Mevlana’nın ölüm yıldönümü, bilindiği gibi her 17 Aralık günü yüzyıllardan beri bir vuslat düğünü olarak kutlanmaktadır. Şeb-i Arus (Düğün gecesi) da denilen bu tören aslında 17 Aralık günü saat 16 sıralarında Mevlana’nın mezarı başında okunan dua ve zikirden ibaret bir anma törenidir. Ancak son yıllarda yoğun talep üzerine 7-17 aralık tarihlerinde Konya’da Şebi Arus etkinlikleri adı altında pek çok sema ayini, tasavvuf müziği dinletileri düzenlenmektedir.
Mevlana’nın vuslat tarihi benim doğum günümden iki gün daha öncedir. Bu tarih yakınlığı nedeniyle, yıllardan beri, kendime bir doğum günü hediyesi olarak Şeb-i Arus töreni zamanında Konya’ya gitmeyi düşünürüm. Ancak, Konya’ya defalarca gitmiş olmama rağmen, her nedense, bu yıla kadar Şeb-i Arus etkinliklerine gitmek nasip olmamıştı. Sadece bu kadar da değil, ne zaman bir mevlevihaneye gitsem kapalıdır. Bu güne kadar 2,3 kez Gelibolu Mevlevihanesine, defalarca Galata Mevlevihanesine gittim, her seferinde kapalı buldum. Aklımdan defalarca ya buralar sadece göstermelik, ya da benim ayağımda bir şey var diye geçirmişimdir.
Ama bu Aralık ayında, Mevlevilik/Ayşenur ilişkisinde tuhaf bir değişiklik oldu. Geçen ay yerel turizm şirketlerine Şeb-i Arus turlarını sorduğumda her zaman başıma geldiği gibi bu yıl katılım olmadığı için turlarını iptal ettiklerini öğrendim. Bu ay başında ise, daha önce gezilerine katıldığım hemen bütün turizm şirketlerinden Şeb-i Arus törenleri turlarına katılmam için mesajlar geldi. Ben de Trabzon’dan yola çıkacak bir tura katılmaya karar verdim. Ben nihayet bu isteğimi gerçekleştireceğim diye sevinirken, çok daha ilginç şeyler yaşadım.
Çanakkale’ye gelmeden önce burada yoga yapma imkanı var mı diye araştırmıştım. Birkaç kişinin yoga dersleri verdiğini gördüm ve birer derslerine katıldıktan sonra, bir hocada karar kıldım. Trabzon’daki yoga hocamın sadece sosyal medyadan tanıdığı ve bana önerdiği bu kızcağız, yoga bilgisi kadar, ciddiyeti, dinginliği, alçak gönüllüğü, bir şekilde kendini fark ettiren sıradışılığı ile gözümü doldurmuştu. Bir gün karşılıklı konuşma fırsatı bulduğumuzda, bu genç yaştaki kızın, bu olgunluğa nasıl eriştiğini merak etmiş, hemen tasavvuf felsefesinden söz açmıştım. Tam da yerine olta atmışım, meğer bizim kız yıllardan beri Çanakkale’de yaşayan bir mevlevinin sohbetlerine katılırmış. Yani körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Hemen ben de bir sohbete katılmayı istedim, fakat o hafta bir takım engeller çıktı. Uzun lafın kısası tam da Şeb-i arus günlerinin başladığı 7 Aralık gecesi sohbete katılma fırsatı yakaladım. Aslında acaba bir cahil, bir şarlatan mı düşüncesi ile biraz korkarak katılmıştım, ama adam Mevlevihanelerde büyümüş, gerek yaşantısı ve gerekse açık fikirleri ile gerçek bir derviş çıktı. Çok aydınlatıcı ve iç açıcı bir sohbet oldu. Mesela en çok etkilendiğim sözlerden biri de şuydu ‘’ yardım edene, engel olana, kayıtsız kalana teşekkürler’’. Öyle ya bu gün biri sana engel olur, üç gün kızarsın, dördüncü gün önünde çok daha önemli bir kapı açılır, o engel çıkmasaydı, sen çoktan, daha az değerli olan o ilk kapıdan geçmiş olurdun.
Bu da yetmezmiş gibi, ayın 10’unda sema yapmanın özelliklerini öğreten bir kursa katıldım. Her ne kadar sema yapmayı pek beceremediysem de en azından adabını biraz söktüm. Sema aslında 7 bölümden meydana geliyor. Birinci bölüm peygamberi metheden bir ‘’Nat-ı Şerif’’ yani dua ile başlıyor. İkinci bölümde kudüm darbesi ile kainatın yaradılışındaki ‘’Kün’’ yani ‘’ol’’ emri temsil ediliyor. Üçüncü bölümde insanı ve nefesi temsil eden ney taksimi yapılıyor. Dördüncü bölüm 3 selamdan oluşan Sultan Velet devri, beşinci bölüm Sema töreni, altıncı bölüm Kuran okunması, yedinci bölüm ise dua faslıdır.
Sema töreni dört selamdan oluşuyor. Önce birliği temsil edecek şekilde eller göğüs üzerinde, ayaklar kilit pozisyonunda tutuluyor, şeyhe selam verdikten sonra ayaklar ve eller belli ritimlerde çözülüp, dönme hareketi başlıyor. Bu dönme hareketi öğrenilirken uzun söre sol ayağı sabit tutmak için başparmak arasında bir çivi etrafında dönülürmüş. Her dönüş bir Allah zikri ile tamamlanıyor. Açık konuşmak gerekirse yapması zor, seyretmesi keyifli bir ayin. Bu ön bilgileri almam gayet yerinde oldu, Konya’da seyrettiğim törende neyin ne olduğunu anlamam mümkün oldu.
Nermin uçağa binmediği için, Çanakkale’den kara yolu ile gidip, Konya’da guruba eklenmek üzere yola düştük. Konya’ya giderken yolda, Bursa’dan, Kütahya’dan, Afyon’dan geçerken türlü çeşitli şeyler almak istiyip, hadi dönüş yolunda alırız diyerek alışveriş böceğimizi erteledik.
Geç vakit Konya’ya vardık, o gün arabamı otelin önüne park etmiştim sabah kalktığımızda camlarda 1 cm kalınlığında buz vardı. O sabahtan sonra ise, bütün gezi boyunca pırıl pırıl güneş altında gözlerimizi açmakta zorlanarak dolaştık.
İlk gün Beyşehir gölüne gittik. Yıllar önce Beyşehir gölünün Milli Park kısmına gitmiş ve hayran kalmıştım, ancak bu sefer galiba navigasyonun azizliğine uğradık, döne döne başımız böndü, ama bir türlü milli parkı bulamadık. Kuş uçmaz, kervan geçmez, eğri büğrü köy yollarında, kırağılar üzerinde bir hayli eziyet çektikten sonra, çaresiz geri döndük. Gene de göle karşı bir yemek yiyip, birkaç kare fotoğraf çektik. Bu mini gezi başarısız olunca, kendimizi Konya’ya dar atıp, alışveriş merkezlerine koştuk, ne bulduysak alıp, cebimizi hafifletip, yüreğimizdeki şişi indirdik.
Ertesi gün nihayet tur gurbumuzla buluşup, bütün gün boyu süren bir şehir turu aldık. Rehberimiz bize Konya adının güzel koyunlar ülkesi anlamına gelen bir kelimeden türediğini söyledi (Nasıl ki Kapadokya adı güzel atlar ülkesi demek ise).
Konya deyince elbette Şems-i Tebrizinin türbesinden başlayıp, Mevlananınki ile devam ederek pek çok türbe ve Selçuklu eseri gezdik. Hem Mevlananın hem de Sadrettin Konevinin türbelerinde, dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş Mevlevilerin yaptıkları zikirlere şahit olduk.
Mevlevihanenin mutfağını ayrıntılı bir şekilde gezip 18 görevden söz etti. Meram bağlarına doğru giderken de Ateşbaz Veli türbesini gezdik. Ateşbazın hikayesi aynı başlayıp iki farklı şekilde sonlanıyor. Bir gün dergahta odun kalmamış, ateşbaz Mevlana’ya ne yapacağını sormuş. Mevlana ona ayakların ne güne duruyor diye cevap vermiş. Hikayenin sonu bu andan sonra çeşitleniyor. İlk çeşitlemede Ateşbaz ayaklarını kazanın altına sokup yemeği pişiriyor. Mevlana ona ‘’Hayy, hayy sen olmuşsun’’ diye cevap veriyor. İkinci çeşitlemede ise Ateşbaz acaba ateşi yakabildim mi diye sol ayağını kazanın altından çekip bakıyor ki baş parmağında yanık var. Mevlana ona ‘’Hay ateşbaz neden şüphe ettin ki’’ diye soruyor. Ateşbaz da utancından sağ ayağını sol ayak baş parmağının üzerinde tutarak yanık parmağını saklıyor. Bu gün bu harekete ayak mührü deniliyor. İşte bu ateşbazın türbesine her gelen bir miktar bereket tuzu alıyor, tuz bitmesin diye ikinci gelenler tuz getiriyorlar.
Bundan sonra Meram bağlarına gittik. Trabzonlu şoförümüzün sözüne tamamen katılıyorum ‘’haburalar bozkır ya, bi kuçuk yeşil gördiler, bağ sanayiler’’. Hele iki tarafı kapatılarak, ıslah edilmiş(!) dereyi anlamlandırmak mümkün değil. Üzerine kayıklar, hatta su değirmenleri yerleştirmişler ve suyu da anlamsız bir turkuaz rengine boyamışlar. Zavallı dereyi en çok 30 metre uzunluğunda bir havuz haline getirmişler. Gerçekten çok büyük bir düş kırıklığı oldu.
Gezide ki son durak çok yakınlardaki Sille köyü idi. Konya’nın simgelerinden biri olan takke dağının eteklerindeki kapalı ve dik bir vadiye kurulmuş, şimdilerde turistik bir hale getirilmiş, eski bir köy. Bu köy gerçekten güzel vadinin duvarlarında, Kapadokyadan, Hasankeyfe, Çemişkezeğe kadar pek çok yerde örneklerini gördüğüm orta çağ yerleşimlerini gösteren mağaralar vardı, demek ki gerçekten uzun süreli bir yerleşim.
O gün son olarak da onbin kişilik stadyumda gösteri izledik. Önce İstanbuldan gelen tasavvuf müziği korosu daha sonra da Konya ekibi çıktı. Tam bir Sema ayini de yaptılar. Gerçekten çok güzeldi. İnanılmaz ama stadı o kadar ısıtmıştılar ki, dışarı çıkınca ‘’Hamdım, piştim, yandım’’ dedim de guruptan kimse itiraz etmedi.
Ertesi gün program oldukça sakindi. Sadece sabah namazında Şems’in türbesine gidilecek, daha sonra günü dinlenme ya da serbest gezi ile geçirip, akşamki asıl Şeb-i Arus duasına katılacaktık. Rehberimiz bize nasıl olsa dışarıya kocaman bir ekran kuruluyor, içeri girmek için uğraşmayın, çok kalabalık oluyor demişti. Sermin ve ben ise son yarım saatte gidip, içeri girip bütün duayı 3 metre yakından izlemeyi ve sonra izdihamdan ezilmeden dışarı çıkmayı başardık.
Ertesi gün, yol boyunca alışveriş yapıp, arabayı tıklım tıkloş doldurarak eve döndük. Giderken kedimizi beslemesi için birine emanet etmiştik, hayvancık depresyona girmiş, sadece yemek yemiş, ne oynamış, ne sırnaşmış. Bütün gezi boyunca acaba dönünce bizi nasıl karşılayacak endişesi taşımıştık, ama eve dönünce duvarlardan üzerimize atladı, heyecanından bir türlü sakinleşemedi. Çok sevindim.
Geri döndüğümüz gün Mukaddes Kalyoncu beni ziyarete geldi. Gelirken hediye olarak Mevlevi Yemek kitabı getirmiş. Hediye seçimi çok ilginç geldi.