Benim çocukluğumda Trabzon, Numune Hastanesi karşısında yer alan Yeni Mahallede sona ererdi. Ayasofya Kilisesinin çevresi neredeyse tamamen boştu. Ayasofya’nın altına sahil yolu kenarına ilk apartmanlar yapıldığı zaman, annemin ‘’orası şehrin tamamen dışında acaba kim oturacak ki’’ dediğini çok net hatırlıyorum.
Trabzon ile Akçaabat arasında, Söğütlü mevkiinde, Yıldızlı denilen yerde, deniz kıyısında, eskiden doktor evleri denilen bir dizi villa vardı. Bizim de orada bir yazlık evimiz vardı. O bölgeden arsa alındığını ve evin planını da annemin çizdiğini hayal meyal hatırlıyorum. Ama ben ilkokul üçüncü sınıfta olduğum sene (1966 yılı) inşaat bitmiş olmalı ki, biz de yazın o eve göçmüştük. Bundan sonraki 15 yıl boyunca her yazımı o evde geçirdim.
O yıllarda şimdiki İskender Paşa İlk Okuluna yakın bir alanda Sebat taksi vardı. Oradan dolmuş taksilere biner, Yıldızlıya öyle varırdık. İlk yıllarda yol tamamen boş iken, birkaç yıl içerisinde, şimdiki Şenol Güneş stadyumununa gelmeden, deniz kenarında bir sıra apartman yapılmıştı. Yıllarca yolumuz üzerinde birkaç köy evi, Holamanadaki plaj ve bu apartmanlardan başka bina yoktu. Yıldızlıdan Akçaabat’a giderken de bizim beyaz olduğu için İstanbul’daki otele benzetip ‘’Tarabya’’ dediğimiz bir un fabrikasından başka hiçbir şey yoktu.
Bizim evlerin mevkiinde sahil yolunun kenarında kilometreler boyunca uzanan dev söğüt ağaçları olduğu için bu bölgeye Söğütlü de denilirdi.
Mahallemizin kendisi de Yıldızlı adına gerçekten layıktı. Evimiz belli ki bir koy içerisindeydi. Deniz kenarındaki balkona çıktığımızda bir tarafta Trabzon burnunu diğer tarafta Akçaabat burnunu görürdük. Bu uzak ışıklar arasında hiçbir ışık olmadığı için, denizin üzerinde samanyolunu ve insan gözünün görebileceği bütün yıldızları görürdük. Bazı geceler de balkonda oturup denizin derinliklerine düşen şimşekleri seyrederdik. Bizim balkonda hava gayet güzelken denizde fırtınalar koptuğu çok geceler olurdu. Karadeniz’den asırlar boyu boşuna korkulmadı ya, namını tamamen hak eden bir denizdir. Birkaç yıl sonra Akçaabat tarafımızda, şimdi Hilton’un olduğu yere çok büyük bir bina yapılınca sadece Trabzon burnunu görür olmuştuk.
Şimdikine göre çok daha dar olan, söğütlerle bezeli sahil yolundan, sahile doğru inen, birkaç yüz metrelik cep gibi o zamanlar toprak olan bir yol ayrılır. Doktor evleri denilen villalar da bu yolla, sahil şeridi arasında sıralanırdı. Bizim ev bu tali yolun Trabzon tarafındaki başlangıcında yer alırdı.
Yoldan ön bahçeye girilir, arka bahçeden de direkt olarak sahile inilirdi. Ancak arazi bir hayli eğimli olduğu için normalde tek katlı ve bir de tavan arasından ibaret planlanmış evin, altında bir başka daire daha çıkmıştı. Bu dairenin de, girişi toprak hizasında iken, evin balkonu, altında duşlar bulunan bir kat yüksekliğinde direklerin üzerinde bulunuyordu.
Yani bizim ev ön bahçede hemzemin pozisyonunda dururken, denize bakan balkonu, üçüncü kat hizasındaydı.
Evle deniz arasında en az 30-40 metre uzunluğunda bir bahçe vardı. Bu bahçeden, en az yarım kat yüksekliğinde bir merdivenden daha inerek kumsala ulaşırdık. İlk yıllarda kumsal da en az 8-10 metre genişliğindeydi.
Bütün bunları göz önüne alınca bizim balkon, denizden en az 10-12 metre yukarıda, 50 metre de uzağında olmasına rağmen, balkondan baktığımız zaman denizin dibindeki çakılları görürdük. Deniz sadece bol yağmur yağdıktan sonra derelerden gelen topraklı su ile bulanırdı, onun dışında tertemizdi.
Bizim sahil, Karadeniz’in volkanik yapısından olsa gerek simsiyah bir kumla kaplıydı. Bu siyah kum güneşin bütün ısısını çeker ve ayak tabanlarımızı ateşte dağlanmış gibi yakardı. Başlangıçta itici bir renk gibi görünse de yakından bakılınca içerisinde koyu yeşil renkli taneler olan muhteşem bir kumsaldı. Denizin, dalgalarının vurduğu tam kıyısı ise ince çakıllarla kaplıydı. Bu ince çakılları geçip de denize girdiğinizde ise çakılların boyları büyür, üzerine yürümesi zorlaşırdı.
Zaten pek uzun süre ile yürünecek bir deniz de değildi, bir iki adım attıktan sonra aniden derinleşir, suyun yüksekliği boyumuzu geçerdi. Biraz açıldıktan sonra denizin derinliği biraz olsun azalır, denizin tabanı tekrar kum olurdu. Bu kısımda boy vereceğiz, aşağıdan kum çıkaracağız diye dalmaktan, kulak zarlarımıza epeyce zarar verdik.
Denizin altındaki yüzeysel kumula dalyan denilirdi. Bazı yıllar, dalyan çok daha belirgin olur, bizim balkondan bile gölge şeklinde, görünecek hale gelirdi. Böyle yıllarda, denizde 50-100 metre açılınca, denizin altında birikmiş kumlar, derine dalmamıza gerek kalmadan, boy hizasında, hatta bel hizasında olurdu. Dalyana kadar yüzebilmek bizim için yüzme okulundan mezun olmak gibiydi.
Bütün yazı bu tertemiz denizde ve simsiyah kumsalda geçirirdik. Denize girince, hiç çıkmak istemez, dudaklarımız morarıp, parmaklarımız buruşmadan dışarı çıkmazdık. Çıktığımızda da kumlar ateş gibi sıcak olduğu için kısa bir yatış ve kumlara bulanış sonrasında yeniden denize dalmaya hazır olurduk.
Karadeniz’e rengi belli olmayan deniz denir ya, yalan, aslında göğün rengi belli değil, deniz de onun rengine bürünüyor, deniz ne yapsın? Belki de huyu belli olmayan deniz demek lazım, ama bölgenin havası o kadar değişkendir, rüzgarlar o kadar hızlı değişir ki, deniz ne yapsın?
Bundan yıllar önce Akdeniz kenarında bir yerde tatile gitmiştim. Her gün, denizin belli bir dalgası vardı. Herkes bu gün deniz durgun diyorlar, ben bakıyorum, deniz dalgalı, ertesi gün bu gün deniz bayağı dalgalı diyorlar, ben bakıyorum deniz dünkünden daha farklı görmüyorum. Acaba bunlar neye dalga diyorlar diye şaşırmıştım.
Çünkü Karadeniz, dalgasız ise gerçekten dalgasızdır. Bir bardak içerisindeki sudan bile daha durgun olabilir, bir-iki santimlik dalgalar da son derece normaldir. Karadeniz dalgalı ise de dalgalıdır. Bir saat dalga yapıp, limandan koca koca kayaları söküp, gemileri birbirine çarpabilir, sahil yolunu koparıp, sokakları dümdüz edebilir.
Bu kadar olmasa da evin önündeki kumsalda metrelerce ilerleyen dalgaların olduğu günlerde denize girmeye bayılırdık. Dalgaları yakalar onların üzerinde bedenimizi gerer ve dalganın üzerinden kendimizi kumsala kaydırırdık. Bu faaliyetimizin adı da viya kaymaktı. Viya kaymak çok zevkli olduğu kadar da ustalık isteyen bir iştir, eğer dalganın uygun anını yakalayamazsan, dalga içerisinde çamaşır makinesine düşmüş gibi çırpınır, boğulma tehlikesi atlatır, ya da deniz kenarındaki çakıllara çarpar, sağını solunu kanatırsın.
Böyle dalgalı denize girdiğimiz ve defalarca viya kaydığımız her seferinde, ertesi gün, dizlerimiz, ellerimiz parçalanmış, kaslarımız tutulmuş bir şekilde kalkar, gene de acaba bu gün de denizde dalga var mı diye heveslenirdik.
Bütün mahalle tanıdıklardan oluştuğu için şimdiki çocuklar gibi değildik, güvende hissederdik. Evlerimizden kolayca birlikte vakit geçirmek için izin alabilirdik. Bazen geceleri sahilde büyük bir ateş yakar, sonra da gece karanlığında bir birimizi elbiselerimizle denize atardık. Bu durumda ailelerimiz hiç endişelenmediğinden olsa gerek, hiçbirimiz azar işitmezdik.
Denizden eve dönerken evin altındaki duşlarda üzerimizdeki kumları akıtmamız gerekiyordu. Her seferinde duş aldığımız halde, üzerimize yapışan kumlardan tamamen kurtulamazdık. Kulaklarımızın içinden bile kum çıktığını hatırlarım, sabahları yatağımızı düzeltirken mutlaka çarşaflarda neredeyse bir avuç kum olurdu.
Sahil o zaman, askeri kamp ile bizim kumsalı ayıran kayalıklardan itibaren, kilometrelerce kesintisiz bir şekilde devam ederdi. Biz de bu kumsalı sadece denize girmek için değil, kayalıklara kadar gidip, kaya tırmanışı yapmak için de kullanırdık. Keçi gibi o kayalara tırmandığımızı hatırlıyorum.
Hatta bir seferinde kuzenlerimizden birini yanımıza katıp, evin ön kapısından yola çıkmış, bütün villaları geçmiş, sahil yolundan yukarıya doğru ilerleyip, şimdiki üniversitenin Fatih kampüsünün olduğu yerdeki bir arkadaşımıza uğrayıp, onu da alıp dere tepe aşıp ta Sera gölüne gitmiş, oradan geri dönüp, askeriyenin kayalarından inerek eve ulaşmıştık.
Biz daha önce de böyle saatlerce ortadan kaybolduğumuz için bizimkiler hiç heyecanlanmamış, fakat tek kızından saatlerce haber alamayan halamız sinir krizleri geçirmiş, annem de kadını bir türlü sakinleştirememişti. Şimdi geri dönüp bakınca ne yürüdüğümüz yolun uzunluğuna ne de o gün bile azar işitmemiş olmamıza hala inanamıyorum.
İlk balık tutma deneyimlerimizi de bu evde yaşamıştık. Mezgit avlamak için, üzerinde 20 cm aralıklarla olta kancası bağlı bir misina kullanılır. Bu çoklu kancayı yavaşça denize salarsınız, mezgitler oldukça aptal balıklardır, hiç yem olmadan da, boncuk dizisi gibi misinaya takılırlar. Bu yöntemde tek dikkat edilmesi gereken şey misinayı bulaştırmamaktır, yoksa kolay kolay açılmaz.
Bir gün komşunun takası ile denize çıktık, kilolarca balık yakalayıp döndük. O gün evde bayağı bir balık ziyafeti çektik.
Bu hevesle birkaç gün sonra tekrar balığa çıktık. Bu arada eve bir misafir gelmiş, annem de çocuklar balığa çıktı, size balık pişireceğim diye misafiri imrendirmiş. O gün tek bir balık tutamadan geri döndük, çevremizdeki bütün kayıkların ise bol bol tutuklarını görüyorduk. Kös kös eve döndük. Ben daha eve varmadan, Sermin yukarı çıkmıştı. Annem balıklar nerede diye sormuş, Sermin derhal sahile geri koşup, diğer bir balıkçıdan balık satın alıp eve getirdi. Öyle ki annem bile bizim tuttuğumuzu sanarak misafire öğünmüştü.
Balıkçılık yapmayı pek beceremediysem de, takalarda kürek çekmeyi ve dümen kullanmayı öğrenmiştim. Branda bezinden yapılmış, üzeri boyanarak su alması engellenmiş, tek kişilik, tek kürekli bir kanomuz vardı. Bu kanoyu kullanmak oldukça denge gerektiren bir şey olmasına karşılık, deniz dalgalı bile olsa, hiç devrilmeden, kolayca kullanabiliyordum.
Oysa evin önündeki toprak yolda bisiklete binmeye çalışır ve bir türlü dengemi bulamazdım. Bisiklete binmekle ilgili en büyük başarım evin önündeki bir kilometreden daha kısa olan yolu bir baştan diğerine kadar düşmeden gidebilmek olmuştu.
Evimizde çok büyük bir plak koleksiyonu vardı. Mahalledeki arkadaşlarla, ya da Nermin’lerin Üniversitedeki arkadaşlarıyla toplanır, tepinerek dans eder, tepsiler dolusu poğaçalar yerdik.
Ne kadar hareketli bir çocukluk geçirmişiz. Gün boyu böyle it gibi tepindiğimiz için yatar yatmaz porsuk gibi uyur, sabaha kadar bataryalarımızı yeniden doldurur, sabahları enerji küpü gibi kalkardık.
Her sabah kalkar kalkmaz evi hızla paspaslar, ardından kendimizi denize atardık. Ancak anneme haber vermeden, izin almadan denize gidemezdik. Yani bol bol oynamamıza, enerjimizi boşaltmamıza, arkadaşlık etmemize izin vardı, ama bir yandan da üzerimizde evle ilgili sorumluluklar da vardı.
Hem villa çocukları, yani şehrin en elit ailelerinin çocukları, hem de köy çocukları ile, eşit derecede arkadaşlık ederdik, yani arkadaşlarımızın belli bir sosyal çevreden olmasına gerek yoktu. Bir yandan kanoya binip, dans ederken, diğer yandan taka ile balık tutup, araba lastikleri ile yüzdüm. Damlarda tütün dizerek, bez parçalarından yaptığımız bebeklerle oynayarak, tarla sulama havuzlarında kurbağa tutarak, çok güzel bir çocukluk geçirdim.
Şimdiki çocuk yetiştirme fikirlerinden ne kadar da farklı değil mi?
Bu yazıyı okuyan ve yorum gönderen lise arkadaşım Yüksel Taştan’a teşekkür ederim. Yorumunu aynen ekliyorum. Elbette viya kelimesini düzeltim. daha önce word programı benim yerime vira yazmış, ben de fark etmeden bu şekilde yayınlamıştım.
Sevgili Arkadaşım,
Ben de bir deniz çocuğu olduğumdan-Faroz’da doğmuş olmamdan ötürü- çok yoğun duygular içerisinde su gibi içtim yazını…
Evimiz denize, 50 mt. mesafede olmasından ötürü, benzer şeyleri yaşamışız yaşadıklarının…
Yazında bir hatayı düzeltmen gerekiyordu.
Uygun dalga önünde kaymaya; VİYA kaymak denir.
Gerçi bu yanlışlığı yapan sadece sen değilsin Ayşe…
Zafer Alagöz, “Haşırt Dı Bilekbord” adlı kitabında FİYA diye yazmış, onu uyardığım için geri dönüş yapıp, bana teşekkür etmişti. Senden böyle bir şey beklediğimden değil, doğrusunu bilmeni istedim.
Hatırlar mısın bilmem, biz bir ara aynı sırada oturduk 5 Fen B’de… Ve sene sonuna doğru o sıranın gözünü en düzgün, hiç pürüzsüz olan başka bir sıra gözü ile değiştirirdim.
Okulun son günü, uygun bir zamanda, pencereden aşağıya atar, aşağıda bekleyen arkadaşım alıp beden eğitimi salonunun arka tarafında beni beklerdi. Alıp eve götürürdüm. Onunla Viya koşardım. Karnımızın altına alır, uygun dalganın, kırılma anını hesaplar ve önüne geçip sahile kadar o dalgayla kayardık. Yani anlayacağın, bir nevi SÖRF yapardık. Tek fark, ayakta değil, yüzüstü kayarak.
Askeri kampla siziz evin arasında, 7,5 kulaç derinlikte dökmelik(kayalık) vardı. Ve biz araya seyrek ağ (gözü geniz ağ)kurardık. Çok güzel Mavroşgil(Eşkina) Karagöz; Kötek Balığı (Minekop) yakalardık.
Ayşe, bu saydığım balıklar o kadar değerli balıklar ki, bugün hem çok az yakalanıyor, hem fiyatı çok pahalı olduğundan her kez yiyemiyor.
Bir de genelde Tirsi’olta ile yakalandığı bilinir. Oysa, yine sizin orada ve aynı yöntemle çok güzel tirsi yakalardık.
İnan öyle zaman olurdu ki balıklar ağdan pülkül gibi asılırdı. Her biri yarım kiloya varan Tirsi’ler…
Çok severek okuyorum, devam Ayşe…!
Selamlar
Bu resmin harika..profil resmi yapsana..Çocukluğunu yazman benim de aklima çocukluk anilarimi getirdi…
Sevgili Arkadaşım,
Ben de bir deniz çocuğu olduğumdan-Faroz’da doğmuş olmamdan ötürü- çok yoğun duygular içerisinde su gibi içtim yazını…
Evimiz denize, 50 mt. mesafede olmasından ötürü, benzer şeyleri yaşamışız yaşadıklarının…
Yazında bir hatayı düzeltmen gerekiyordu.
Uygun dalga önünde kaymaya; VİYA kaymak denir.
Gerçi bu yanlışlığı yapan sadece sen değilsin Ayşe…
Zafer Alagöz, “Haşırt Dı Bilekbord” adlı kitabında FİYA diye yazmış, onu uyardığım için geri dönüş yapıp, bana teşekkür etmişti. Senden böyle bir şey beklediğimden değil, doğrusunu bilmeni istedim.
Hatırlar mısın bilmem, biz bir ara aynı sırada oturduk 5 Fen B’de… Ve sene sonuna doğru o sıranın gözünü en düzgün, hiç pürüzsüz olan başka bir sıra gözü ile değiştirirdim.
Okulun son günü, uygun bir zamanda, pencereden aşağıya atar, aşağıda bekleyen arkadaşım alıp beden eğitimi salonunun arka tarafında beni beklerdi. Alıp eve götürürdüm. Onunla Viya koşardım. Karnımızın altına alır, uygun dalganın, kırılma anını hesaplar ve önüne geçip sahile kadar o dalgayla kayardık. Yani anlayacağın, bir nevi SÖRF yapardık. Tek fark, ayakta değil, yüzüstü kayarak.
Askeri kampla siziz evin arasında, 7,5 kulaç derinlikte dökmelik(kayalık) vardı. Ve biz araya seyrek ağ (gözü geniz ağ)kurardık. Çok güzel Mavroşgil(Eşkina) Karagöz; Kötek Balığı (Minekop) yakalardık.
Ayşe, bu saydığım balıklar o kadar değerli balıklar ki, bugün hem çok az yakalanıyor, hem fiyatı çok pahalı olduğundan her kez yiyemiyor.
Bir de genelde Tirsi’olta ile yakalandığı bilinir. Oysa, yine sizin orada ve aynı yöntemle çok güzel tirsi yakalardık.
İnan öyle zaman olurdu ki balıklar ağdan pülkül gibi asılırdı. Her biri yarım kiloya varan Tirsi’ler…
Çok severek okuyorum, devam Ayşe…!
Selamlar
0532 505 71 47
Sevgili Yüksel, haklısın gözümden kaçmış hemen viya olarak düzeltiyotum
Kiz Aysenur. Benim de askeri kampa geldigim olmustur asker cocugu arkadaslarla. Sizin villalari da bileyrum tabi ki Akcaabat a daha yakindilar. Biz yenimahalle de oturduk hep ama Faroz ile yakin iliskimiz vardi. Biz de ordaki balikci limanindan hep taze balik alirdik. Denize de hep mendirekin orda girerdik. Kayaliklardan midye toplar sahilde ates yakip bir teneke üstünde pisirir yerdik. Bir de hafta sonlari bazen uzunkum da ailece mangal yapilan tesislerde daha cok köfte yerdik ve denize girerdik. Benim yolum 43 senedir Trabzona düsmedi. Simdi o sahillerin hep doldugunu yeni mahallenin üst tarafinda mandalina bahcelerinin kalmadigini duyunca acaba yillar sonra ilk gencligimin gectigi o yerlere gidersem karsilasacagim hafizamdakinden cok farkli bir Trabzon ben de hangi duygulari uyandirir diye merak etmiyorum da diyemem. Hacettepenin bir toplantisi da belki Trabzon da olur diye hala da umutluyum. Sen Trabzonu terkettiysen de Orhan Özgür daha orda dir da. Yazilarini keyifle okuyorum böyle devam et. Selamlar sevgiler
Her satırı içime sindirmek için yavaş yavaş okudum . Neler neler hatırladım . Güzel günlerdi . Yüreğine sağlık Ayşe , sevgim sizlerle ❤️
Ne kadar guzel yazmissiniz Aysenur Hanim. Ne güzel anilar, ne güzel dostluklar biriktirmissiniz.