kızı Ayşe’’ böyle bir ihtiyacın varlığını içsel olarak biliyor ve tamamen anlıyor, çünkü köyler orman içinde ve domuzlar da tarlalara ciddi zarar veriyor.
Köylerimiz biricik geçim kaynağı tarım ve hayvancılık olan, gerçek anlamda toprağa bağlı yaşayan geleneksel Anadolu köyleridir. Çakal ya da sansar gibi yaban hayvanları rahatlıkla, köyün içindeki kümeslerden tavuk çalabiliyorlar. Ormandan gelen yaban domuzları tarlaları talan edebiliyor. Hal böyle olunca da kaçınılmaz bir şekilde domuzlarla cenk ediliyor.
Kaz Dağları herkes tarafından biliniyor, ama Çanakkale ilinin % 55’i orman, bizim bölgeler de Kaz Dağlarının flora ve faunasına çok yakın yerler. Hatta şehrin hemen dışına çıkıldığında sağlıklı bir orman her yeri kaplıyor diyebilirim. Şimdi asıl mesele boğaz köprüsü ve bağlantı yollarının bu ormanlara mümkün olan en az zararı vererek inşa edilmesi olmalı, çünkü bu ormanlar ülkemizin akciğerleri, çok ama çok değerliler.
Geçen yıl Kaz Dağlarında yaban hayatı fotokapanla aylar boyu izlenmiş, boz ayı, çakal, tilki, yaban kedisi, tavşan, karaca, yaban domuzu, baykuş, şahin gibi bir çok hayvan resmedilmiş. Elbette bu kadar çok yaban hayvanının bulunması oldukça sağlıklı bir çevrenin işaretidir.
Biz de karaca, sansar, tavşan, kuzgun gibi bir çok hayvanla karşılaşıyoruz. Hatta kendi çatımızda yuvalanmış bir baykuş (kukumav) ailesi var. Yırtıcı kuşları yerden av kaldırırken bile gördük. Evde otururken belgesel kanal seyretmek gibi bir şey. Hani kuş resmi çekmek için insanlar dağ, bayır demeden günlerce arabalarında pusu kurup oturuyor, ellerinde bazuka gibi objektiflerle o muhteşem kuş resimlerini çekiyorlar ya, bizim kukumavın en sevdiği tüneklerden biri, bizim oturma odasının penceresidir. Bir gün evde otururken sadece ayağa kalkıp 30 cm yakından cep telefonumla kukumav resmi çektim. Üstelik kuş fotoğrafçısı olan bir arkadaşım da gayet beğendi.
Beş yıl önce Çanakkale’ye gelip de arsa aradığım zaman, bana herkes bundan iki yıl önce gelseydiniz, toprak çok daha ucuzdu dendi. O zaman da sanırım boğaz köprüsü yapılacağına dair söylenceler duyulmaya başlamıştı. Çanakkale Lapseki yolunun geçtiği Özbek ovasının, çeşitli firmalar tarafından, çok büyük parseller şeklinde satın alındığını duymuştum.
Ben bu köyden arsa aldığım zaman sanırım köyden arsa alan ilk yabancı bendim, bu süre zarfında köyümüzün çevresindeki arsaların % 60’ının satıldığına dair sözler duymaya başladım ve bunu kendi gözlerimizle de görüyoruz.
Köylülerin oldukça fazla arazisi var, ancak tarım yapamıyorlar. Çünkü yaz aylarında 3-4 ay yağmur yağmadığı için yüzey suyu çok azalıyor, böylece tarla sulayacak su kalmıyor. Tarlaya yetecek suyu bulmak için 150-200 metrelik kuyular açmak gerekebiliyor. Bu masrafı da kaldıramadıklarından tarlalara sadece buğday, ay çiçeği filan ekiliyor.
Üstelik gençler çalışmak ve çocuklarını okutmak için şehirde yaşamayı tercih ediyorlar. Hal böyle olunca da, müşteri bulunca kolayca toprak satıyorlar.
Domuz avı ne ki, korkarım çok yakında buralarda da insan/doğa savaşının çok daha ileri boyutlu, çok daha yıkıcı olan bir şekline şahit olacağız.
Biz de şimdilik henüz alış veriş merkezleri yapılmamış, apartmanlar dikilmemiş, ortalık hala çamur ve orman iken, buraların keyfini çıkartmaya çalışıyoruz.
Geçen yıl dayımın oğlu Emre Telatar, bir çocukluk anısını, daha doğrusu Rize, Pazar’lı bir ‘’eski adam’’la ilgili çocukluk anısını anlatmıştı. Bizler daha küçük birer çocuk iken dayımlar, Ankara, Gazi Osman Paşa semtinde 1/1,5 dönüm arazi içerisinde iki katlı bir ev satın almışlardı. Çankaya köşküne yürüme mesafesinde olan bu ev, Emre’nin çocukluğunun geçtiği evdir.
Sanırım Emre daha ilk okulda iken, bahsi geçen ‘’eski adam’’ dayımı ziyarete gelmiş, evin içinde olduğu arsayı görünce çok ama çok sinirlenmiş, hiç böyle şey olur mu, toprak nasıl satılır diye veryansın etmeye başlamış. Dayım da, adama iyi de niye satılmasın, zaten satmasalar biz nasıl alacaktık diye sormuş. Adam aynı sinir ve kararlılıkla ‘’TOPRAK PARA İLE ALINMAZ, HARP İLE ALINIR’’ diye haykırmış. Daha da doğrusu ‘’Toprak para ile alinmez, harb ile alinur’’ diye haykırmış.
Bu memleket Truva ve Gelibolu gibi dünya tarihine geçmiş iki büyük harbin savaş alanı ama sanırım buralarda bu kafada adam yok.