Buraya geldiğim gün Elazığ’dan öğrencim olan bir aile hekimi benimle irtibata geçmişti, ayrıca kendi sınıf arkadaşlarım da var, hal böyleyken bir doktor ihtiyacımız olunca hiç sıkıntı yaşamadık. Gene de resmi aile hekimimize kayıt olmak istiyor, ancak bir şekilde ihmal ediyordum.
Bizim köy şehir merkezine çok yakın olduğu için herkes kolayca şehre iniyor, zaten köyün nüfusu da oldukça az olduğu için doktor önceleri her hafta gelirken, ziyaretlerini giderek iki haftada bire, son olarak da ayda bire kadar düşürmüş.
Köylün aile hekiminin ayda bir köye geldiğini öğrenince, geleceği günü bu ay kaçırmayıp, kaydımızı yaptırmak istedim. Geçen hafta köyün kahvesinde doktorun köye ne zaman geleceğini sordum, imam bilir dediler.
Bu söz beni oldukça etkiledi ve bir çok anımı canlandırdı, çünkü halk sağlığı ihtisası yaptığım sıralarda, biz de, ziyarete gideceğimiz köye imamla haber salardık.
Köyümüzün küçük bir meydanı var; cami, kahvehane, bakkal, ilk okul, sütlerin toplanma ve soğutulma alanı gibi kamusal kurumlar hep bu meydana bakıyor. Jandarma köye geldiğinde bu meydanda nöbet tutuyor, elektrik, orman idaresinden, mandıradan gelen görevliler bu meydandaki çınarın altındaki masalarda oturuyor, gezici satıcılar, ipragaz arabası, mazot arabası hep bu meydanda konuşlanıyor. Hatta köyde sıkça yapılan bütün eğlence ve toplantılar da okulun bahçesinde (bozuk havalarda çadır kuruluyor) gerçekleşiyor.
Köyün çeşmesi de meydanın 50 metre ilerisinde.
Meğer süt toplanma yerinin yanında süt toplanma merkezinin hemen yanındaki bir oda doktora ayrılmış. Odanın camında doktorun köyü ziyaret günlerinin asılı olduğunu gördüm (daha sonra doktorun kendinden öğrendiğim gibi her ayın son pazartesi birkaç saatliğine köye geliyormuş). Uzun lafın kısası geçtiğimiz pazartesi nihayet aile hekimimizle tanıştık. Aslında kadıncağız boşuna yoruluyor, dediğim gibi köy zaten şehre çok yakın, biri hastalansa derhal bir sağlık kuruluşuna ulaştırılabilir. Zaten, bizden başka doktorun gelmesini bekleyen yoktu. Biz onu uzunca bir süre meşgul ettik, gene de çıkarken sadece yaşlı bir kadının geldiğini gördüm, yani anladığım kadarıyla, bu gezici sağlık hizmeti çok da verimli kullanılmıyor.
Biraz köyün sağlık odasından söz etmeliyim. Doktor gelmeden önce soba yakılmış, oda ısıtılmıştı. Pencerenin önünde üzeri beyaz bir battaniye ile örtülü tahta bir sedir, bir masa ve iki sandalye vardı. Doktor ve hemşire gelince masanın üzerine bir de dizüstü bilgisayar koydular, hepsi bu. Biz üçümüz gidip doktorla tanıştığımızda çoktandır bizim varlığımızdan haberdar olduğunu anladık, hatta doktor hanımı gene aynı merkezde doktor olan eşi bırakmıştı, onunla da konuştuk, bana hemen siz de doktorsunuz değil mi diye sordu.
Köyde internet bağlantısı oldukça zayıf ama atadan neneden kalma, kulaktan kulağa usulü iyi işliyor maşallah.
Aile hekimimiz köyde internet bağlantısı olmadığı için bizi kaydedemeyeceğini söyleyerek aile sağlığı merkezine çağırdı, bir kez kayıt yapıldıktan sonra raporlu ilaçları köyden de yazabilirmiş.
Çarşamba günü de şehirdeki aile sağlığı merkezine gittik, kaydımızı olduk, ilk reçetemizi aldık. Hem doktorumuz hem de hemşiresi bize oldukça sıcak davrandılar. Salı günü yerel bir TV ‘nin sağlık programında konuşmuştum, doktor hemen onu söyledi. Anlaşılan burada herkes herkesi tanıyor ve bir şekilde yaptıklarından haberdar oluyor.
Bütün bunlar bana zaman tünelinde öğrenciliğime ve ilk hekimlik günlerime ışınlanmışım gibi hissettirdi.
Biz, Nusret Fişek hocamızın öğrencileriyiz. Fakültede okurken çok önemli bir Halk Sağlığı kürsümüz vardı. Beşinci sınıftayken bizim köy stajı dediğimiz gayet ciddi bir halk sağlığı stajımız vardı. Bu stajın bir bölümü epidemiyoloji, istatistik, aile planlaması, ana, çocuk sağlığı gibi çok önemli konularda eğitim alır, daha uzunca bir bölümünde ise bizzat köyde kalarak bir sağlık ocağında çalışırdık. Stajın sonunda küçük bir halk sağlığı araştırması, neredeyse mini bir tez de yapmış olurduk.
Fakülte hayatımın en unutulmaz anılarını yaşamış olduğum bu stajda çalıştığımız sağlık ocağı, bu hafta gittiğimiz aile sağlığı merkezine oldukça benzeyen bir yerdi. Ben ayrıca mezun olduktan sonra pediatriye girmeden önce, bir yıla yakın halk sağlığı ihtisası yaptım, daha sonra bir takım nedenlerle bıraktım ama o ihtisası bitirmemiş olmak hayatım boyunca içimde kalmıştır.
Gerek öğrenci olarak, gerek de asistan olarak, gezici ekip oluşturup gittiğimiz köylerde hasta baktığımız alanlar da, ya ebemizin evi, ya okulun bir odası ya da şimdiki köydeki oda gibi bir yerdi.
Mezun olduğum zaman hangi dalda uzmanlaşmak istediğimi anlayamamıştım. Genel tıptan hoşlandığım için Halk Sağlığı ihtisası yapabileceğimi düşünmüştüm. Asistanlığım sırasında, birkaç ay teorik eğitim aldıktan sonra sahaya çıkmıştık, gündüzleri sağlık ocağında çalışırken, geceleri Etimesgut Hastanesinde nöbet tutardık. İşte bu nöbetlerde neredeyse her türlü hastaya isabetle tanı ve tedavi yapabilirken, çocuk hastalara uzaylı gibi bakardım. Bu eksikliğimi giderebilmek amacıyla, o yıl, o kadar çok pediatri çalışmıştım ki, yılın sonunda halk sağlığından ayrılıp, pediatri sınavına girince birincilikle kazanmıştım.
Etimesgut hastanesinde nöbet tutarken, 100 civarında bebeğin doğumuna yardımcı oldum. Bütün meslek hayatım boyunca bu doğumları anlatıp durdum, hatta kendimce bir de ‘’ayşenur özlü sözü’’ uydurdum. Bizim çalıştığımız sağlı ocağı hemen hastanenin yanındaydı, biz de, o yıl oldukça kalabalık bir ekip olarak halk sağlığı ihtisasına girmiştik, bu nedenle, çoğu günler, hastane içindeki polikliniklerde de çalışırdık. Hastanede her gün birkaç doğum olurdu. Bir şey çok dikkatimi çekmişti; mesela daha sabah saatlerinde doğum kanalı 3-5 cm açık, daha önce birkaç doğum yapmış kadınları, biraz sonra doğururlar diye, yatırır serum takardık. Akşam saatinde, çoktan doğurmuş olmasını beklediğim kadını tekrar muayene ettiğimde aynı açıklıkla yatmakta olduğunu görürdüm. Hastanede akşam yemeğinden kahvaltıya kadar bir daha yemek yeme imkanı olmadığından, kadıncağızlar madem doğurmuyor, bari aç kalmasınlar diye doğumu bekleme odasına da yemek çıkarttırırdım. Allah sizi inandırsın, o hastanede o kadar nöbet tuttum, bir türlü akşam yemeğini tamamlayamadım, çünkü yemeğini yiyen kadınlar, hep birlikte doğuruyordu. Sonunda bütün asistanlarımın benden defalarca duydukları özlü sözümün temelleri atılmış oldu ve zaman içerisinde de gelişti. AÇ ÇOCUK BÜYÜMEZ, AÇ HASTA İYİLEŞMEZ, AÇ KADIN DOĞURMAZ. (Herkes bilir, çocukları aç bırakmayı hiç sevmem).
Evet bunca doğum yaptırdım, ama köy ziyaretlerinden birinde bir ebemizin, köy evinde gebeyi yer yastıklarına yatırarak yaptırdığı doğumu asla unutamam. Bu doğum, muhtemelen bütün hayatım boyunca yaşadığım en dramatik anlardan birisidir. Hatırlıyorum da, hastane koşullarında o kadar bebek doğurtmuş biri olarak, o köy ebesinin yaptığı işi yapabileceğimi hayal bile edememiştim. Resmen onun adına dehşete kapılmıştım, oysa bu durum da köy ebemizin bir gerçeğiydi, gayet sakince her şey idare etmişti. Köy ebeleri benim gözümde gerçek birer kahramandır.
O zamanlar birlikte çalıştığımız ocak hekimleri, ziyaret ettiğimiz köyle ilgili bir çok şey bilir, bir çok insanı tanırlardı. Şimdiki hekimimiz de, onlara benziyor. Bir dejavu yaşıyorum.
O zamanların sağlık ocağında bizim yaptığımız gibi, aile hekimliğinde kayıt yaptırdığımız zaman bizim bazı bilgilerimizi aldılar, boy, kilo bel ve kalça çevremizi bile kaydettiler.
Elbette bütün bu anılar, aklıma en çok da Nusret Fişek hocamızı getirdi. Saygı ve özlemle andığım hocamız, sanırım bizim nesil Hacettepe mezunlarının iliklerine kadar işlemiş olan birkaç hocadan biridir. En azından benim için öyle oldu.
Her daim üçüncü basamak hastanelerde çalıştığım halde, hiçbir zaman, en nadir hastalığı, en önce düşünme hatasını yapmadım. Bu düşünce tarzım büyük olasılıkla o Halk Sağlığı günlerimden kalma bir alışkanlık, Nusret Hocamın meslek hayatımdaki parmak izidir.
Bir yıl kadar Halk Sağlığı ihtisasına devam ettikten sonra, bir takım nedenlerle istifa ettim. Bu istifa öncesinde Nusret hocamla onun odasında uzun uzadıya konuştuk. Bazı rahatsızlıklarımdan söz ettim, bana hak verdi ve istifamı kabul etti.
O konuşma sırasında bana söylemiş olduğu bir sözü hiç unutmam. Bana insanlar temelde kötüdür, arada bir iyi şeyler yaptıklarında buna sevinmek lazım demişti. Ben de olur mu öyle şey, insanlar iyidir diyerek, resmen hocayla ağız dalaşına tutuşmuştum. Bana acıyarak bakıp, küçüksün kızım, daha ne gördün ki dedi.
Yıllar geçtikçe, o kadar çok şey gördüm ki, beynimin sol yarısı (mantık, analitik düşünce kısmı) hocaya tamamen hak verdi, sağ yarısı (duygusal, sezgisel kısım, gönül gözü) insanda halen iyilik görür.
1981-82 Hacettepe dönem 1 de Nusret hocam ve Nevzat Eren hocam toplum sağlığı dersleriyle bugün aile hekimliği o zaman sağlık ocağı hekimliğini sevdim hep koruyucu hekimliği yapmak istedim köy doğumluyum köy aşığıyım şuan işyeri hekimliği yapıyorum Aile hekimliği sertikamda var Allah nasip ederse aile hekimliği yapmak isterim anılarınız bizi 80 kere götürdü teşekkürler Ayşegül hocam