Geçen hafta sonu gene Erzurum’daydım. Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi benim kardeş Fakültem, 2000’li yılların başında bir yıl boyunca rotasyon yapmıştım. Her Pazar günü Erzurum’a gidip, Cuma günü Trabzon’a geri dönüyordum. Bu, 3-4 saatlik yolu giderken, Zigana ve Kop dağları dahil, birkaç ciddi dağ sırası geçer, iklim, mevsim ve coğrafya değişiklikleri yaşarsınız. Sıfır rakımdan başladığınız yolu , 1900 metre yükseklikte kurulu bir kentte tamamlarsınız.
Deniz kıyısından başlayan yolculuk mesela mayıs ayı ise kıyıda ilk bahar ile başlar. Zigana’da belki minik bir kış ya da yoğun bir sis ile çarpılır, tüneli geçtikten sonra tamamen farklı bir iklime girersin. Artık hem bitki örtüsü değişiktir, hem de ilkbahar henüz başlamamıştır. Zigana’dan sonra da gelsin dağlar, dağlar ve dağlar. Bütün bu yollardan geçip, Erzurum’a gidene kadar ilkbahar kendini tamamen benim alışık olduğum şekliyle kış mevsimine bırakır. Erzurum standartlarında ise kış değildir tabii. Bizim abril 5 dediğimiz zamanda, yani Nisan başında kar yağar, camış kıran soğukları derler, bundan başka berdelacuz, hamsin, zemheri, bildik bilmedik bütün halk arasında söylenen soğuklar, dibine kadar soğuk olur. Hiç mevsimsiz mesela haziranın başında kar yağar, kimse şaşırmaz, hele temmuz soğukları da geçsin yaz gelecek derler.
Her hafta aynı yolda araba kullanırken, bir yandan manzaranın keyfini çıkarır, bir yandan da yoğun hayatımda bir türlü fırsat bulamadığım, zihinsel faaliyetlere dalar, kendi kendime hayata ve evrene dair varoluş felsefeleri yapar, akademik çalışmalar dizayn ederdim. Bu yol boyunca gerçekten de aklıma oldukça parlak düşünceler gelirdi, hatta akademik dosyamda en fazla atıf almış, anne karnında androjenlere maruz kalmanın, el parmak uzunlukları üzerine etkilerini gösteren çalışmamı da bu yolda olgunlaştırmıştım.
O yıllarda Erzurum, gezmek istesen, yemek istesen pek fazla seçenek bulamayacağınız bir şehirdi. Dolayısı ile akılda en çok kalan şey soğuk, soğuk ve yine soğuk olurdu. Akşam saat 6 oldu mu sokak kestanecileri bile evlerine giderdi, sokaklarda in cin top oynardı.
Son birkaç yıldan beri Erzurum’a gitmemiştim.
Geçtiğimiz hafta sonu, ta 2002 yılından beri yaptığımız, bir çok üniversitenin katıldığı artık geleneksel hale gelen vaka toplantısına gittim. Bu toplantıların başlamasındaki kilit rolüm dolayısıyla arkadaşlarım artık emekli olmama beni de davet etmişlerdi. Ben de hem arkadaşlarımı görme, hem de birkaç ilginç vaka üzerinde tartışma fırsatını kaçırmak istemedim.
Bu gidişimde şehri çok güzel buldum. Birincisi şehir bayağı modernleşmiş, birkaç tane alış veriş merkezi açılmış, geniş caddelerde kocaman çağ kebapçılar, kafeler açılmış, her yer cıvıl cıvıl, insan ve öğrenci kaynıyor. İkincisi Palandöken Dağına gereken önem verilmiş, şimdi her şey çok daha güzel. Tesisler sanırım Uludağ’dan daha bile güzel. Pistlerden söz etmeye zaten gerek yok. Avrupa çapında pistleri var. Bu kadarla da kalmayıp, birkaç yıl önce yapılan kış olimpiyatlarından kalma hokey pistleri, buz kayağı pistleri, atlama kuleleri gerçekten de şehrin çehresini değiştirmiş. Ama en önemli olan, oldukça başarılı tarihi restorasyon yapılmış. Erzurum zaten açık hava müzesi gibi bir şehirdir. Şimdi eski Selçuklu eserleri kapatıp, girilemez sokak aralarına gömen gecekondu mahalleleri ıslah edilip, kale, saat kulesi ve bir çok kümbet ortaya çıkartılmış. Bu hali ile Erzurum gerçekten çok ama çok güzel bir kent olmuş.
Aslında o muhteşem coğrafyasına ve zengin tarihine yakışan bir kent olmuş. Umarım devlet tiyatrosu da yakında açılır.
Çanakkale’den uçak saatleri ya çok erken, ya da çok geç saatte olduğu için ben Erzurum’a bütün diğer arkadaşlarımdan yarım gün daha erken gidip, yarım gün daha geç ayrıldım. Bu iki yarım günü Zerrin ile geçirmek ayrı bir keyif oldu.
Zerrin Orbak ve bütün Orbak ailesi benim, bu Erzurum seferlerimden tanıdığım ve tanımaktan çok zevk aldığım insanlardır.
Zerrin muhtemelen hayatım boyunca tanıdığım, en olgun ruhlu insanlardan biridir. Son derece sakin, merhametli, iyi kalpli olmasının yanı sıra çok akıllı ve kapasiteli bir insandır. İş yaparken o kadar, akışkan bir çaba gösterir ki, dışarıdan bakan bir insan, o anda çalıştığını bile anlamayabilir. Ben oradayken Milli Pediatri Kongresi düzenlediler. UPEK kongresini de önce ben ertesi yıl Zerrin, peş peşe yaptık. Ben yıllar önce Milli Pediatri kongresi de yapmıştım. Kendi kongre hazırlık dönemlerimdeki ruhsal halimle Zerrin’in kongre hazırlık halini elektrik yükü üzerinden kıyaslarsak, Zerrin mutfağındaki tost makinesinde tost yaparken, ben yüksek gerilim hattında çarpılmış gibiydim.
Zerrin çok bir hekim ve iyi bir akademisyendir. Birlikte yaptığımız vizitlerin tadı hala damağımda kalmıştır.
O da beni çok sever. Öyle ki eşi Recep bana ‘’Zerrin öyle bir Ayşenur abla diyor ki, ağzından üç tane daha Ayşenur abla dökülüyor. Artık kıskanmaya başladım’’ derdi.
Elbette Recep’le de çok iyi arkadaş olduk. Hatta, Zerrin ve Recep’le üçümüz Avusturalya’ya birlikte gidip, bir hafta birlikte gezdik. Hani insanları tanımak için yapılacak en güzel şeylerden biri de birlikte gezmektir ya, aramızda hiçbir gerginlik, anlaşmazlık çıkmadan, son derece uyumlu bir şekilde gezdik ve çok memnun bir şekilde geri döndük.
Ben onları tanıdığım zaman iki kızları vardı, şimdi üç oldular ve elbette büyüdüler. Kızlardan büyük olanlar meslektaşımız oldular. Bu hafta sonu bana bayağı arkadaşlık ettiler.
Zerrin ve Recep emeklilik törenime de gelmişlerdi. O törende de anlattığım, Zerrin’le yaşadığımız unutulmaz bir anımızı yazmak istedim.
Atatürk Üniversitesinde çalışırken, Zerrin’in diabet ve glüten enteropatisi olan bir hastası vardı. Son derece güzel, su gibi bir genç kız olan bu kızcağızın, masal cadısı gibi korkunç bir de annesi vardı. Bu kadın boyu kızının yarısı kadar, eni beş katı kadar, rengi kızından en az 10 ton daha koyu, bir eli doğuştan, bileğinden itibaren olmayan, son derece çirkin bir kadındı. Kızından o kadar farklı bir görüntüsü vardı ki, acaba bu kadın gerçekten bu kızın anası mı diye düşünürdüm.
Çirkinliği bir yana oldukça da çirkef bir kadındı. Çocuğu her seferinde şeker komasında getirirdi. Birkaç günde toparlar, taburcu edecek hale getirirdik, ancak kadın her seferinde hastaneden çıkmamak için kırk dereden su getirir, bin bir icat çıkarır, olmadık bahaneler yaratır, bir türlü evine gitmezdi. Üç gün yatması gereken çocuğu neredeyse 3 hafta yatırır, artık zorla taburcu ederdik, nasıl beceriyorlarsa aradan bir saat geçmeden gene koma halinde geri gelirlerdi.
Bu kadından inanılmaz derecede usanmıştım, onları bir an önce göndermek isterdim ama, Zerrin her zamanki iyi niyetiyle, belki de hastane şartları evinden çok daha iyidir, kim bilir evinde odun mu yok, yemek mi yok diyerek benim fikrimi de yumuşatırdı. Zaten kadını kendi karar vermeden taburcu etsek, bir saat geçmeden kızı komaya sokup geri getiriyordu, bari çocuk daha fazla zedelenmesin diyerek teslim olmuştuk. Her gelişinde en az bir ay yatıp öyle gidiyorlardı.
Sonunda anlaşıldı ki bu kadın meğer, fuhuş yaptırmak için aracılık yapan birisiymiş, hastanede artık ne işler becerdi bilemem, ama belli ki hastanede olmak, evinde olmaktan daha verimliydi. Hala merak ediyorum, o kız gerçekten bu kadının kızı mıydı, yoksa başka işler için kullandığı bir kız mıydı.
Sonuç olarak kadın, hasta çocuğu kullanarak, Zerrin’i de beni de kendi işini rahat yapmak için kullanmış oldu.
Hekimlik oldukça yüksek riskli bir meslektir. Mesela hastalardan enfeksiyon kaparsın, asistanlığımda kaç arkadaşım hepatit oldu, daha sonra asistanlarımdan tüberküloz geçiren oldu, ben kaç kez grip, gastoenterit oldum hatırlamıyorum.
Yorgunluk, uykusuzluk, ağır düşünce yükünden hem beden hem de ruh sağlığınız bozulur, bu da mesleğin cilveleri.
Son dönemlerde fiziki saldırılar hekimliği, yaralanma ve öldürülme riski yüksek bir meslek haline getirdi.
Ama biz, iki profesör, güya bu kadar da akıllı geçiniyoruz, aşı yok, ateşi yok diye merhamet gösterelim derken, durduk yerde hiç akla gelmedik işlerde kullanılmış olduk.
hocam elinize sağlık. çok güzel…