Tülin Basa benim ana tarafımdan ata kuzenlerimden biri. Aslında tam olarak annemin halasının torunu. Kulağa biraz uzak bir akrabalık gibi gelebilir, ama bizim için yakındır. Ayrıca Tülin’le aramızda akrabalık bağı dışında ruhsal bir bağımız da vardır. Ne zaman benimle ilgili bir rüya görse çıkar, ya da ben onunla ilgili bir sıkıntıya düşsem mutlaka bir anlamı vardır.
Hacettepe’deki asistanlığım sırasında o da Hıfzıssıhha laboratuvarında çalışıyordu. Dolayısıyla iş yerlerimiz arasında sadece karşıya geçilecek bir yol vardı. Böylece özellikle de asistanlığımın son yılında, öğlen arasında sıkça buluşmamız mümkün oluyordu.
Genellikle ben onun yanına giderdim, onun laboratuvarında çalışan herkes beni tanırdı. Aynı laboratuvarda çalıştıkları çok efendi, ama bir o kadar da ağırkanlı bir delikanlı vardı. Adını bir türlü aklımda tutamadım, çünkü ilk gördüğüm gün çocuğa Kamuran adını takmıştım. Bence, Reşat Nuri Gültekin’in Çalıkuşu romanındaki Kamuran karakteri gerçek olsa ve bizim zamanımızda yaşasa kesin bu çocuk olurdu.
Bir gün gene Tülin’in yanına gittim. Kamuran beni görünce her zamanki nezaketiyle benimle uzun uzadıya konuşmaya başladı. Biz de o gün dışarıya çıkıp bir şeyler atıştırmaya karar vermiştik. Malum ben asistanım, öğlen tatil zamanım oldukça kısıtlı, Kamuran’ın çeke uzata konuşmalarıyla hiç zaman kaybetmek istemiyorum. Ona dışarıya çıkacağımızı söyledim. Bu kez onun da aklına dışarıda yemek geldi. Paltosunu giydi, eline şemsiyesini aldı, bizimle birlikte çıktı ve hep birlikte yürümeye başladık. Bir yandan da yarım gövde dönüp, önümüzü keserek lüzumlu, lüzumsuz bizimle konuşmaya devam ediyor. Biz ise onu başımızdan savmaya çalışıyoruz, ama ne mümkün, o anlattıkça anlatıyor.
Sonunda Tülin’in kulağına ‘’ hadi, koşarak uzaklaşalım buradan’’ diye fısıldadım. Nasıl olsa peşimizden koşacak hali yok, hoş koşsa da ne gam, nasılsa bize yetişemez diye düşünüyorum. Nedense bu sözlerim Tülin’in çok komiğine gitti, kahkahalar atarak, olduğu yerde felç olmuş gibi kalakaldı. Biz koşamadık ama, Kamuran muhtemelen sokak ortasında biri kahkahalar atan, öteki onu çekiştiren iki hanımla görülmek istemediği için yanımızdan uzaklaştı.
Böylece biz kaçamasak da, acilen kaçma isteğim maksada ulaştı.
Ama insanlardan (çizgi filmlerdeki gibi) gerçekten koşarak kaçtığım iki olayım vardır.
Bunlardan ilki Elazığ’da mecburi hizmet yaparken gerçekleşti. Mecburi hizmete ilk gittiğim aylarda Sevda adında bir ev arkadaşım vardı. Yemekleri her akşam ben hazırladığım için, bir gün bana ‘’Ayşenur abla bu akşam yemekleri ben hazırlayacağım, bir şişe de şarap açarız’’ diyerek beni evde yemeğe davet etti.
Niyetimiz güzel bir yemek yiyip, müzik dinleyip, sohbet etmekti. Oldukça entelektüel bir kız olduğu için onunla sohbet etmeyi severdim, bayağı iyi bir okuyucu idi, hemen her konuda bir fikri vardı, yani onunla konuşmak bana iyi gelirdi.
Normalde, böyle bir akşamda yapabileceğimiz en frapan iş, olsa olsa hastanedeki arkadaşların dedikodusunu yapmak, belki de başhekimi çekiştirmek olabilirdi. Ama işler böyle gitmedi.
Gerçekten de, Sevda, güzel bir sofra kurdu, hatta hiç unutmam, tatlı olarak puding bile yaptı. Sofrada bir de bir şişe Elazığ Buzbağ şarabı var. Şöyle rahat kıyafetler giyip sofraya oturmak üzere iken, Sevda’ya bir arkadaşından bir telefon geldi. Onun tanıdığı bir doktor arkadaşı, kendinden birkaç yaş büyük bekar teyzesi ile votka içiyorlarmış, bizi de davet etmişler. Sevda ise bizim masaya oturmak üzere olduğumuzu söyleyerek tekliflerini reddetti ve teşekkür edip telefonu kapattı.
Daha kızcağız bana ne konuştuklarını tam olarak anlatamadan kapımız çaldı ve benim daha önce hiç görmediğim iki kadın eve geldi. Biri Sevda’nın arkadaşı imiş, diğer kadını ise Sevda da tanımıyor, o da meşhur teyze hanım.
Biz de ne yapalım, içeri buyur ettik. Önce, tokuz diye yemeğe oturmadılar ve şimdi karıştırmayalım diyerek şarap içmeyi de ret ettiler. Biz ise onlara meyve ikram edip, çaresiz, yanlarına oturup sohbet konusu yaratmaya gayret ettik.
Sanki ev sahibi onlarmış gibi, bize siz yemeğinizi yiyin diyerek bizi sofraya geri gönderdiler. Kendileri de, biraz sonra fikir değiştirip sofraya oturdular ve hem bütün yemekleri yediler hem de bütün şarabı içtiler.
Biraz sonra yeğen olan kız ağlayarak, salonun ortasına kusmaya başladı. Teyze olan da gayet anlayışlı bir şekilde ‘’kus annem’’ diyor, ‘’bana kimse anlayış göstermedi, kus’’.
Kadın böyle söyledikçe kız bir düğmesine basılmış gibi kusmaya devam ediyor. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Sevda büyük bir telaşla kızı banyoya götürdü, geri gelip koltukları temizlemeye başladı. Ama kız banyodan çıkıp salona geri geldi ve kaldığı yerden kusmaya devam etti.
Teyze olan bu sefer gene büyük bir anlayışla, oturduğu yerden dili dolanarak ‘’karıştırdık ya ondan, kus evladım, kus’’ diyor.
Kız da kustukça kusuyor. Bir mide nasıl bu kadar çok kusmuk üretebilir, şimdi bile şaşıyorum. Kızın içi dışına çıktı sanki, sular seller gibi kustukça kustu, kustukça kustu. Salonda üzerine kusulmadık halı, koltuk hiçbir şey kalmadı.
Sevda büyük bir telaşla, onların yanında kovalar, bezler, leğenlerle temizlik işine girişti. Ben ise nasıl yapsak da bu kadınlardan kurtulsak derdindeyim. Artık kibarlığı, ev sahipliğini filan bıraktım, teyzeye sizin evinize gitmeniz lazım dedim. Bu halde nasıl gidelim diye cevap verdi. Doğru yürüyecek halde değiller, taksi çağırmayı teklif ettim, olmaz şoför kim bilir bize neler yapar dedi.
Bende evde daha büyük rezalet çıkacak sonra Elazığ küçük yer, benim adım evinde alem yapıyor diye çıkarsa yandım, artık bir hekim olarak kimseden saygı göremem diye düşünüyorum.
Bir an önce kadınların kabul edeceği bir hal çaresi bulup onları evlerine göndermem lazım. Sonunda aklıma göz ihtisası yapmakta olan Melih isimli bir arkadaşım geldi. Bu çocuk anlına silah dayasan bile zor konuşan biriydi.
Bir arkadaşımla evlerine gitmeyi kabul ettiler. Hemen Melih’e telefon ettim, ama o da 5 kişilik bir lojmanda kalıyor ve hepsi de bizim hastanede çalışan doktorlar, yani ev arkadaşlarının başımıza gelenleri duymasını istemiyorum.
Telefona önce kim çıktı hatırlamıyorum, ama Melih’i istedim. Melih telefona gelince de ‘’ Melih, ben Ayşenur, şimdi sessizce beni dinle, etrafındakilere çaktırma, ama çok zor durumdayım, çok acele arabanla benim eve gel’’ diyebildim. Bu kadar esrarengiz bir telefonu alınca aklından kim bilir neler geçti ki, çocukcağız telaş içerisinde, aradan bir dakika bile geçmeden evime geldi.
Bizi sağ salim görünce derin bir nefes aldı, omuzlarından büyük bir yük kalktı, ama evdeki durumdan kurtulmamız gerektiğini de hemen anladı. Evlerini biliyorsanız tarif edin dedi, evi Sevda biliyordu. Tarif edince Melih hemen neresi olduğunu anlayıp, ben şimdi bunları götürürüm dedi. Ama Melih’i gören teyze ona asılmaya başlayınca onları yalnız göndermek istemedim.
Sonuç olarak, Melih, Sevda ve ben bu iki kadını evlerinin kapısına kadar önce arabayla, sonra da sürükleyerek götürdük. Zil zurna sarhoş kadınları kapıya dayayıp, zili çaldık ve merdivenlerden aşağıya koşarak kaçtık.
Bu olaydan sonra kadınları bir daha hiç görmedim. Bu olay yüzünden Sevda benden defalarca özür diledi. Melih de bir kez olsun o akşam evinde ne oldu diye sormadı. Kendi ev arkadaşlarına da ağzından bir şey kaçırmadığından eminim, çünkü hastanede bu mevzunun hiçbir zaman dedikodusu yapılmadı. Galiba komşular da herhangi bir şey fark etmediler. Yani çok ucuz atlattım, ondan sonra da bu tip bir olayla hiç karşılaşmadım.
Bir sefer de Trabzon’da benzer bir kaçış yaptım, ama bu kez her şey çok farklıydı.
KTÜ’de çalışmaya başladığım yıllarda yani otuzlu yaşlarımda doğa yürüyüşleri yapmayı çok severdim. Dağlarda yürüyüş yapmak için en güvenilir yol, bir doğa sporları derneğine üye olup, onların faaliyetlerine katılmaktır. Ben de başlangıçta öyle yaptım. Ancak bu derneklerin bu kadar insanın sorumluluğunu alabilecek deneyim ve donanıma ihtiyacı var. Bizim faaliyetlerine katıldığımız dernekler ise o zamanlar çok acemiydi. Mesela bir kış günü Ovit Dağında yürüyüşe gitmiştik. Muhtemelen 30-40 kişi belki de daha kalabalık bir guruptuk. Ancak bu gurupta deneyimli kış yürüyüşçüleri de var, o gün ilk kez doğa yürüyüşü yapacak insanlar da var.
Araçlarla bir kahvehaneye kadar gelip, oradan yürüyüşe çıktık. İnanılır gibi değil ama bu kahvehane tam olarak iklim değişikliği noktasında konumlanmış. Buraya kadar yolda doğru dürüst kar bile yok, ama kahveden çıkıp 100 metre bile ilerlemeden, bir metre kar ve inanılmaz kuvvetli bir rüzgar var, yol ise tamamen buz tutmuş.
Böyle heterojen bir gurup olunca yürüyüş kolu bir hayli uzadı. Bir geride kaldık, çünkü rüzgar bizi buzlu yolda kızak gibi kaydırıyor, değil emniyetle yürümek, ayaklarımızı sabit olarak yerde bile tutamıyoruz. Sonunda boylu boslu bir erkek arkadaşımıza tutunduk, Mukaddes, ben ve Hasan, üçümüz birden ancak sabit durabildik.
Bu buzlu yolda 50 metre bile yürümeden, geri dönmeye karar verdik. Tam geri döndük ki, bir metre önümüzde, o gün ilk kez doğa yürüyüşü yapan bir kızcağız (Nuray) düşüp el bileğini kırdı. Duruma müdahale etmek Mukaddes’le bana kaldı.
Kızla birlikte küçük bir gurup, kahveye geri döndük. Kırık bileği saracak hiçbir şey bulamadığımız için, eli biraz çekip, düzelmiş gibi olunca da kolu Mukaddesin matarası ile sabitledik.
İlginç bir şekilde gurubun geri kalanı yürüyüşlerine devam etti. Kızcağız o kırık bilekle saatlerce beklemek zorunda kaldı. Nihayet bütün gurup geri dönünce Trabzon’a döndük.
Ben ve Kubitay adında bir arkadaş kızcağızı hastaneye götürüp, röntgen çektirdik ve kolunu alçıya aldırdık. Daha sonra da kızı evinin kapısına götürüp, kapıda bıraktık. Bu sefer kızdan kurtulmak için değil, aileye ne diyeceğimi bilemediğim için oradan kaçtım.
Daha sonra bu kızcağız doğa gezilerine devam etti, kolu da yanlış kaynadığı için birkaç kez ameliyat oldu. Ama o günü hep sevinçle hatırladı ve o gün ona yardım ettiğimiz için bize çok minnettar kaldı.
Oysa bana göre o gün derneğin çok hatası oldu. İlk olarak, ilk yardım gereçleri yoktu. İkincisi acemi yürüyüşçülerle ilgilenecek kimse yoktu. Daha da önemlisi o mevsim, o hava ve o yol acemi yürüyüşçüleri doğaya salacağınız bir zaman değildi. Üçüncüsü acil durumlar için bir b planları yoktu, yaralı arkadaşı Trabzon’a erkenden geri götüremedik.
Ayrıca sadece dernek yöneticileri değil, yürüyüşçüler de bence tuhaftı. Doğa sever ve insancıl olmasını beklediğim yürüyüşçüler, kızcağızın çektiği acıya hiç empati yapmadan, canlarının istediği kadar dağda zaman geçirmeye devam ettiler. Bütün yürüyüşçüler döndükten sonra, kahvede herkes durumu öğrendiği halde uzun uzadıya çay içmeyi de ihmal etmediler. Yani evden çıkarken, o hafta sonunu geçirmek üzere düşündükleri her şeyi sırayla yaptılar. Oysa sinemaya gidilmemişti. Doğa yürüyüşçüsünün koşullara göre esnek olmaları gerekmez miydi?
Ben ise, bu olaydan sonra bir daha derneklerle yürümedim.
Harika bir yazi gucun var birinci bolume cok guldum ve de uxuldum Aysenurcugum